2 Ocak 2016 Cumartesi

Fimlerden Hayata İzi Düşen Replikler No:2 | Savaş Çağman

Tolkien, denince aklıma Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü gelir. Kış günü yekpare pencerelerden akasya ağaçlarının tepesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne Felsefe Bölümü'ndeki kestirmeden giderken bir pencere pervazına tünemiş Nur'u veya Gökhan'ı, Lord Of The Rings okurken görürdüm. Tabi ki konuya bir hayli Fransız'dım çünkü henüz Türkçe'ye çevrilmemişti. Kitapla sekronize olarak film yayımlandığında -ki hemen hepsi yaş günüme yakın tarihlerdeydi, yetkililere teşekkür ederim- koşa koşa izlemeye gittim. İlk filmde, sevdiğim bir sahnenin yansımasını en az kitapta olduğu kadar iyi canlandırıldığını görmek çok hoş bir histi. Yüzüklerin Efendisi, filminden en sevdiğim sahne de budur işte... GaladrielLothlorien'in hanımı, içine su doldurduğu kaba bakması için Frodo'yu davet eder. "Aynaya bakar mısın?" der. Frodo ne göreceğini söyler, Galadriel geçmiş, şu an ve gelecekten şeyler göreceğini söyler. Gördüklerinden sonra umutsuzluğa kapılan Galadriel yüzüğü ona sunan Frodo'dan almak için uzanır. Yüzüğün gücü ile kötünün gücüne kapılan Galadriel korkunç bir ses ve görünüme bürünür, ama iradesi bunu yener ve Galadriel kendine gelir. Ve benim en sevdiğim dialogu söyler; "Bir süre daha Galadriel olarak kalacağım, Batı'ya gideceğim ve azalacağım", Cate Blanchett inanılmazdır bunu söylerken... 27-10-2015 Istanbul

Fimlerden Hayata İzi Düşen Replikler No:1 | Savaş Çağman

Kızgın Damdaki Kedi, 1958 yapımı bir Tennessee Williams'ın aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlama bir filmdir. Çocukken TRT'de bir pazar akşamı büyülenmiş gibi izlemiştim. Nedense film cennetimin Adem ile Havvası bu film yüzünden Paul Newman ve Elizabeth Taylor oldu. Film boyunca sadece filmi değil babamın ve annemin açık hava sinema hikayeleri de kulağıma yerleşmişti. 1950'lerin film renklendirmesi yüzünden o blur verilmiş gibi pırıldayan renkleri bende hep bu pazar sohbetleri yüzünden sanırım bir güvende olma, bir evde olma hissi uyandırır. Birden orta sınıf belirtisi kauçuk saksısı, fiskos masasındaki dantel, tütün kolonyası, anne titizliğinin sabun kokusu ve niceleri bu renklerle uyanır zihnimde. Yatak odalarında Paul ve Liz hararetle kavga ederken beynime kazınmış bir repliği anımsıyorum. Maggie rolündeki Elizabeth Taylor, "Kızgın damdaki kedi gibiyim," deyince Brick rolündeki Paul Newman "O zaman atla," der. İlişkideki gerilimi anlatan bu diyalogtan belki de daha da güzeli, tüm ailenin toplandığı salonda söylenir. Brick'in babası Big Daddy kanserdir ve yakın zamanda ölümü beklenmektedir. Ama herkes ondan gerçeği saklar. Bu yalanlardan usanan Maggie rolündeki Elizabeth Taylor, o yemyeşil gözlerinde bir bulut haykırır; "Bazen gerçekler yalandan bile çirkindir!" Sanırım bu gece bir kez daha izlenmeli... Kızgın Damdaki Kedi, izledikçe bu filmin bendeki izini keşfetmek için... 22-10-2015 Istanbul




Hayatımı Kaydıran Şarkılar | Savaş Çağman

Kadehimde Zehir Olsa | Gönül Akkor
1975 olmalı, o zaman 45'liği var şarkının, helezonlu tuhaf siyah beyaz bir kapak. Annem dinliyor en çok, eve gelen Gönül teyze hadi diyor söyle, ilk müsamere ilk söylediğim, ilk ezber ettiğim şarkı...

Time After Time | Cyndi Lauper
1983 yazı, Yalova yaz tatili, herkes Falco, Boy George, Madonna dinliyor, bense gözlerini zehir yeşiline boyayan bu pembe saçlı kıza takmışım kafayı...

Atari Baby | Sigue Sigue Sputnik
1985 yılı, lise bir'deyim ve hayalim saçımı uzatmak, kasetçi vitrininde Twisted Sister mı, Sigue Sigue Sputnik mi diye seçim yapmaya çalışırken diyorum bu, adamlar geleceğin müziğini yaptığını iddia ediyor...

In Your Eyes | Peter Gabriel
1985-86 Peter Gabriel'in So albümünü keşfediyorum, o da TRT'deki Keidescope programı ile, adamın gerçeküstücülüğü o sırada kafayı taktığım Mayakovski ve Rus Fütüristlerine olan sevgimle örtüşüp göveriyor, amanın yeme de yanında yat tatlar... sonradan öğreniyorum bu işe Brian Eno el atmış, hım baharatı keşfettim..

Never Let Me Down | David Bowie
1987 yılı, merakım beni planlamadığım köşelere itiyor. Kapağını, sırf kapağını beğendiğim için David Bowie'nin Never Let Me Down albümü, beni kısa sürede tüm külliyatı ile David Bowie'ye aşık ediyor...

Go Lil' Camaro Go | Ramones
1988 yılı tam anlamıyla Punk'ın göbeğine düştüğüm yıllar; bu da tabiki Ramones sayesinde olmuştu, ilk dinlediğim albümü Brain Drain ve Halfway to Sanity albümleriydi... Bu şarkının adıyla t-shirt yapmıştım...

Wild Flower | The Cult
1988 yılı, hayatımın grubunu keşfediyorum, The Cult ve vazgeçilmezim oluyor. Ian Astbury'yi İstanbul'da Metallica'nın alt grubu olarak izlemek şerefine nail oluyorum, unutulmaz bir an, o konsere The Cult için giden benden başkası yoktu sanırım...

Hand In Glove | The Smiths
1988 yılı, bak bunu seversin, sözlerine dikkat et diyen Dağlı bana bir karışık kasetini çekiyor, ilkin tuhaf geliyor sonra müptela, Moz, Moz da Moz...

Drunk Like Me | Dogs D'Amour
1988 yılı, walkman'imde eskiyen kasetleri ile Aşkın Köpekleri, İngiltere'deki Heavy Punk akımının en önemli temsilcisi, çok ama çok severdim...

White Riot | The Clash
1989 yılı, ağır Punk takılmalar, uzun uzun The Clash, Sex Pistols, Ramones, New Model Army, henüz Napalm Death ve hardcore ile yeni bir tanışma, birbirini tartma ve ilk grupları kurmalar...

I Don't Need Society | D.R.I.
1990 yılı, yönüm hardcore'a doğru kayıyor ve D.R.I. politik duruşuma, vejeteryanlığıma bakış açıma uymaya başlıyor, ben ona değil sanki o bana ayar yapıyor...

Waiting Room | Fugazi
1990 ve onları keşfetmek hayatımdaki en güzel anlardan biri, fena halde hastası oluyorum, öyle böyle değil...

Summer | Nuclaer Valdez
1990 yılı, ateşli bir eko-anarşist grubu var Ankara'da, onlardan biri bak diyor bu grup Küba'dan ve çevre korumacı... ilk dinlediğim andan itibaren seviyorum...

The Man I Love | Betty Carter
1991 yılı, ilk görüşte aşk, Betty Carter radyoda Tunççağ'ın programında bir gece dinlediğimde vurulduğum bir ses, onun yüzünden caz söylemeye karar verdim, o yüzden, o yüzden, caz...

Black Saint and Sinner Lady | Charles Mingus
1992 yılı, ilk dinlediğim anda hipnotik bir şekilde olduğum yerde kala kaldığımı anımsıyorum. Charles Mingus'un hemen her işinin bende ayrı bir yeri vardır ama bu işi, derin izler demek benim için...

Ionisation | Edgard Varèse
1995 yılı, On İki Ton, deneysel müzik, avangarde, yeni müzik hepsine ilgim Edgar Varese'in bir uçak pervanesi için eser yazdığını okuduğumda ya kim bu adam dememle başladı...

Taal Zaman | Transglobal Underground
1997, beni etnik müzikle tanıştıran Transglobal Underground ile yeni ufuklara yelken...

 | 7-7-2013 İstanbul

Gönderilmemiş Bir Veda Mektubu | Savaş Çağman

Sanki bir zamanlar, birisi beni çok sevmiş gibi yapmayacağım; çünkü gerçek anlamda hiç sevilmedim. Kimsenin listesinde bir numara olmadım, kimsenin biriciği olmadım, kimsenin vazgeçilmezi olmadım. Eski bir alışkanlık gibi vazgeçtiler benden. Bense şimdi o biricik aşk gerçekleşsin diye beklemekten vazgeçiyorum, hayatımın geri kalanı için, hayatta kalabilmek için. Madem hep böyleydi benim hikâyem, tamam diyorum sağlık olsun.
Peki, ne yapmalı dostum? Yalnız kalanın payına diğeri için iyi niyet düşmüş. Aynı anda iki kişinin de iyi olması mümkün olmayan bir dünyadayız. Bazen ben kendimi iyi hissedeceğim, bazen sen, ama bu nadiren aynı anda her ikimiz için de geçerli olacak. Ve sonuçta yol alıyorsun, yol alıyorum, yol alıyoruz, ama rol kesmiyoruz, rol çalmıyoruz, umut ediyoruz. Yol ise dostum iki farkı yöne doğru. Ama biriciğim, önce zor olan kolaylaşacak, emin ol ve acı çekme halinin bir ömür boyu süremeyeceğini de unutma. 
Hayat bu belli olmaz, demek çok yorucu. Artık hayat belli olsun! Geleceğe bakarken senle ilgili bir arzum kalmasın, senin de benle ilgili kalmasın. Hayat bu belli olsun! Çilemiz bitsin! Artık olmayacağını kabul edelim, fazla uzatmayalım, mızıkçılık yapmayalım. Ne yapalım kolayı düşmedi payımıza. Artık payımıza razı olalım.
Şimdi dostum, bu elim, hiç öpmediğin, mihrabın mermeri gibi öptüğüm elinin içine al. Bana hiç söylemediğin o şarkıyı söyle. İyi ol deme sakın olur mu? Ben hiç iyi olmadım; ne senden sonra, ne senden önce (ben iyi olmayı bilmiyorum). Verdiğin hiç çalışmayan saat, uykudan ilk uyandığımda gördüğüm; akrebi beşte, yelkovanı onda ve sen giderken arkandan bakıyorum... Cry Me A River! Şimdi her nehre tek tek ağlıyorum... | 23-2-2011 İstanbul

206 Kemik | Savaş Çağman | 26-2-2013 İstanbul

Halkını sevebilirsin, dilini sevebilirsin, cinsiyetini, dinini, şarkılarını, tarihini... bunda bir sorun yok, benim halkım, dilim, tarihim ve cinsiyetim üstün, şarkılarım bir başka, dinim ise tek gerçek dediğinde sorun var... eğer bu hataya düşmezsen zaten ne olduğunun önemi 206 kemik, 2 göz, 1 nefes vesaire ile ölçülür, ne eksik ne fazla insan olursun...

