2 Ocak 2016 Cumartesi

Git Düşün Ve Sonra Geri Dön! | Savaş Çağman

     Batı Uygarlığı, tarihi, Tevrat’tan kaynaklanan bir eğilimle çizgisel bir istikamette ilerleyen ve kesin amacı olan bir nitelikte tanımlar. Bu tarih kavrayışı onu kişisellikten ve tanımsızlıktan kurtarır. Oysa herkes bilir ki tarih tekrarlardan ibarettir. Bu tekrar, çizgisel tarih akışı üzerinde oluşan fiyonklar ya da geri dönüşler midir? Yoksa tarih döngüsel bir çember midir? Bu kitapta tartışılmayan bir mesele tarihin niteliği… Ama bu yazıda, bir ses renginin zaman içinde revaçta oluşu, gözden düşüşü ve tekrar gündeme gelişi anlatılacak.
     İnsan sesi, çalgıdan da önce bir müzikal ifade aracıydı. Ses kişiseldir. Aynı parmak izi gibi kişiye özgüdür. Bu kişiye özgü tınıya ses rengi diyebiliriz kısaca. Aslında ses rengi için çok uzun bir açıklama yapılabilir. Ya da her müzik türü bunu farklı tanımlayacaktır. Ses rengi, söyleyenin yani şarkıcının burun boşluğu, damağı ve hançeresiyle şekillenir. Ses dalgaları bu yayıldığı, çarpıp kırıldığı boşlukta biçim alır. Aynı telli çalgılarda olduğu gibi gerçekleşir bu olay. Nasıl telli sazlarda, çalgının yapıldığı ağacın sertliği, sazın iç çeperindeki alan ve gerilen telin muhteviyatı çıkacak sesi belirliyorsa, şarkıcı için de ağız-damak, burun içi boşluğu ve hançerenin biçimi ses rengini oluşturur. Ses rengi, cinsiyete, kökene göre bir yapı sergiler, tamamen neredeyse kalıtımla ilgilidir.
     Geçmiş, şu an, gelecek yan yana yazıldığında, bu üçü arasında eğilimlerin yolculuk ettiğini ya da tekrarlandığını görüyoruz. Bu eğilimler sanata, uygarlığa biçim vermekte. Batı uygarlığındaki başat eğilim, adeta hayali bir geçmişe, bir ulaşılmaz altın çağa saplanmış kalmıştır. Batının, daima kendini ona göre akort ettiği titreşim, Klasik Roma-Yunan uygarlığından kaynaklanır. Sanat ya da sanatçı ne zaman bundan uzaklaşsa, yeni bir akımmış gibi Klasik Roma-Yunan düşüncesine atıfta bulunan, yeni isim konulmuş bir tekrar yaratılır. Bu döngü içinde, bir öncesinde yer alan unsurlar tekrar gözden geçirilir, yenisiyle değiştirilir. Tabi alışkıl müziksel anlatımda yeni bir ifadeyi simgeleyen On İki Ton Tekniği, Somut Müzik ile plastik sanatlarda ekspresyonizmle başlayan ve figüratif anlatımı bütünüyle terk eden kopuşu bunun dışında bırakırsak, bu tümüyle böyledir diyebiliriz. Eski olan yeniyle değiştirilirken, tanımlar geleneğe karşı tekrar yazılırken aslında fotokopinin fotokopisi çekilir. Erkek Alto şarkıcının başına gelen de işte budur; yenisiyle değiştirilme.
     Chomsky’nin de işaret ettiği gibi fiziksel bedenin içyapısı dünyanın her yanında aynıdır; iki yüz sekiz kemik, iki böbrek, dört uzuv, bir kalp ve diğer organlar. Ancak oyun, çalışma gibi bedenin dış aktiviteleri kültürden kültüre değişir. Nakletme muhakkak dönüşme ve uygulama süreçlerinden geçer, gelenek olan her şey değişerek aktarılır. Bu değişimde dönemim beğenisi, yaşamsal mekân, sanatın üretildiği kaynak, üretim biçimi ve nedeni büyük rol oynar. Çağın koşullarındaki eğilimler çoğu zamanda öncüler yönlendirir.
     Şarkı ve şarkıcının işlevi de bu oynak zeminde kimi zaman yerini bulup hareket etmemiş, çoğu zaman da yerini aramıştır. Batı çoksesliliğinin oluştuğu dokuzuncu yüzyıldan itibaren, şarkıcılar arasında kategoriler, üst başlıklar oluşturma zorunluluğu hâsıl olmuştu. Fena halde tasnifçi batı bu zorunluluğu kendince oluşturduğu kavramlar sözlüğüne yazmıştır. Böylelikle insan sesi kadında tizden pes sese soprano, alto, kontralto; erkekte ise tenor, bariton, bas olarak isimlendirilmiştir.
