2 Ocak 2016 Cumartesi

Ruhunu Şeytana Satan Kitapçı | Savaş Çağman

Hepimizin yumuşak bir karnı vardır. Hayatı solundan algılayan bizler, belden üstü Don Kişot, belden altı Küçük Prens, kendi ayak bağımız duygulanışlarımızla, elimizi kolumuzu bağlayan inan ve ikna zincirimizle, yükümüzü sürüye sürüye yaşarız. Simgelerimiz alelade putlarımızdır; gocunmayız onları inşa ederken. Gerçekle bile çelişse o ak pak değerlerimize tapınırız.
Tarihin bir cilvesi pillerimizi fulleyen, başımızı ömürlük yetecek kadar göğe erdiren bir Gezi Park’ı Direnişi yaşadık. Dayanışmayı, iyiliği, insanın gücünü, Türkiye’deki her siyasi düşünceden insanın yan yana oluşunun muhteşemliğine kapıldık. Güzeldi, özeldi, en deri anılarımızdan oldu. Gezi Direnişinin Youtube’a düşmüş çok nadide görüntülerinden biri Taksim’deki bir kitapçıya sığınmış kızı vermem diye feryat figan bağıran bir iş yeri sahibi kadının polis karşısındaki direnişiydi. Aradan geçen sadece iki yıl, aynı iş yerinde iki kasiyer kız polise satış yapmayı reddedince işlerinden apar topar çıkarıldı.
Bu resimdeki paradoks o kadar da zor anlaşılır değil. Bu ülkede kimlik en güzel satacağınız nesnenizdir. Tabii bir kimliğiniz varsa; Cemaat, Laiklik, Atatürkçülük, Solculuk, Dincilik, Kürt Milliyetçiliği ve liste böyle uzar gider. Kimliğinizin para ettiği bir karşılık varsa muhakkak trilyonlara dönüşecektir. Örneğin Bayrampaşa’da bir AVM’ de 3 Trilyonunu batıran bu aynı kitapçı gibi.
Kitapevi diyemiyorum, çünkü duvara yağlıboya tablo asmakla kitapevi olunmuyor, küçük esnaf mantığı ne yaparsa yapsın –cı, -ci türetim takısıyla tanımlanmak zorundadır. Vitrinini ve gösterisini sağlam tutanlar siz “a içim rahat, onlar da benden” şeklinde romantik hayallerle bu kitapçıya girdiğinde kimin cebine para koyuyor öğrenmesi de gerekli diye düşünüyorum.
Anneannemin bir sözü hep kulağımdadır; “İnsanlar yaşadıkları toprağa benzer”... Çok doğru bir söz bu, yazan da tanımlamasını sağlam yapmış. İnsanların aşağılık kompleksini ne yazık hiç anlayamamışımdır. Neden trilyonları olan biri hala bu haldedir, bende o para olsa böyle mi olurdum derim hep. İnsanlar geldikleri topraklara benzerler. Bunda bence bir sorun yok; ama bir dağ gelinciğini boğaz manzarasın karşısına koymak gelinciğe de, Boğaziçi’ne de yapılacak en büyük haksızlıktır bence. Her şey yerinde güzeldir. İstanbul taşradan çok göç alan bir şehir. Buraya insanlar sınıf atlama hırsıyla geliyor. Bu da çok şaşırtıcı değil. Ama siz hiç Keşanlı Ali Destanı izlediniz mi? Orada köccüg hanfendü diye kendini tanımlayan bir kenardan gelme, sınıf atlayan kızcağız vardı; ki bu komedinin en sağlam malzemesi olur. Örneğin Lüküs Hayat, sonradan görmelik için edebiyatımızda çok sağlam birçok eser de vardır. Dediğim gibi gelincik Kuzeydoğu Anadolu’nun dağlarına yakışır, ilk kuşak Alamancı olup sonra çocuklarını doktor, mühendis, hakim, savcı yapma sevdasındaki işini sağlama alma takıntısındaki taşralılığın İstanbul’a pek yakışmadığı gibi.