Puthane'de | Savaş Çağman

Akıl putsa ve ben Putperest? Aşk ateşse ve ben Ateşperest? ya yürek Cebrail ise ve ben Sâbiî? Ya istemiyorsam Cennetinizi? Ya taliplisi isem tenha Cehenneminizin?
Dilenmeyi seçene dek kim dilenci muamelesi yapabilir? Bu nasıl bir azamet içinde kaybolmuş fıtrattır ki hangi Vaftiz, hangi Zemzem bunu yıkayabilir... Kendine kutsal süsü veren, neyi bildiğimi neyi bilmediğimi nereden biliyorsun? Bu evrende bir böceğin, bir ağacın, bir tozun bile bilgeliği varken... Bazısı bilmemeyi seçebilirken... Sen Cennet için yarış... Sana öfke veren azametin çatallı kuyruğu, sivri boynuzunu görmeden... Bilmeden parçası ol Kötünün... Sen buna bir din adı bile bulmuşsun, hıncın hınçtan başka ismi olamaz...
Sana Hikmetten ve Aydınlanmadan bahsedecek birileri çıkacak yolun boyunca; eğer bu kişiler tümcelerinde cinsel ya da sahiplenme üzerine arzu, beğenme, istek varsa kanma sözlerine, onlar sadece kötü akıl verir, ilkin yüreğini yokla, en büyük öğretmen yüreğindir... Senle bulutların arasından eğilip konuşacak bir Öğretmen bekleme ya da kanat çırpışlarını Meleklerin, sensin Öğretmen, sensin Yol, sensin Öğreti... Kurtarmaya talip olanlar sahtedir, çünkü seni kurtaracak olan da kendin'sin, yolunda yürürken iyi yol arkadaşları lazım sana, buna ısrarla talip olanla hiçbir yere gidemezsin... Duan nefesin, Tapınak bedenin, Putun aklın, Rehberin ise yüreğin... ararken göklerde bak ne kadar da sana yakın... Selam, Aşk ve Dua... yürü yolunda... | 9-2-2013 İstanbul

Mutsuz Kadın | Savaş Çağman

Öncelikle dişil olanın yaratıcılığına doğrudan inanan biriyim. Dişil, pırıldayan ve şefkat doludur, ama ışığının bir de karanlığı olduğu gibi derin, zehirli, bilinmez bir tarafını da taşır. Kültürel olarak kadının baskılandığı bir toplumdayız, hatta kadının baskılanmasına gerek bile yok, o kendi kendini baskılamayı bir refleks edinir. Onun oto-sansürleri ne yapacağını bir türlü kestiremediği cinselliğidir. Dürtüleri, binlerce yılın ataerkil cenderesinde şekillendirilir. Kadınlara çizilmiş roller içinde, evlenip çoluk çocuğa karışmak bir önceki ve daha önceki kuşaklarda neredeyse bir acil çıkış kapısı haline gelmiştir. Çağımın kendi ruhunu keşfetmiş, kalıpların kafeslerin içine sığmayan özgür ruhlu pek çok kadınıyla da karşılaştım. Ama onlar zaten mutlu ve güzel kadınlardı, aralarında ne güzel yaş almış, parıldayanlarını da gördüm. Sorunumuz zaten o kadınlar değil, sevilmemiş, sevmemiş, cinselliği ile ne yapacağını bir türlü çözememiş, iyi yaş alamamış kadınlar. Onlardan öyle çok var ki! Anaçlığı, iyi insanı oynarken hasis, kırıcı, incitici ve her şeye yekten düşmanlar aslında. Onların arasında iş kuranları da var, evde oturup oğulları ve kızlarının hayatlarını karartmaya yeminlenmiş olanlar da... Hep sormak istemişimdir "o kadar mutsuzken nasıl hizmet sektöründe yer alabilirsin ki?" Geçen yaz namı değer bir kafe işletirken, o mutsuz kadınlardan iki tane tanıdım. Onlara bakıp "yahu çirkin olmak suç değil, herkesi seven biri çıkar" demek isterdim hemen hemen her gün. Her şeyi bilmek, başarılı olmak, seçkin olmak, kolay kadın olmamak zorundaydılar. Sırtlarındaki yükü anlıyorum, ama her şey bu kadar da zor değil. Tam bu konuda karmam tamam oldu derken, başka bir kafe deneyimi ile karşılaştım. Toplumun ona emreylediği kafese gönüllü girmiş, çocuk yapmış, sonra boşanmış mutsuz bir kadın daha. Kurduğu şefkat oyununu bilmeden bozmuşum. Kadın olmak ona unutturulduğu için sadece anne olmayı biliyor, herkesin annesi olmayı oynuyordu. Gören gözlerle bakanlar ona sadece üzülür. Mutsuzluğu yüzünden etrafına kendini ısıtsın diye insanlar yığarken hasisliği ona anımsatıldığında, iyi insanı oynamak zorundaydı. Anlıyorum. Sadece üzülüyorum, ne yazık en kötü özelliğim insanlara ne olduklarını anımsatmak. Ve insanlar gerçeği sevmez. Acaba karmam tamam oldu mu? Ey Boddhisattva beni mutsuz kadınların şerrinden koru bir yol, üç kere amin... 24-06-2015 Istanbul



After Party | Savaş Çağman

Her şey bitince, tıngırdamanın yorgunluğu çökünce, o sahne alma enerjisi buhurlarını tüttürünce, tadına doyamazsın ve başlar after party. Konser gibi olmaz, en yakınında olanlar, en güvendiklerin gelir. Çünkü after party'de artık kendini bırakacaksın. İçkiler içkilere karışacak. Esrimede dibine vurulacak. Biraz özgür bırakırsın konuklarını, çünkü bilirsin hallerini... Kiminin çocukluğunu görmüşsündür. Kiminin kilerlerinde ne sırları unuttuğunu bilirsin. Kimi yeni katılmıştır partiye. Yeni ya da eski hepsi sana benzer. Bir fotokopi deryası içinde biriktirirsin. Bazen körleşmek iyidir. Her şeyi apaçık görmek yerine körleşmek en iyisidir. Yaralı kürkünü yavaş yavaş yalayan bir kaplan gibiydik after party'de. Şiirseldi. Gururluyduk. Esriktik. Ama eksik değildik. Buna kendini kandırma demiyorum, çünkü hayatımızın after party'sinde duymaya, görmeye tahammülsüzüz. Az içeceğiz, güleceğiz, dostlarla söyleşeceğiz. Ağır çaldık be kardeş, sahneyi yaktık! Ne zamanlardı onlar! Şimdi balkona açılan kapının önünde yere oturup dostları izleyeceğiz. İyi ki varlar...
Bense eve dönüyorum. Yokuşu inerken istemsiz bir hareketle bakıyorum, odamın ışığı yanıyor açık unuttuğumdan değil. O orada. Erken gelmiş. O ışığa minnettarım. Bu zor zamanda tüm hüznüyle, gözlerini gölgeleyen o kadim zamanların boyasında kirpikleri, güzelliği, mağrurluğu, sessizliği ile orada. Bu gece ona sarılacağım, yalnızlığıma değil. Çünkü ben ona sarılırsam kabus görmeyecek... Ve ben de iyileşeceğim... 27-05-2015 İstanbul



Batu'yu Kaybediş | Savaş Çağman

Ben de bir tane bile fotoğrafın yok. Sadece bana apar topar bıraktığın bir şiir defterin var. Seni sokaktakiler "Ben Öldüm" diye bilirdi, Rimbaud'un "Ben bir başkası'dır" demesi gibi gerçeklikle. Batu, Akay Yokuşundaki bir konserde herkesle papaz olmayı göze alan o apaş çocuk. Sen benim en iyi arkadaşımdın... Dost Kitapevi’nin önünde bir kaldırıma tünemişken bulurdun beni, kaşını kaldırır “gel” derdin. Giderdik. Yan yana çokça susardık. Sana ilk Lautréamont’u ben okumuştum, Rimbaud’un elini benim yanımda sıkmıştın. Şiir yazardım, şiir yazardın... Nedendir bana, kendimi önemli hissetmeyi sen öğretmişsin gibi gelirdi, hayatım senin yanında bir işe yarar gibiydi; buydu kardeşim, senle hissiyatım, senle yanyana yalnızlığım. Ne çok severdim seni, bir kere bile söylemedim. Batu, şiirlerinle anımsıyorum seni, mavi gözlerindeki o ışıkla, ben seni hiç unutmadım küçük kardeş, ben seni merak etmeyi hiç bırakmadım. En son 2009’da gördüm seni, İstanbul’da bir sokakta karşılaştık, Amerika’ya gitmekten bahsediyordun, yine hunharca, harıl harıl yazıyordun. Ankara'da Tunalı Hilmi’ye çıkan Büklüm sokakta ben bir balkonda sergiye resim çekerken, yaza inat postallarında sarhoş geçişini anımsıyorum, küfretmiştin gülerek. Özledim küfürlerini, apaşlığını, sarhoşluğunu, zorluğunu, kavgalarımızı... Kendine yaptıklarını sevmezdim, izlemek istemezdim bu yüzden uzaklaşırdım. Senle naneli likör içmemizi anımsadım, saksı bitkileri arasında yuvarlanmamızı, Meclis Parkı'ndaki vandallıklarımızı, ortasınıf radikalliğimizi… Hayata hiç düz bakmadın… Bir gün yine Meclis Parkı karanlıklar içindeyken, sen oraya çok yakın otururdun, seni oradan uğurlardım, bana baktın "Bir sene önce ne demiştin, unutmuşsundur şimdi" diyordun gülerek. Sordum. Benden alıntı yapıyordu, "İnsanlar o kadar çok yuvarlak çizer ki en sonunda başladıkları noktanın nerede olduğunu ayırt edemez"... Sen unutmazdın, en önemlisi karşındakine hatırlatırdın kim olduğunu. Kimse senin gibi duvara çivilenmiş bir Maldoror'un Şarkıları altında uyuyacak kadar sevemezdi şiiri, kimse senin gibi şairin değil şiirin ta kendisi olamazdı; sen hayatını şiir yapardın. Batu Alpugan, yürek yağverim, küçük kardeşim, rahat uyu, sensiz dünya yavan ve boktan olacak… Seni ne çok sevdim, seni ne çok özledim… Çok ağlamaktan başka ne yapabilirim?... 30-01-2015 İstanbul 