     Batı neden böyle bir tasnife gitmiştir? Bunun en büyük nedeni çalgısal olanak dediğimiz olguyla ilgilidir. Çalgısal Olanak, enstrümanın ses genişliğine işaret eder. Yani çalgı hangi pes notaya iner, hangi tiz notaya çıkar, ama bu olurken ifadesi bozulmayan veya karakteristik alanı nedir? Bu bilgi pek tabirdi ki dinleyici için değil, besteci ve icracı içindir. Besteci bu sayede çalgıyı tanıyacak ona göre ezgi veya kompozisyon üretecektir. Aynı süreç şarkıcı için de geçerlidir. Besteci sınıflandırmanın sınırı dâhilinde eser üretir. Bunun yanında erkek sesinde tenor âşık rollerini, bariton iyi arkadaşları, aile mensuplarını, babayı, bas ise kötü adamı canlandırsın diye kodlanmaya başlamıştır. Aslında kilise müziğinde cennete yakarış tiz ve çocuksu billur seslere yönelirken, bas seslerin cehennem ve dünyevi anlatıya işaret ettiği bir kültürel kodlamadır bu. ki Asya’da uhrevi müziğin tam ters bas seslere yönelmesi, bu kültürel seçimin başka bir biçimidir.
     Ne yazık ki sınıflandırma yanında çelişkileri de getirir. Daha önce de belirttiğimiz gibi insan sesi parmak izi gibi kişiye özeldir. Bazı sesler bu sınıflandırmanın içine sığmaz en başından beri. Bizim gibi iyi dublaj yaparak batılılaşan toplumlarda bu katı tasnif harfi harfine benimsenir, uygulanır. Sınıflandırmaya uymayan parçalar bedenden derhal, acımasızca ayrılır. Şan eğitimi sırasında bolca gözyaşı dökülür, afoni durumu oluşur, nodül sahibi olunur, larenjit ve farenjitle tanışılır, hatta ahbaplık kurulur.
     Erkek sesi eğer doğaya müdahale edilmemişse yirmili yaşların ilk çeyreğinde olgunlaşır. Şarkıcının hançeresi, göğüs çeperi, boynunun uzunluğu kafatası biçimi, burnu, diş ve ağız şekli onun ses renginin oluşmasında önemli unsurlardır. Hatta buna iklimi ve beslenme biçimini bile ekleyebiliriz. Kuzey soğuk iklimlerinde bas ve bariton sesle sıklıkla karşılaşılırken, Akdeniz havzasında bolca tenor sese rastlamış olmak tesadüf değildir.
     Erkek şarkıcı şan eğitiminde daha şanslıdır denir. Çünkü diyaframa nefes almaya karşı doğal bir eğilimleri vardır, bu eğilim de genelde kaybolmamıştır. Bedeni doğum için tasarlanmış kadında diyafram daha dardır. Ama erkek şarkıcının başında büyük bir bela vardır: ergenlik. Ergenlikle birlikte erin bedenine oldukça yabancı çatlayan, kararsız bir sesle karşılaşır... Bu dönemde seste zorlamalar kalıcı hasarla sonuçlanır, bu yüzden şan eğitimine bu yaşlarda ara verilmelidir. Sesin çatallaştığı yıllarda kesinlikle şarkı söylenilmemelidir.
     Doğada tizden pese erkek sesi, tenor, bariton ve bas olarak sıralanır demiştik. Fakat doğa içinde, müdahale olmaksızın, nadir olarak erkek sesinin en tizi olan tenor sesten de tiz bir ses bulunmaktadır. Bu ses renginin adı; Fransızların verdiği isimle contreténor ya da haut-contre, İtalyanların verdiği isimle contretenor, İngilizlerin verdiği isimle male alto, yani erkek ses aralığın en tiz partisini söyleye bilen erkek alto ya da başka bir değişle kontrtenor sestir. İşte bu kitabın konusu da dosdoğru budur.
     Düz, titreşimsiz, cinsiyetsiz, kadife yumuşaklığında, billur şeffaflığında bir ses rengi! Evet doğada az rastlanan bir ses rengi! İlkin revaçta, sonra gözden düşen ve tekrar ihtişamla geri gelen bir ses rengi! Bu kitapta da sayacağımız yaklaşık yüz erkek alto şarkıcı halen icra-i sanat eylemekte. Yeryüzü üzerinde her şey işe yaradığı sürece varlık gösterir, hatta bu yüksek sanat bile olsa. Bir sanat eseri, eğilimi, yaklaşımı ona yüklenen anlamla var olur. Her eski, yeniyle yer değiştirir. Bunlar kaçınılmaz olanlar. Ama unutulmamalı ki, her gözden düşen tarih içinde yitip gitmez, bazen tekrar anlam kazanabilir.
     Bazı düşünceler biz “hadi canım daha neler” derken mezarından çıkıp karşımıza dikilebilir. Hendel’in ünlü operası Guillio Ceasare’ın birinci perdesi, altıncı sahnesinde Cleopatra’nın hain kardeşi Tolomeo’nun, silahtarı Achilla’ya söylediği gibi anlatıyorum erkek altoların hikâyesini: “Vanne, pensa e poi torna!” (Git, düşün ve sonra geri dön!) | 2014 İstanbul