Bu taşralı kadıncağızlardan bazıları üniversitede solculuğu keşfeder; çünkü makyajla bile düzelmeyen ciltleri altında çirkinliğini söyleyen aynalar yüzünden. Herkes güzel olmak zorunda değildir. Ne ruhu ışıldayan çirkinler vardır aşkı bulan, doya doya yaşayan. Ama sevilmemiş, âşık olunmamış, sarılacak aklından başka bir artısı olmayan bir kadın ne de tehlikelidir. İşte onlardan eskinin solcusu, yenin hızlı kapitalistleri kolay çıkar. Kendilerini değersiz görüşleri kalın bir zırh gibi onları kaplarken, taşralılıklarını keman temrini yapar gibi bir dizi egzersizle kapamaya çabalarken, ruhları da kararmaya başlar. Her şeyi bilmek zorundadırlar, kibar olmak zorundadırlar, o ezber ettikleri İstanbul Hanımefendisi rolünden fışkıran taşralılıklarını çirkin gülümsemelerle kamüfle etmek zorundadırlar. Biliyor musunuz? Er ya da geç onlardan birini tanıdığınıza fena halde pişman olursunuz… Çünkü muhakkak sizin için biçtikleri bir tuzak, atacakları bir kazık mevcuttur; çünkü içlerindeki köylü kurnazlığı hiç ölmemiştir…
Ah zavallı yağmanın çocuğu Beyoğlu, ah defalarca peşkeş çekilmiş nar yanaklı Pera; seni teslim alanlar işte bu 1915’lerin, 1955’lerin fırsatçıları, ya o zihniyettekiler, ya da onların torunları. Kaldırın bakalım taşları Beyoğlu’nda altında ne engerekler çıkıyor.
Vitrinini sağlan tutan, bu inançsal dolandırıcı, ruhunu şeytana satmış kitapçının çalışanlarını nasıl sömürdüğü, yabancıya güvenemediği için akrabasıyla iş yapma mantığındaki kırsallıklarını, o sahte nezaketlerinin altındaki kalaycı şirretliğini, üç kuruş için ne şekillere girdiklerini, yolu hayatında bir kez oradan geçen herkes anlatabilir.
Para ve ciro hırsına odaklı bu müessese 2011’de Kaos GL satmayı reddeden homofobikliği görünmesin diye trans birey çalıştırmaya veya her Onur Yürüyüşü’nde Queen veya Lady Gaga çalarak kamufle etmeye çalışacak kadar da köylü kurnazıdırlar. O da yetmez “kanser olduğu için acıdık o yüzden çalışmaya devam ediyor” dedikleri altmışını aşmış bir kadını bilgi toplasın, yukarıya hafiye olsun diye sigortasız işte tutan bir zihniyete de şapka çıkartmak lazım gelmektedir. Kısacası her çaldıkları minareye bir kılıfları vardır.
Orada olmaktan utandığım çok günüm oldu insan onuru adına; ama bir tanesi var ki hiç unutamayacağım. İsmini asla açık etmeyeceğim bir kızı işe aldım. Babası vefat etmişti ve bu işe çok ihtiyacı vardı. Bu ruhunu şeytana satmış kitapçıyı ilkeli sanma gafletindeydi. Kız 9 günlük bir dönem çalıştı ve ihtiyacı olan parayı ay başında 9 gün olarak talep etti. Mesaisi haftalık 3 gün olduğu için parası yanlış olarak hesaplandı ve ona 6 gün parası verildi. Kızcağız hakkı için birkaç şey söylemeye kalktı, telefonda azarlandı, "ama hakkım" dedi, direndi onuruyla. Sonra yanlış hesaplandığı ortaya çıktı. Kıza "parası neyse verelim" dendi inanılmaz bir kabalıkla. Kız da "benim gururum var" dedi ve işten onuruyla ayrıldı.
Aynı şekilde görevi sadece hafiyelik olduğu için orada tutulan ve şımartılmış bir zavallı yaşlı kadının, 2 çocuğuna bakan ve bu paraya çok ihtiyacı olan bir mutfak elemanını sözle yıldırarak işten kaçırmasında yaşanmıştı. Yönetimdekiler “aman o da dayansaydı” gibi omuz silkilerek söylenen tümceler sarf etmişti.
Hepimiz bu hayatta kalmak için işlere ihtiyaçlıyız. Hayatımızı, zamanımızı kiraya veriyoruz. Onurumuzla yaşayıp onurlu kalmaya çabalayarak. Hakkımız yendiğinde, yasalara uymayan şeyler yapıldığında dik durmaya çabalıyoruz. Ama bazen olmuyor. Tadımız kaçıyor. Ben bu ruhunu şeytana satmış kitapçıda, onlara geldiği yeri anımsattığım için, şamar oğlanlığını kabul etmediğim için, olduğum ve inandığım ilkelerim yüzünden işten el çektirildim, yine de sustum. Ama birinin artık konuşması lazım; çünkü sustukça kazanan bu ikiyüzlülük oluyor…
Hayatımda utandığım şeyler yapmamaya çalıştım. Tabiî ki hatalarım oldu. Tabiî ki bir işi beceremediğim oldu. Tabiî ki bir işten atıldım. Ama bu hep bir nezaket ve usulünce oldu bir merdiven boşluğunda bana neden işten çıkarıldığım açıklanmadan değil. Soranlara ben de “işten ayrıldım” diye hava atabilirdim. Ama henüz o kadar ikiyüzlü, oyuncu olamadım, hala kendimim, hala inancıma göre alçak gönüllülükle yaşamaya çabalıyorum. Sadece hayatımın bu altı ayından utanıyorum; bu ikiyüzlülüğün bir parçası olduğum için…- 12-01-2015