Canavar Dükkanı | Savaş Çağman

Jim Henson ismi çoğumuza pek birşey ifade etmiyor sanırım; ama "Susam Sokağı" veya "Muppet Show" desem "aaa evet!" dediğinizi duyar gibiyim. Jim Henson birçok kukla karakteri yaratmış bir tasarımcı ve kukla üstadı. Jim Henson takımını 1960'larda oluşturmaya başlamış. En son onu bir Lady Gaga "Monster Ball" and "Born This Way" turları için sahne tasarımında da gördük. Ona, çocukluğumda Muppet Show ile başlayan hayranlığım, George Lucas imzası taşıyan "Labyrinth", "Where the Wild Things Are", "Otostopçu'nun Galaksi Rehberi" ve "Return to Oz" gibi izlemeye doyamadığım filmlerde de imzası olan bir usta. Jim Henson, 1936 Mississippi doğumlu 1990'da hayata New York'ta gözlerini yumdu. Müthiş kollektifi Jim Henson's Creatures Shop hala varlığını sürdürüyor ve çok güzel işlere imza atmaya devam ediyor. Göz atmak isterseniz; creatureshop.com sayfasını ziyaret edebilirsiniz... 24-01-2015 İstanbul


Sen Ne Zaman Bu Kadar Kötü Oldun? | Savaş Çağman

Mimarisi gemi bordosuna benzeyen o çok odalı bekar evinde, sabah kahvaltısı sırasında birçok insanın oturduğu o çiçekli muşambalı örtülü masayı hatırlar mısın? Margarin kapağını açar, endişeli yüzüne yerleşmiş gözlüğünü burnunun üstüne yerleştirir, çocuk kahkahasının karıştığı sesinle konuşurdun, bir yandan kuru ekmeğin üstüne margarin sürerken. Yokluk içinde değildin, ama idare etmeyi severdin. Meraklıydın çalgı almaya, sazın, tamburun teline özenmeye, sözlerini mükemmelleşsin diye birkaç defa yer değiştirdiğin o canım şarkılarına. Dinlerdik. O masaya oturanlar çok olmuştu, o evde bir sürü tanışmışlığım olmuştu. M. E.'ye küçük odayı mescit yapıcam hep beraber namaz niyaz ederiz esprine gülerdik. Kürtler hakkında kurduğun tümcelere, gelecekte muhakkak sağ ya da en azından milliyetçi bir partide siyasete atılacağını söylediğinde bunu da espri ya der geçerdik. Yunanlı bir sazcıyla sıkı fıkı olurken, arkasından savurduğun gavur kelimesini de şaka sanardık. Seni ne çok severdik, tatlı adam derdik, tüm o delikodularına, arkadan iş çevirmelerine, dolaplarına göz yumarak. 
İnsanların özelleri hakkındaki gergedan zarifliğinde duyarlılığını anımsıyorum. Herkesin cinsel hayatına fazlaca meraklı oluşunu, yaş gününde vals yaptığın o canımızın içi S.S. için istesem yatağımdaydı, ya gene açık saçık giyinmiş kaşınıyor demelerini bile kimsenin kulağına gitmesin diye nasıl gizleyeceğimizi bilemediğimizi anımsıyorum. Bastırılmış duyguların yüzünden herkese attığın iftiralara bile göz yumarak geçmişti yıllar. Ailen Ege'nin trilyonerlerindendi ama işine gelince o yoksunluk edebiyatını yapardın. O yüzden Ekşi Sözlük de bile bu mütevaziliğinin altı çizilip, ekmeğini taştan çıkarıyor bile denilmişti.
İlk albümümün demosu elimde Pozitif kapısında rahmetliyle yaptığım konuşmadasen de vardın. Sonra öğrendim ki benden habersiz gidip Savaş Çağman'ın menejeri benim diyip para istediğini, sonra anladım neden rahmetlinin benden vebalıymışım gibi kaçtığını. New York'ta bir bestemi kaydetmek isteyen B.C'ın beni yıllarca bulmaya çabalıyıp senin mailimi vermeyişini de çok sonraları öğrendim. Kızcağıza o beste benim, benden izin al dediğini de öğrendiğimde şok oldum. 
Çevremde hala senle görüşenler var, ama onlar sadece benim hayatım hakkında bir dizi bilgiye ulaşmak için, dedikodu malzemesi toplamak için görüşüldüklerinin farkında değil ne yazık ki. Convers'ime yapışmış naneli sakız gibisin be abi, yıllar oldu senle görüşmeyeli, sen hala benle uğraşıyorsun. Berlin konserlerine, ailesinde Ermeni olduğu için küfürü bastığın biri ile çakma bir Saska kurarak gitmeye çabalıyorsun; abi senin kapı gibi bestelerin var, bunlara mı muhtaçsın? Biliyor musun çevrendeki herkes susuyor, zerafetle susuyor, sana katlanıyor... Benimse sana tek duygum kaldı; gerçekten durumuna üzülmek ve acımak. Ne senin fantezilerindeki bir hayatı yaşıyorum, ne hayatımda eğri büğrü birşey var, birgün yüreğine izan ve insaf duygusunun girebileceğine bile umudum var; çünkü mucizeler hep inanmışımdır...
Her 24 Nisan'da yazdıkların, Ermeniler, Rumlar hakkında dediklerin, Hrant Dink anması için Facebook'una hepsi piç yazmaların, Kobani veya Kürtler hakkında yenilir yutulur olmayan sözlerin, herkese kulp takmaların... Bir siyasi görüşün olabilir, ama insafının olmadığı kesin. Sen ne zaman bu kadar kötü oldun abi? Yoksa hep kötüydün de biz seni sevdiğimiz için mi görmüyorduk? 20-01-2015

Lucas'ın Labirent'i | Savaş Çağman

"Labyrinth" itibaren beni çok etkilemiştir... Sanırım ilk kez TRT'de ben lisedeyken izlemiştim. Görsel tasarımı Jim Henson  ve Brian Froud'a ait olan film, George Lucas imzası taşıyor. Bu 1986 İngiliz-Amerikan müzikal macera fantezi filmi, başucu filmlerimin başında geliyor. Film'de, Jareth rolünü oynayan David Bowie birçok şarkısıyla filmi bir müzikale dönüştürmüştü. David Bowie, soğuk, bir o kadar da karizmatik Goblin Kralını, Jennifer Connelly, kaçırılan kardeşi Toby'nin arkasından Goblin Ülkesine giden 15 yaşındaki Sarah'ı canlandırıyor. Jennifer Connelly (Sarah Williams rolü), David Bowie (Goblin Kralı Jareth rolü), Toby Froud (Sarah'ın üvey kardeşi bebek Toby), Christopher Malcolm (Robert, Sarah'ın babası), Shelley Thompson (Irene, Sarah'nın üvey annesi) saymazsak tüm karakterler Jim Henson Creature Shop tarafından üretilen kuklalar... Senaryosu, Laura Phillips, George Lucas, Dennis Lee, ve Elaine May dahil olmak üzere bir ekip tarafından ilk senaryo beğenilmeyerek tekrar kaleme alındı.  1984'de yayımlandı... Filmde iyi kalpli, taşları çağırabilen kızıl dev Ludo, kimsenin ismini film boyunca doğru telaffuz edemediği Hoggle, asabi ve boyundan büyük işlere balıklama atlayan Sir Didymus, binek hayvanı olarak kullanılan köpek Ambrosius, konuşkan ve arkadaş canlısı Solucan, kafasında çok bilmiş bir kuş-şapkası taşıyan Bilge Adam, Hurdalıkta yaşayan Junk-Lady, elinde keskin dişli ısırgan canavarcıklar olan Muhafızlar, çirkin ama bir o kadar da sevimli Goblin'ler ise kukla karakterleri oluşturuyor. İzlemeye hala doyamıyorum...  24-01-201  



Ruhunu Şeytana Satan Kitapçı | Savaş Çağman

Hepimizin yumuşak bir karnı vardır. Hayatı solundan algılayan bizler, belden üstü Don Kişot, belden altı Küçük Prens, kendi ayak bağımız duygulanışlarımızla, elimizi kolumuzu bağlayan inan ve ikna zincirimizle, yükümüzü sürüye sürüye yaşarız. Simgelerimiz alelade putlarımızdır; gocunmayız onları inşa ederken. Gerçekle bile çelişse o ak pak değerlerimize tapınırız.
Tarihin bir cilvesi pillerimizi fulleyen, başımızı ömürlük yetecek kadar göğe erdiren bir Gezi Park’ı Direnişi yaşadık. Dayanışmayı, iyiliği, insanın gücünü, Türkiye’deki her siyasi düşünceden insanın yan yana oluşunun muhteşemliğine kapıldık. Güzeldi, özeldi, en deri anılarımızdan oldu. Gezi Direnişinin Youtube’a düşmüş çok nadide görüntülerinden biri Taksim’deki bir kitapçıya sığınmış kızı vermem diye feryat figan bağıran bir iş yeri sahibi kadının polis karşısındaki direnişiydi. Aradan geçen sadece iki yıl, aynı iş yerinde iki kasiyer kız polise satış yapmayı reddedince işlerinden apar topar çıkarıldı.
Bu resimdeki paradoks o kadar da zor anlaşılır değil. Bu ülkede kimlik en güzel satacağınız nesnenizdir. Tabii bir kimliğiniz varsa; Cemaat, Laiklik, Atatürkçülük, Solculuk, Dincilik, Kürt Milliyetçiliği ve liste böyle uzar gider. Kimliğinizin para ettiği bir karşılık varsa muhakkak trilyonlara dönüşecektir. Örneğin Bayrampaşa’da bir AVM’ de 3 Trilyonunu batıran bu aynı kitapçı gibi.
Kitapevi diyemiyorum, çünkü duvara yağlıboya tablo asmakla kitapevi olunmuyor, küçük esnaf mantığı ne yaparsa yapsın –cı, -ci türetim takısıyla tanımlanmak zorundadır. Vitrinini ve gösterisini sağlam tutanlar siz “a içim rahat, onlar da benden” şeklinde romantik hayallerle bu kitapçıya girdiğinde kimin cebine para koyuyor öğrenmesi de gerekli diye düşünüyorum.
Anneannemin bir sözü hep kulağımdadır; “İnsanlar yaşadıkları toprağa benzer”... Çok doğru bir söz bu, yazan da tanımlamasını sağlam yapmış. İnsanların aşağılık kompleksini ne yazık hiç anlayamamışımdır. Neden trilyonları olan biri hala bu haldedir, bende o para olsa böyle mi olurdum derim hep. İnsanlar geldikleri topraklara benzerler. Bunda bence bir sorun yok; ama bir dağ gelinciğini boğaz manzarasın karşısına koymak gelinciğe de, Boğaziçi’ne de yapılacak en büyük haksızlıktır bence. Her şey yerinde güzeldir. İstanbul taşradan çok göç alan bir şehir. Buraya insanlar sınıf atlama hırsıyla geliyor. Bu da çok şaşırtıcı değil. Ama siz hiç Keşanlı Ali Destanı izlediniz mi? Orada köccüg hanfendü diye kendini tanımlayan bir kenardan gelme, sınıf atlayan kızcağız vardı; ki bu komedinin en sağlam malzemesi olur. Örneğin Lüküs Hayat, sonradan görmelik için edebiyatımızda çok sağlam birçok eser de vardır. Dediğim gibi gelincik Kuzeydoğu Anadolu’nun dağlarına yakışır, ilk kuşak Alamancı olup sonra çocuklarını doktor, mühendis, hakim, savcı yapma sevdasındaki işini sağlama alma takıntısındaki taşralılığın İstanbul’a pek yakışmadığı gibi.
Bu taşralı kadıncağızlardan bazıları üniversitede solculuğu keşfeder; çünkü makyajla bile düzelmeyen ciltleri altında çirkinliğini söyleyen aynalar yüzünden. Herkes güzel olmak zorunda değildir. Ne ruhu ışıldayan çirkinler vardır aşkı bulan, doya doya yaşayan. Ama sevilmemiş, âşık olunmamış, sarılacak aklından başka bir artısı olmayan bir kadın ne de tehlikelidir. İşte onlardan eskinin solcusu, yenin hızlı kapitalistleri kolay çıkar. Kendilerini değersiz görüşleri kalın bir zırh gibi onları kaplarken, taşralılıklarını keman temrini yapar gibi bir dizi egzersizle kapamaya çabalarken, ruhları da kararmaya başlar. Her şeyi bilmek zorundadırlar, kibar olmak zorundadırlar, o ezber ettikleri İstanbul Hanımefendisi rolünden fışkıran taşralılıklarını çirkin gülümsemelerle kamüfle etmek zorundadırlar. Biliyor musunuz? Er ya da geç onlardan birini tanıdığınıza fena halde pişman olursunuz… Çünkü muhakkak sizin için biçtikleri bir tuzak, atacakları bir kazık mevcuttur; çünkü içlerindeki köylü kurnazlığı hiç ölmemiştir…
Ah zavallı yağmanın çocuğu Beyoğlu, ah defalarca peşkeş çekilmiş nar yanaklı Pera; seni teslim alanlar işte bu 1915’lerin, 1955’lerin fırsatçıları, ya o zihniyettekiler, ya da onların torunları. Kaldırın bakalım taşları Beyoğlu’nda altında ne engerekler çıkıyor.
Vitrinini sağlan tutan, bu inançsal dolandırıcı, ruhunu şeytana satmış kitapçının çalışanlarını nasıl sömürdüğü, yabancıya güvenemediği için akrabasıyla iş yapma mantığındaki kırsallıklarını, o sahte nezaketlerinin altındaki kalaycı şirretliğini, üç kuruş için ne şekillere girdiklerini, yolu hayatında bir kez oradan geçen herkes anlatabilir.
Para ve ciro hırsına odaklı bu müessese 2011’de Kaos GL satmayı reddeden homofobikliği görünmesin diye trans birey çalıştırmaya veya her Onur Yürüyüşü’nde Queen veya Lady Gaga çalarak kamufle etmeye çalışacak kadar da köylü kurnazıdırlar. O da yetmez “kanser olduğu için acıdık o yüzden çalışmaya devam ediyor” dedikleri altmışını aşmış bir kadını bilgi toplasın, yukarıya hafiye olsun diye sigortasız işte tutan bir zihniyete de şapka çıkartmak lazım gelmektedir. Kısacası her çaldıkları minareye bir kılıfları vardır.
Orada olmaktan utandığım çok günüm oldu insan onuru adına; ama bir tanesi var ki hiç unutamayacağım. İsmini asla açık etmeyeceğim bir kızı işe aldım. Babası vefat etmişti ve bu işe çok ihtiyacı vardı. Bu ruhunu şeytana satmış kitapçıyı ilkeli sanma gafletindeydi. Kız 9 günlük bir dönem çalıştı ve ihtiyacı olan parayı ay başında 9 gün olarak talep etti. Mesaisi haftalık 3 gün olduğu için parası yanlış olarak hesaplandı ve ona 6 gün parası verildi. Kızcağız hakkı için birkaç şey söylemeye kalktı, telefonda azarlandı, "ama hakkım" dedi, direndi onuruyla. Sonra yanlış hesaplandığı ortaya çıktı. Kıza "parası neyse verelim" dendi inanılmaz bir kabalıkla. Kız da "benim gururum var" dedi ve işten onuruyla ayrıldı.
Aynı şekilde görevi sadece hafiyelik olduğu için orada tutulan ve şımartılmış bir zavallı yaşlı kadının, 2 çocuğuna bakan ve bu paraya çok ihtiyacı olan bir mutfak elemanını sözle yıldırarak işten kaçırmasında yaşanmıştı. Yönetimdekiler “aman o da dayansaydı” gibi omuz silkilerek söylenen tümceler sarf etmişti.
Hepimiz bu hayatta kalmak için işlere ihtiyaçlıyız. Hayatımızı, zamanımızı kiraya veriyoruz. Onurumuzla yaşayıp onurlu kalmaya çabalayarak. Hakkımız yendiğinde, yasalara uymayan şeyler yapıldığında dik durmaya çabalıyoruz. Ama bazen olmuyor. Tadımız kaçıyor. Ben bu ruhunu şeytana satmış kitapçıda, onlara geldiği yeri anımsattığım için, şamar oğlanlığını kabul etmediğim için, olduğum ve inandığım ilkelerim yüzünden işten el çektirildim, yine de sustum. Ama birinin artık konuşması lazım; çünkü sustukça kazanan bu ikiyüzlülük oluyor…
Hayatımda utandığım şeyler yapmamaya çalıştım. Tabiî ki hatalarım oldu. Tabiî ki bir işi beceremediğim oldu. Tabiî ki bir işten atıldım. Ama bu hep bir nezaket ve usulünce oldu bir merdiven boşluğunda bana neden işten çıkarıldığım açıklanmadan değil. Soranlara ben de “işten ayrıldım” diye hava atabilirdim. Ama henüz o kadar ikiyüzlü, oyuncu olamadım, hala kendimim, hala inancıma göre alçak gönüllülükle yaşamaya çabalıyorum. Sadece hayatımın bu altı ayından utanıyorum; bu ikiyüzlülüğün bir parçası olduğum için…- 12-01-2015

Liu Li Chang ve Faik Paşa Yokuşu | Savaş Çağman

Çukurcuma'ya Galatasaray yönünden gelirken en sevdiğim mekanları bir bir geçerim. Bir ara Zen'in sığınağı olan Anabala Pasajı, 1990'ların sonunda punk-hardcore tayfasının devam ettiği Atlas Pasajı - geride kalarak konuya katılmamayı tercih ediyorlar. Enfes Japon baskıların olduğu bir antikacı, galeri, Kontrplak mağazası, Yunan Elçiliği geçince yol sağa kıvrılır bir hoşor kantocunun beli gibi. Burası Faik Paşa Yokuşu'dur. Elinde meşhaleler tutan kararmış kadın heykelli edikülleri ile nefis binalar karşınıza çıkar. Edikül; şu bina yüzüne heykel koyabilmek için kullanılan girintilerin mimari ismi. Genelde eskiden heykel olan ediküller İstanbul'da çıplak durur, mesela Demirören AVM garabetinde olduğu gibi, ama bu sokakta asla... Her yer antikacı, galeri, küçük coffee-shop'lar. Faik Paşa Yokuşu yol alırken, biraz ferahlıyım diye Hayriye Cadde'sine bağlanırken, tam o sırada Hüseyin Rahmi Gürpınar'a ait "Mertes" romanının kahramanı tannan madmazel Parnas karşıma çıkacağını diye heyecanlanırım; ama sadece benim "Franklin!" diye seslendiğim ilgisiz siyah-beyaz kedi ile karşılaşırım; tüm siyah beyaz kediler bana Frankin'dir nasılsa. Veyahut "Tutuşmuş Gönüller" romanındaki ailelerinden firar edip Beyoğlu'nda ev tutan iki kızın, ha şuracıkta Hayriye Caddesi'nde ikamet ettiklerini düşünürüm. Bir antikacı vitrinindeki Çin porselenleri, at heykelleri bana Pekin'deki Liu Li Chang sokağını anımsatır. O sokağın Tibet çanı tıngırtıları, burada araba kornasına karışır. Biri yokuş diğeri dümdüz bir yol iken neden bu çağrışım başıma dert olur? Bence iki sokak, kardeş sokak ilan edilmeli ve ben ikisinden birinde sonsuza dek yaşamalıyım. Faik Paşa Yokuşu'nda aşkı büzüşeciler tekerlemesini Tophane'ye dek yuvarlamak isteğindeyim, söz biter yazı ise lavanta kolonyası gibi püf diye uçar gider... | 17-12-2014 Çukurcuma


Kibir En Sevdiğim Günah | Savaş Çağman

Bu ülkede benden örnek bazıları hiçbir yere sığamaz. Ne yeterince bir siyasi görüşe ait, ne yeterince bir sınıfa ait, ne yeterince buralı, ne yeterince oralı'yızdır. Hayatı eylemek, birkaç biriktirdiğimiz şeyi kovalamak, saz şairliği, tamamen gerçek dışı Don Kişot zırhları kuşanmakla geçer ömrümüz. Yakın dostum Ömer İpek vefat ettiğimde yaptığımız sohbetlerde beliren ne bir köşemizin, ne bir cephemizin, ne bir cemaatimizin olduğunu anımsamaktı sadece... Bu hayatta bir yer edinmek kaygım olmadı, bu hayata bir anlam katayım, bir fark yaratayım kaygım oldu; o yüzden mis kokulu aşkların, güzel seslerin, incelikli şarkıların, mürekkep izinden harflerin, rizayat erbabının miskinliğinin, sanatı, edebiyatın peşi sıra gittim... İncelikten geberdim, Ömer de incelikten öldü... Bildik de ne oldu a dostlar? Hiç klanımız olmadı ki! Aslında kimsenin bize ihtiyacı yok ki! Bir fark yaratmak için çırpınırken, pırıl pırıl gençlerle iş arkadaşı olmanın sevinciyle didinirken, bugün şunu iyi yaptık gibi ayrıntılara kendini kaptırırken, resmin büyük kısmını göremiyoruz; kibrini hayat biçimi yapmış bir çirkinliği göremedik... Aynı Ömer gibi, kaç kere iyi niyetle başladım, kaç kere alaşağı edildim, saymaktan yoruldum; aşk dedikçe sadece nefret buldum... Sığamadık dostlar bu dünyaya, ödünç nefesler aldıkça hep böyle olacak... Bizler, hiç bir klana üye olmayanlar, onuncu köye gitmeye meyilliler... İçimde hiç umut yok, ama çokça hayatta kalma isteği var... Ömer'e selam olsun, senle söylediğimiz, birbirimize takıldığımız, her ana... Direniyoruz be dostum yanına gelene dek... Ne yapalım direnmekten başka bir şey bilmiyoruz ki... | 12-12-2014 İstanbul

Üç Uyduruk Çin Masalı | Savaş Çağman




| 2012 İstanbul



Git Düşün Ve Sonra Geri Dön! | Savaş Çağman

     Batı Uygarlığı, tarihi, Tevrat’tan kaynaklanan bir eğilimle çizgisel bir istikamette ilerleyen ve kesin amacı olan bir nitelikte tanımlar. Bu tarih kavrayışı onu kişisellikten ve tanımsızlıktan kurtarır. Oysa herkes bilir ki tarih tekrarlardan ibarettir. Bu tekrar, çizgisel tarih akışı üzerinde oluşan fiyonklar ya da geri dönüşler midir? Yoksa tarih döngüsel bir çember midir? Bu kitapta tartışılmayan bir mesele tarihin niteliği… Ama bu yazıda, bir ses renginin zaman içinde revaçta oluşu, gözden düşüşü ve tekrar gündeme gelişi anlatılacak.
     İnsan sesi, çalgıdan da önce bir müzikal ifade aracıydı. Ses kişiseldir. Aynı parmak izi gibi kişiye özgüdür. Bu kişiye özgü tınıya ses rengi diyebiliriz kısaca. Aslında ses rengi için çok uzun bir açıklama yapılabilir. Ya da her müzik türü bunu farklı tanımlayacaktır. Ses rengi, söyleyenin yani şarkıcının burun boşluğu, damağı ve hançeresiyle şekillenir. Ses dalgaları bu yayıldığı, çarpıp kırıldığı boşlukta biçim alır. Aynı telli çalgılarda olduğu gibi gerçekleşir bu olay. Nasıl telli sazlarda, çalgının yapıldığı ağacın sertliği, sazın iç çeperindeki alan ve gerilen telin muhteviyatı çıkacak sesi belirliyorsa, şarkıcı için de ağız-damak, burun içi boşluğu ve hançerenin biçimi ses rengini oluşturur. Ses rengi, cinsiyete, kökene göre bir yapı sergiler, tamamen neredeyse kalıtımla ilgilidir.
     Geçmiş, şu an, gelecek yan yana yazıldığında, bu üçü arasında eğilimlerin yolculuk ettiğini ya da tekrarlandığını görüyoruz. Bu eğilimler sanata, uygarlığa biçim vermekte. Batı uygarlığındaki başat eğilim, adeta hayali bir geçmişe, bir ulaşılmaz altın çağa saplanmış kalmıştır. Batının, daima kendini ona göre akort ettiği titreşim, Klasik Roma-Yunan uygarlığından kaynaklanır. Sanat ya da sanatçı ne zaman bundan uzaklaşsa, yeni bir akımmış gibi Klasik Roma-Yunan düşüncesine atıfta bulunan, yeni isim konulmuş bir tekrar yaratılır. Bu döngü içinde, bir öncesinde yer alan unsurlar tekrar gözden geçirilir, yenisiyle değiştirilir. Tabi alışkıl müziksel anlatımda yeni bir ifadeyi simgeleyen On İki Ton Tekniği, Somut Müzik ile plastik sanatlarda ekspresyonizmle başlayan ve figüratif anlatımı bütünüyle terk eden kopuşu bunun dışında bırakırsak, bu tümüyle böyledir diyebiliriz. Eski olan yeniyle değiştirilirken, tanımlar geleneğe karşı tekrar yazılırken aslında fotokopinin fotokopisi çekilir. Erkek Alto şarkıcının başına gelen de işte budur; yenisiyle değiştirilme.
     Chomsky’nin de işaret ettiği gibi fiziksel bedenin içyapısı dünyanın her yanında aynıdır; iki yüz sekiz kemik, iki böbrek, dört uzuv, bir kalp ve diğer organlar. Ancak oyun, çalışma gibi bedenin dış aktiviteleri kültürden kültüre değişir. Nakletme muhakkak dönüşme ve uygulama süreçlerinden geçer, gelenek olan her şey değişerek aktarılır. Bu değişimde dönemim beğenisi, yaşamsal mekân, sanatın üretildiği kaynak, üretim biçimi ve nedeni büyük rol oynar. Çağın koşullarındaki eğilimler çoğu zamanda öncüler yönlendirir.
     Şarkı ve şarkıcının işlevi de bu oynak zeminde kimi zaman yerini bulup hareket etmemiş, çoğu zaman da yerini aramıştır. Batı çoksesliliğinin oluştuğu dokuzuncu yüzyıldan itibaren, şarkıcılar arasında kategoriler, üst başlıklar oluşturma zorunluluğu hâsıl olmuştu. Fena halde tasnifçi batı bu zorunluluğu kendince oluşturduğu kavramlar sözlüğüne yazmıştır. Böylelikle insan sesi kadında tizden pes sese soprano, alto, kontralto; erkekte ise tenor, bariton, bas olarak isimlendirilmiştir.
     Batı neden böyle bir tasnife gitmiştir? Bunun en büyük nedeni çalgısal olanak dediğimiz olguyla ilgilidir. Çalgısal Olanak, enstrümanın ses genişliğine işaret eder. Yani çalgı hangi pes notaya iner, hangi tiz notaya çıkar, ama bu olurken ifadesi bozulmayan veya karakteristik alanı nedir? Bu bilgi pek tabirdi ki dinleyici için değil, besteci ve icracı içindir. Besteci bu sayede çalgıyı tanıyacak ona göre ezgi veya kompozisyon üretecektir. Aynı süreç şarkıcı için de geçerlidir. Besteci sınıflandırmanın sınırı dâhilinde eser üretir. Bunun yanında erkek sesinde tenor âşık rollerini, bariton iyi arkadaşları, aile mensuplarını, babayı, bas ise kötü adamı canlandırsın diye kodlanmaya başlamıştır. Aslında kilise müziğinde cennete yakarış tiz ve çocuksu billur seslere yönelirken, bas seslerin cehennem ve dünyevi anlatıya işaret ettiği bir kültürel kodlamadır bu. ki Asya’da uhrevi müziğin tam ters bas seslere yönelmesi, bu kültürel seçimin başka bir biçimidir.
     Ne yazık ki sınıflandırma yanında çelişkileri de getirir. Daha önce de belirttiğimiz gibi insan sesi parmak izi gibi kişiye özeldir. Bazı sesler bu sınıflandırmanın içine sığmaz en başından beri. Bizim gibi iyi dublaj yaparak batılılaşan toplumlarda bu katı tasnif harfi harfine benimsenir, uygulanır. Sınıflandırmaya uymayan parçalar bedenden derhal, acımasızca ayrılır. Şan eğitimi sırasında bolca gözyaşı dökülür, afoni durumu oluşur, nodül sahibi olunur, larenjit ve farenjitle tanışılır, hatta ahbaplık kurulur.
     Erkek sesi eğer doğaya müdahale edilmemişse yirmili yaşların ilk çeyreğinde olgunlaşır. Şarkıcının hançeresi, göğüs çeperi, boynunun uzunluğu kafatası biçimi, burnu, diş ve ağız şekli onun ses renginin oluşmasında önemli unsurlardır. Hatta buna iklimi ve beslenme biçimini bile ekleyebiliriz. Kuzey soğuk iklimlerinde bas ve bariton sesle sıklıkla karşılaşılırken, Akdeniz havzasında bolca tenor sese rastlamış olmak tesadüf değildir.
     Erkek şarkıcı şan eğitiminde daha şanslıdır denir. Çünkü diyaframa nefes almaya karşı doğal bir eğilimleri vardır, bu eğilim de genelde kaybolmamıştır. Bedeni doğum için tasarlanmış kadında diyafram daha dardır. Ama erkek şarkıcının başında büyük bir bela vardır: ergenlik. Ergenlikle birlikte erin bedenine oldukça yabancı çatlayan, kararsız bir sesle karşılaşır... Bu dönemde seste zorlamalar kalıcı hasarla sonuçlanır, bu yüzden şan eğitimine bu yaşlarda ara verilmelidir. Sesin çatallaştığı yıllarda kesinlikle şarkı söylenilmemelidir.
     Doğada tizden pese erkek sesi, tenor, bariton ve bas olarak sıralanır demiştik. Fakat doğa içinde, müdahale olmaksızın, nadir olarak erkek sesinin en tizi olan tenor sesten de tiz bir ses bulunmaktadır. Bu ses renginin adı; Fransızların verdiği isimle contreténor ya da haut-contre, İtalyanların verdiği isimle contretenor, İngilizlerin verdiği isimle male alto, yani erkek ses aralığın en tiz partisini söyleye bilen erkek alto ya da başka bir değişle kontrtenor sestir. İşte bu kitabın konusu da dosdoğru budur.
     Düz, titreşimsiz, cinsiyetsiz, kadife yumuşaklığında, billur şeffaflığında bir ses rengi! Evet doğada az rastlanan bir ses rengi! İlkin revaçta, sonra gözden düşen ve tekrar ihtişamla geri gelen bir ses rengi! Bu kitapta da sayacağımız yaklaşık yüz erkek alto şarkıcı halen icra-i sanat eylemekte. Yeryüzü üzerinde her şey işe yaradığı sürece varlık gösterir, hatta bu yüksek sanat bile olsa. Bir sanat eseri, eğilimi, yaklaşımı ona yüklenen anlamla var olur. Her eski, yeniyle yer değiştirir. Bunlar kaçınılmaz olanlar. Ama unutulmamalı ki, her gözden düşen tarih içinde yitip gitmez, bazen tekrar anlam kazanabilir.
     Bazı düşünceler biz “hadi canım daha neler” derken mezarından çıkıp karşımıza dikilebilir. Hendel’in ünlü operası Guillio Ceasare’ın birinci perdesi, altıncı sahnesinde Cleopatra’nın hain kardeşi Tolomeo’nun, silahtarı Achilla’ya söylediği gibi anlatıyorum erkek altoların hikâyesini: “Vanne, pensa e poi torna!” (Git, düşün ve sonra geri dön!) | 2014 İstanbul



Bahçende Kaç Ağaç Var? | Savaş Çağman

     “Bahçende kaç ağaç var, aslında bilmiyorsun?” 
     Söylediği buydu tastamam, yüzüm düşmüştü. Anladı memnuniyetsizliğimi. Gülümsedi bilgece, konuşmadan önce. Sayamadığından değil, ilgilenmediğinden, dedi. E ne olmuş der gibi omuz silktim. İkinci tümcesi sanırım daha yaralayıcı olduğundan. Bahçeni tarif etmeliyim biraz burada; ıhlamur, kiraz, falan filan… İnsan bildiğini tarif eder, ben biliyor muyum bahçemi? Aslında haklı, bihaberim. Ihlamur nerde? Nefes aldığı yaprakları ne renk? Kiraz beyaz çiçekli mi? Daha bir sürü belirsiz şey. El yordamıyla tanımak da olabilir. Ama kolay değil, her gün gördüğün bir şeyi tanımak…
     Hatırlamak için gözlerimi kıstım. Kırık fayanslı boş havuz, yanında bodur şimşirler. Bunu hatırladım kolayca. Sonra dalları havuza doğru eğilmiş çam ağacı canlandı zihnimde. Solda bir tane daha, eder iki. Gözlerim kapalı hatırlamaya zorlanarak sayıyordum; bir, iki, üç… Gözlerimi sevinçle açıp beş dedim. Bahçemde beş ağaç var. Emin misin der gibi bakıyordu. Bir şey demiyordu. Bekledikçe emin olduğum sayı bir eksildi, bir çoğaldı. Sonunda emin olmadığım açığa çıktı.
     Ağaçların sayısında karar kılmaya çabalarken, sözümü kesti. Tamam, o zaman diyordu, madem hatırlamıyorsun, bahçenin duvarlarını anlatsan ilkin, dedi. Ağaçlara odaklanmışken duvar da nereden çıkmıştı. Duvar ne işe yarar bilir misin? İkiye taksim eder. Hem sordu, hem cevaplamıştı bir çırpıda. Duvar denince benim aklıma güven duygusu gelir dedim. Nedenini sordu. Çünkü yüksektir, dedim. Çocukken güvenle bu bahçede oynadığımı, duvarların sınırladığı bu alanda nasıl da huzur içinde olduğumu anlattım. Dudak büktü. 
     Duvar seni hep korudu mu diye sordu. Duvar esarettir, duvar korkak yapar gibi bir basmakalıp şey söylemeliydi. Eğer deseydi o zaman hemen lafı yapıştıracaktım… Ama dedim, duvar olmasa bahçe de olmaz. İşte şimdi ikiye taksimi anladım, dedi bilgece gülerken. Sen bahçende kaç ağaç var bilmezken duvarı biliyorsun sadece… Bazıları sınırlara odaklıdır. Bu çok şaşırtıcı değil aslında. Bir süre sessizlik oldu, sonra acelesizce sormaya başladı.
     Duvara bakıyorum, soruyor kıyasıya, sana ait bahçende neler var? Sayıyorum, ama beni durduruyor. Hissetmiyorsun, hatırlamıyorsun diyor. Hayır. Bir şey daha diyorum. Hayır. Allak bullak olana dek, her dediğim çürüyene dek, savunma mekanizmam yerle bir olana dek, soruyor, soruyor, soruyor. Sonra bakıyor, yanıtsız ve bomboş gözlerle ona bakıyorum, anlatmaya başlıyor; 
     Bazen iki göze rağmen görmeyiz. Soruya bakma, sorunun amacına bak. Hatırlar mısın çocukken geceler ne kadar büyüleyiciydi? Tadına baktığın her şey bambaşkaydı. İlk tattığın o kırmızı kiraz, hatırlıyor musun? Sonra yıllar geçti, şimdi kiraz o ilk kiraz gibi değil. Diyorsun ki, yetiştirilme koşulları, bozuyor tadı suni olan her şey. Aslında meyvelerin tadı hiç değişmedi, sadece köreldin. Sonra ilk kez gördüğün binalar, işittiğin bir şarkının ilk sözleri, ilk heyecanlar sence hepsi neden değişti. Aslında senin halin değişti. Geri çağıramadığın, unutulmaya yüz tutan ilk deneyimler. Geri çağıramadığın için göremiyorsun, tadamıyorsun, işitemiyorsun. O yüzden görüyor muyum, tadıyor muyum, işitiyor muyum, yaşıyor muyum demen lazım.
     Bahçeye gelince, o senin her gün tanık olduğundur. Peki, tanıklığının bir değeri var mı? Ya da sen tanıklığına bir değer biçiyor musun? En önemlisi tanık olduğunun farkında mısın? Eğer her gün tanık olduklarına körleşmeye başlarsan, bil ki senin yerine başkaları görmeye başlar. Derler ki o kiraz var ya kırmızı değil mor. Bir kitaba da yazarlar belki bunu. Herkes ona mor der. İtiraz edesin gelmez. Çünkü senin yerine yaşarlar. İtiraz edebilmelisin. Çünkü en iyi bildiğin sensin. Ama bunu fark etmezsen, başkalarının gördüklerine baka baka, görmeyi unutursun. Bazen görmek başkasının kelimeleri ile olur; ne olur kelimelerle görme, gözünle gör. Başkasının gözü, başkasının kulağı olmaya bayılır insanlar. O zaman kendi deneyimin olmayan şeyler senin deneyimin sanırsın. Tatmadığın meyvenin tadından haberdarsın, ama sonuçta tatmadın. 


     Bahçene gelince. Nedir bahçe? Orman mıdır? Tabiî ki değil. Bahçe senin doğadan ödünç aldığın, duvarla çevirdiğin, ilgilendikçe ehlileşen, ilgilenmedikçe aslına dönen bir kesittir. Sen onu duvarla ayırdın, hem gözlerden, hem düşmandan, hem de asıl ait olduğu parçadan. Bahçende ne var ne yok, duvarla ayırdığın anda o yabancı olmaktan, yabanıl olmaktan çıkar. Ve işte sen o yüzden ona körleşirsin. Bilmezsin bahçende kaç ağaç var? | 2014 İstanbul 

Osmanlı Pastiji Modası | Savaş Çağman

     Hadi kaleme kâğıda sarılın. Neden siz de bir Elif, bir Oktay olmayasınız? Biraz cesaret ey okuyucu, burada Sen-De-Yap (Do-It-Your-Self) estetiğini Osmanlıca kavra; Bizati-Kendin-Eyle! Osmanlıca parçalamak veya paralamak için size bir Osmanlıca Lügat öneriyorum. En yakın sahafta 10 lira civarı. Bu konularda yazmak içinse özellikle bir, bilemedin iki kaynak kitap edinmelisiniz. Mesela, Ermenilerle ile ilgili nostaljiden sararmış tümceler kurmak istiyorsanız Mıgirdiç Magrosyan öykü kitapları alıp, hap gibi kopya çekebilirsiniz. Hangi dönemle ilgili tarihi saçma yaratmak istiyorsanız, bir iki kelime veya birkaç mekân adı bilmeniz yeterli olacaktır. O kadar da zor değil, hadi az cesaret!
     Ülkemizdeki edebi sferin, son on yılın Osmanlı Pastiji yapma ruh halinin şeytan çıkarması ve bin bir dua, içimden atmayınız, sakın. Daha da ruhunuzu ele geçirsin. Örneğin tarihle kopukluğunuzun yarattığı örselenmeyi, aslında “Teyyare” yazan bir had örneğini Kur’andan alınmış bir ayet sanarak, hislenip gözyaşı dökerek harlandırabilirsiniz. Bir kelimesini bile bilmeden Mesnevi sizin tüylerinizi fora yapabilir. İşte şimdi Osmanlı Pastiji yapma konusunda kıvama geldiniz. Ha gayret!
     Bu konudaki gayretkeşliğinizi bir yardım ile taçlandırmak istiyorum. Aşağıdaki metin örneğini yazmak için Clarence Richard Johnson adında bir papazın 1920 yılında ziyaret ettiği İstanbul’u anlattığı kitabı kullanmayı seçtim. Kitap, ayartıcı bir sürü hikâyeye gebe alt yapı ile dolu. Kitapta kulüpler, kerhaneler, tiyatrolar, yardım kurumları, mülteciler ve daha niceleri yazılmış. Dönem senaryosu yazacaklara, aman ben de bir Osmanlı Pastiji yapıp Elif’ler, Oktay’lar kervanına katılayım derseniz başucu danışma kitabınız olabilir. Kitap işgal İstanbul’unu anlatıyor. Ama zaten II. Ahmet dönemi hakkında yazacaksınız, kuzum kasmayın, saçmalayın gitsin; “Kusanlar” koyun kitabın ismini, neyin olmadığı dönemde nısfiyenin olduğunu nereden bilecek 1990 kuşağı, sallayın canım, sallamaktan salıncak peyda edin. Hah işte böyle!
     Lakin naçizane, alçak gönüllülük isimli samimiyetsizlik kod adlı Milli Sporumuzu icra ederek, size de örnek teşkil edecek bir öykücük yazmaya niyetlendim. Hadi uygulamalı anlatmak için işkembe-i kübradan sallamaya başlayalım;

     Kumkapıda’ki Asbarez Derneği abanoz kapısında sabırla nöbet tutan Servet, Hasköy’deki Azadagan Derneğinin tabelacısı Tavit’in burada olabileceğini düşünüyordu. Şiirden haz eden Tavit, Kumkapı’daki bu derneğin Konferans Kulübüne üyeydi. Çat pat Ermenice’si ne kadar yeterse siyasi, sanat, felsefe ne bulursa dinliyor, kendini geliştirmeye çabalıyordu. Servet, Üsküdar’da amcazadesinin evine giderken Ardavazt Tiyatrosunun tam kapısında Tavit ile çarpışmıştı. İki aceleci genç kıyasıya bir kavgaya tutuşmuş, ağızlarını, burunlarını kırıp karakolluk olup, o geceyi de nezarette geçirince nedense düşmanlık ahbaplığa meyletmişti.
     Tavit, tabelacıydı. Servet ise işsiz bir ressamdı, ama güzel yazıdaki mahareti onu had sanatına da yöneltmişti. Tavit, Servet’e;
      “Eh pek maktu, Osmanlıca alamet-i farikaları pek tabi yazabilirsin,” demişti. İşte o günden sonra, Fransızcanın Latin, Sefarad İspanyolcasının İbrani, Rumcanın Yunan, Ermenice’nin Ermeni, Osmanlıcanın da Arap harfleriyle raptını bu iki kafadar bölüşmeye başladılar. Limonata markası Merkür için bir Kumkapı, bir Üsküdar, bir Pera birkaç bakkal dükkânı ve ya pastaneye iş yapmışlardı. O hafta ceplerinde para vardı. Tavit, soluğu Kumkapı Asbarez Derneği’nde, Servet ise Galata’daki Brüksellinin Keranesinde almıştı.
     Servet, kerhanenin avluyu anımsatan girişinde bir sarma cigara tellendirdikten sonra henüz Küçük Amelya’nın kalçası gibi kavisli yokuştan Galata’yı terk etmiş, Kumkapı’ya gitmenin bir yolunu bulmuştu. Tavit, hala konferansta. Çıksa da direklerarasına yakın bir yere damlasalar, önce ziftlenip sonra Şano’ya çıkan bir hoşorluğu meşhur Kantocu Marika’yı izleseler. Tavit Bezazyan ise hala ortalarda yok…

     Öykücüğün hemen içinde Ermeni ve Türk iki karakter ile bir edebi çatışkı alanı yaratıyorum. Tabiî ki bu bir Elifgillerden annem bir fincan kahve istedi ruh halidir. Elifgiller, gençlik yıllarında üniversite kampüslerinde Beyaz Türk oluşlarının utancını gıdıklayan Aleviler, Kürtler veya tanımaya çok can atıp tanışınca da tahnit edilmiş ve içi pansuman pamuğuyla doldurulmuş bir av hayvanı muamelesi yaptıkları Rum, Ermeni, Yahudi arkadaşlar edinmeye gayret gösterir. Elifgiller 1915, Mübadele, Eylül olayları ve bir dizi pogromu kendi Beyaz Türk kökenleriyle bağdaştıramayacağı için kendince bir oyun edinir. Ki oyun kimliğe sirayet edince Türk Milliyetini Michel Roux’dan öğrenmiş Ziya Gökalp suniliğinde bir siyasi görüşe gebe kalır. Ya dokuz doğurur Elifgiller, ya ölü doğum yapar, sayelerinde birçok kişi de sütten kesilip edebiyattan soğur. Elifgiller, “Atina Tuz’un Var Mı?” okuyunca kendini Mıgirdiç Magrosyan sanabilir, olsun zaten onların ruh hali hep sanma değil midir? Osmanlı’da hemen hemen hiç rastlanmayan, az rastlanınca da müzeye konulası sosyal geçirgenlik bazı yazarlara haziran ayı pervanesi gibi yapışmış halde.
     Öykücüğümde, Elifgiller taklidinde usta olduğumu ilan etmeliyim. Öncelikle okuyana 1920 hakkında her şeyi bildiğin süsü verme konusunda ustayım. Oysa dediğim gibi bu sadece bir kitapta altını çizdiğim şeyler. İki kafadarın karşılaşma ve kaynaşma öyküsünde elimden geldiğince samimiyetsiz bir taklit var. Kelimelerin eskisini, fikirlerin de aparılanı seçtiğinizde siz de bir Osmanlı Pastij yazarı olabilirsiniz. Tarihi roman terelellisinden, tarihi fantazya saçmasına dek çok geniş bir palette saçmalayabilirsiniz. Mesela;

     Servet, kerhaneden geldiğinden midir, yoksa tepebaşında, faytoncu kahvesinin hemen önünde boyun kısmından onu fena halde emen bir upir yüzünden midir bilinmez oldukça yorgundu…

     Yani burada olaya vampir yerine upir diyerek az fantazya da katmış oluyorsunuz ki bu da sizi Elifgillerden Oktaygillere terfi ettiriyor. Bir sürü zorlama, mega ıkınma, ıkınmaktan beyin basuru olmuş haller takınıp istediğiniz kadar yardırabilirsiniz. Servet’in kanatları çıkar falan, Elifgillere öykünmekte kararlıysanız Servet ve Tavit arasında dudaktan kalbe, lakin alt metinde aslında homofobik bir masal da tüttürebilirsiniz, orası size kalmış.
     Burada sanmayın ki bir arazı anlatıyoruz. Aslında aksırık gibi bir şey anlattığımız. Sadece biri Frenkistan’da aksırınca burada vereme dönüşen bir edebiyat algınlığı. Nedir efendim bu arazın nedenleri? Öncelikle kesintililik yüzünden bu nostaljimiz, çünkü harf bazında ve anlam bazında, hem de dil bazında geçmişten kopuş/koparılmış bir haldeyiz, denen klişeyi dilime sarmayacağım. Bu başka dilden kelime söyleyince gururlanma halleri inanın 6ncı Yüzyıl Turfan belgelerinde bile var. Uygur Blok yazmalarını kaleme alan kalemşör, çeviri yapmaya üşendiği için mi, yoksa vay yazayım da halk (bu kelimedeki L harfi lütfen Bülent Ersoy’un ince L’si olsun) anlamasın diye mi Soğd Dilinde alıntılar yapmıştır, bilinmez. Çince’den aparılmış gök kelimesinin Tanrı kelimesine mi meyletmesidir, bilinmez, sonuçta Xiao Shou hala dilimizde Çinli gelin olarak “çarşı” diye çağrılır. Çok travmalı değil, çok katmanlı bir kültür olduğumuza aşina olmak hiçbir şeyin ucuz nostaljisine katılmayacağımızın garantisidir. Bizim aydın kesim Hacivat prototipi olduğundan mebnu, olabildiğinde alıntı ve akrostij hastası olma eğilimindedir. Muhakkak aydın zat-ı muhterem aykırı, zorlama, kasma bir şeyler yapmalıdır ki aydın olsun. Bakınız Hacivat, bakınız Hacı Cavcav…
     Görüldüğü üzere, memleketimizde pek bir moda olan Tarihi Kurgu yazmak, aslında o kadar da zor değil. Yukarıda tariflendiği gibi bir, bilemedin iki tane belgeden yer isimleri apararak, konuya pek Osmanlı’da rastlanmayan sosyal geçirgenliği, sanki varmış gibi kurarsanız, az aşk, az gerçeküstü, az falan filan, işte size abur cuburdan bir ana yemek pişirebilirsiniz. Öncelikle şu pek hayranlık duyulan Elif’li, Oktay’lı meselede iki lakırdı etmek için yazmadım; sadece okurun Elif’li, Oktay’lı zevkine bir sabotaj olsun diye yazdım. Sen de yaz, travmanı kaşı… | 2014 İstanbul



Ah Zavallı Kardeş | Savaş Çağman

     Arthur Rimbaud ismi ile karşılaşmam bir büyülenme anıyla anlatılabilir. Başkentin orta yerinde kendine radikallerin toplandığı, tabaklanmış deri ve fena halde sanat kokan Aykırı Kumralı sokakta bir yayınevindeydi bu an. Yayınevinin arkası müdavimlerin sohbetleri için bir gizli bahçeydi. Hemen her gün, yılmak bilmez bir hacı gibi ziyaret ediyordum kutsal toprağımı. Kitaplara dokunmak bile bir uyanma hazzı yaratıyordu bende. Yayınevinden içeriye girdiğimde, kitapları karıştırma, küçük burjuva ahlakım izin verirse bazılarını aşırma niyetindeydim. Ama bu fazla evcil radikal o kadar cesaretli değildi. Kitabın beyaz kapağında, deli mavi gözleri pırıldayan, saman sarısı saçlarında bahar tomurcukları bir şair resmi vardı. İsmi okudum iyi zımparalanmış Fransızcamla; Arthur Rimbaud… Kitabın kapağını araladım hayatıma hangi kapının açıldığını bilmeden. Okumaya daldım. Kitabın adı Cehennemde Bir Mevsim’di. Birden samyeli sandığım o sıcak rüzgârın zalim cehennem yalımları olduğu için yüzümü yaktığını anladım. Kırlarda vardı devedikeni moru ile bezeli, aşk da vardı, isyan da vardı, hüzün vardı en çok içinde… Arthur Rimbaud, kelimelerin sihriyle beni sarıp sarmaladığında cebimdeki tüm parayı verip kitabı aldım ve Uzak Banliyö’deki baba evine tabanvay gitmek zorunda kaldım.
     Hatırladığım kadarıyla vaktiyle, hayatım bir şölendi, tüm gönüllerin açıldığı, tüm şarapların aktığı bir şölen diyordu taçlanmış şair Cehennemde Bir Mevsim kitabında. Bu şiirsel öngörü, onun kâhinliğiyle hayatıma sirayet etti. O zamanlar fark edemedim bunu. Yaş almam gerekmişti yaşlanmadan. 1988 benim hayatımın şöleni oldu. 1988, saç uzatılan, sakal tüttürülen bir yıl değildi sadece, orta sınıf radikalliğinin evcil hamleler üretirken kendini Bohem zanneden zamanlarıydı da. Rolümü güzel oynuyordum. Rolüm ben oluyordu. O yüzden rol olsa da oyun, oyun olmaktan çıkıyor hayat oluyordu. Doksanların sonuna dek Başkent ve Uzak Banliyö’deki evin en arka odası, balkonları okumaların, yazmaların, çizmelerin, söylemelerin yaz bahçelerini kurdu. HDTCF’nin önünden sarhoş yürürken gördüğüm pırpır tayyarenin kanatları yüreğime batmadan önceydi olanlar.
     Kaçtım uzaklara ey büyücüler ey sefillik ey kin hazinem size emanet derdi aşkımın isim babası Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim’de öyle sıradan bir olaymış gibi kolayca. Bu kelimeler bana yolculuğu öğretmişti. Hazinem neydi? Bana kalan ucu eprimiş anımsalar mı? Utah’taki ya da başka bir çöl eyaletinin üniversitesi örnek alınarak yapılmış, bozkıra ters çok uzak kampüste miydi? Olumsuz ergenliklerdi sadece bu öykünme halleri. Kimsenin olmadığı erken saatlerde Güzel Sanatlar Fakültesinin önünde durup platonik aşkımın gelmesini beklerken kanyak içmeyi radikallik sandığım yıllardı.
     Bir tavşan evliya otları ve kımıldayan çançiçekleri arasında durdu ve örümcek ağının arasından gökkuşağına bakarak duasını yaptı derdi Tufandan Sonra kitabında. İllegal bir aşk hali giyinmiştim, ben şehirde yürürken trafik duruyordu, burnumdaki küpenin pırıltısından diyordum. Tavşan ürkekliğiydi aslında, kimse farkında değildi. Kavgacı olmayan bir şiddet denemesiydi. Hep içe, hep içe doğru ve suskun…
     “Ah Zavallı Kardeş!” başka bir şiirinde Serseri’lerde Verlaine’e belki de acıma sözüydü. Göğsümde bir dövme-slogan olmasını çok istedim; Ah Zavallı Kardeş! Fırtınaların şairi, aziz topukları ile ezilmiş şarabın denizinde mucize ile yürüyordu, bu mor lekeler belki de apsent yüzündendi kim bilir. Onu okumak bir aşk haliydi. Bu kendinden geçişi Haşişi Kalesinde bir çömez gibi kabul ediyor, onun sesini Lauréamont’un uğursuz şarkılarına eşlik edişini dinliyordum. Ve üçlemem tamamlanmıştı şiirde; Lautréamont, Mayakovski ve Rimbaud…  | 2014 İstanbul


Deli | Savaş Çağman

Eskiden Ankara'da, Cinnah Caddesinin rampasından aşağıya "Bir cevabım var sorusu olan var mı?" diye bağırarak koşan bir deli görmüştüm... Yanıt bulmak mı delirtir? Sorusu olmak mı? Hiçbir sorusu olmayan mı delidir? Soruya ihtiyacı olmayan mı? Israrla kulağımı delen sivrisineğin azminde mi yanıtım? Sabahın gelişinde mi? Uykumun yorgunluktan ölürken gelmeyişinde mi? Soru-cevap, hazırcevap, katakulli, dolap çevirmeye hakim, bu konuda çok donanımlı, temrini minare keskinliğinde yapmışlar var... Hesabını iyi yapanın yanıtı da güçlü, ya blöfse? Sorum varrrrrrrr çok hırıltılı bir hal almışsa, yoksa cevabın sahibinin özgüveni? Nerden geldi aklıma o deli? Keşke sorum olsaydı... deseydi... | 23-7-2013 İstanbul

Nekropsi'nin 2 Şubat İKSV Konseri | Savaş Çağman

Nekropsi, 2012’de Seattle’lı müzisyen ve yapımcı Randall Dunn ile MİAM'da bir EP kaydetmişti. Bir yıl boyunca sürecek ve “Aylık Nekropsi” adını taşıyan bu çalışmanın ilk ürünü Aralık ise yılbaşından önce yayınlanmış. İkinci çalışma ise İKSV Salon konserinden hemen önce http://nekropsi.bandcamp.com adresinden sevenleri ile buluştu bile. Bu konsere muhakkak gidilmesi lazımdı…
Ramones’in blitzkrieg diye adlandırdığı saldırı halindeki enerjik patlamalı bölümler, ezgisel bölümler ve oldukça minimal yapılar, ritimsel zenginlikler, Nekropsi işte dedirten düzenlemelerle karşılaşmak için soluğu Şişhane yokuşunun bitiminde aldık. Gişedeki görevlinin sadece 3 bilet var ve daha çok kişi bekliyor endişesini pekiştirecek bir izleyici yoğunlu var.
Sesler ufkumuza bir Molotof kokteyli atan Mi Kubbesi'ni 1995'te yayınlayan ve aynı yıl Roxy Müzik Günleri'nde en iyi avantgarde grup seçilen Nekropsi, ikinci albümleri 10 Yılda Bir Çıkar'ı 2005'te, son albümleri ise Nekropsi 98'i, 2010'da yayımladı. 90’ların sonunda Zen, Replikas gibi onlarda yepyeni bir avangard duruşun havariliğini yapmaya başlamıştı. Ankara’da Elma konserinde ilk sahneyi alan ve sahneyi Replikas’la paylaşan grubun gücünü hala hissediyorum. Çok erkencilerdi, yeni yeni anlaşılıyorlar ve hakkettikleri değerin ne yazık bence hala almıyorlar.
Mi Kubbesi adlı ilk albümleri 1995'te yayımlamasından bu yana Nekropsi sıkı takipçilerine hep doyurucu bir ses şöleni sunmaya devam eder.  2 Şubat gecesi İKSV Salon sahnesinde de pek değişen bir şey olmadı. Virtüözlük ustaca kurgulanmadığında yavan bir sirk gösterisidir. Pek çok Rock grubu bu kuyuya düşer. Nekropsi onlardan hiç olmadı…
Nekropsi dinlemek saf tutmak gibidir; onlarında çokça yararlandığı stat kültürü, politik holiganlık, Türkiye’de 30’lar sonrasının ortak biliçaltı, totoliterizmin koyu gölgesi, IKSV konseri sırasında grubun kullandığı afiş estetiğinde yine kendini gösteriyordu.
Nekropsi, müzik serüvenine Trash Metal ile başlayıp deneyselin ve performans art’ın sınırlarına varan bir mecraya dek erişmiş bir grup. Onun adını Replikas, Zen gibi doğaçlama ve Türk Müziğinin motiflerinden yararlanan İstanbul’daki 1990 sonu ilk öncü deneysel Rock kervanına katabiliriz.
Nekropsi İKSV’de onları sabırsızlıkla bekleyen seyircileri Musorgski’nin “Bir Sergiden Tablolar” isimli klasik müzik eseri ile karşıladı. Bu parçanın kullanımı, sahne üstünde izleyenleri ufuk çizgisi ve deniz dalgaları altında bırakan bir video art çalışması sunulması, onların görsel sanatlara da elini değen yaklaşımlarının altını çizer gibiydi.
Nekropsi hemen tüm konserde gitarın telli olanakları yanında, kullandıkları prosesörlerle synth sesleri de yaptıkları müziğe dahil ediyor. Konserde ilk iki parçanın performansında bu yeni kompozisyon anlayışlarının ürünü, ışıklı, tekrarla dayanan minimal yaklaşımlarını gözlemlemek mümkündü. 
Sahneye yinelenen bir ezginin sonrası çıkan grup, ilkin çok basit bir davul bas kombinasyonu ile çalmaya başladı. Sadece gitarların e-bow yardımı ile yaylı veya synth orga dönüştüğü bu parçada, minimal olana, süzülmüş ve rafine olmuşa bir selam duruş gibiydi.
İkinci parça olarak çaldıkları 4/4 kaydı dört ayrı noktada yapılıp mikslenmiş yeni sayılacak bir Nekropsi şarkısı; grubun InSitu yani yerinde, mekânla birleşen işlerine iyi bir örnek oluşturuyordu. Nekropsi’nin minimalden maksimale izlenmesi baş dönme hali yaratan müziği, Knocking On Heaven’s Door’u sıkıştırdıkları bir bestelerinde “Knock! Knock!” halini almış, pastiş ve pseudo-cover yaklaşımın çağdaşlığı grubun düzenleme ve yaratma gücüne hayran bıraktı. Kapısını çaldıkları Rock ve Türkiye’deki ses geleneği, Nekropsi grubunun virtüözlüğü içinde oyuncaklı bir hal aldı diyebiliriz.
Yetkinliğe değil, performansın içindeki yaratım fikri ve saf duyguya işaret eden, Rock müziğin aynı sıkıcı temcit pilavına değil daima yeniliğe yönelen, imbikten süzülmüş, süzüldükçe lezzeti artmış müziklerine doymak mümkün değildi. Hatta beden bilinci gelişmemiş şuursuz izleyiciler ve İKSV’nin insanı buz gibi donduran havalandırma sistemine rağmen… Nekropsi’nin iz sürücüsü olmaya devam etmek niyetindeyiz, çünkü onlar bizi hep keşfedilmemişin coğrafyasına götürüyor…

Kişisel Pespayeliğin Gelişim Sanıldığı Yer | Savaş Çağman

Sahte sarışın, yerden bitme, şişman, fiziği ve en önemlisi ruhu çirkin bir kadın kendini Afrodit sanarmış. Bu kadıncık, egosunun kaşıntısına dayanamayarak yücelmek istemiş. Şanslıymış… Şanslıymış çünkü cahillerin, cahil cesaretiyle para kazandığı bir cehaletler cennetinde yaşamaktaymış. Bilgiyi, bilgeliği yeren bu ülkede gözbağcılığın ve blöfün gölgeli kanatları altında kişisel gelişimci olmaya karar vermiş; kendi güdük kişiliğine dokunmadan başkalarınınkine dokunmaya karar verip. 
Bacaklarının arasındakiyle sorunu olduğu için ve bacaklarının arasındakiyle sorunlu olan bünyelerin ülkesinde olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, başlamış meşrebine göre kitaplar yazmaya. Önce kırmızı renk giyip genel kadınlara benzeyen bir ikonografi ile TV’de fink atmaya başlamış. Bön balık dudaklarını renklerin sırrı diye anlatmış önce... Sonra meleklerle kafayı bozmuş... Bu kişisel gelişimcilerin Banu Alkan’ı yepisyeni bir kitap daha yazmış şu günlerde; onun bu yepisyeni kitabını yayınevi daha ince bir kâğıda bassa sanırım tuvalet taharetimizde daha çok iş görürdü diye düşündüm, okumasını tamamladığımda. Meslek icabı okumak zorunda kalışıma mı yanayım, bu kitabın yaratacağı faciaya mı yanayım? Bilemiyorum.
Türkiye’deki bazı kadınların erkekleri süs köpeğine çevirme arzusunu hepimiz biliriz, var öyle hasta bünyeler. Kitap da bu arzuyu keşfetmiş ve nabza göre şerbetten damardan akıtma haline geçmiş bir ürün. Kitabı okumaya başladığımda sıcak sular beynimden boşaldı diyebilirim. Hanımefendi, ders ve ders yazmış; ama yazdığı şey tılsım yapmak başlığı altında okuyanlara cadılık, yani büyü öğretmek. Bu zavallı, cahil, pespaye blöfçü, fitne bücürlüğünü kadınlara bir marifetmiş gibi kitabında anlatıyor. Önce şu cadı kısmını açalım. Bunun için Frenkler bolca Grimoire yazmıştır. Grimoire adeta yemek kitabı gibi sahibi tarafından not alınmış büyü tarifi kitaplarıdır diyebiliriz. Sanırım amatör cadımız bir tanesine sahip, sadece bir adetini okumuş olmasından fazlası mümkün değil, cehaletine bakılırsa…
Bu tombik cadı neyle uğraştığının ne yazık ki farkında değil… Kitabında okuyanlarına tılsım adı altında resmen maji öğretiyor. Bu maji de öyle ak maji değil, kızıl maji, yani seks majisi. Ama ya bildiği yabancı dil kıt, ya aklı, ya bilgisi, ya da çevirmeni veya hepsi. Örneğin kitabımda gül yağı ile yapılan bir ritüeli anlatmış. Öncelikle sevda majisinde menekşe kullanılır gül değil, gül Venüs ile değil Güneş ile ilgilidir, seçilen mumların rengi beyaz ve ortam renkleri Ay’ın yönetiminde. Kişilere beyaz kâğıta tükenmez kalemle yazmasını öneriyor. Kadim bilgide mürekkebe katılası gereken malzemeler yazılır, burada paylaşmayacağım. 8 mumdan bahsetmiş, bu bir Venüs sayısı değil. Empatetik büyü ve ayinsel majide küçük evren yani büyü, tılsım alanı kurulurken muhakkak ilgili sembolizmden yararlanılır. Aşk majisi içinde Ay ve Güneş simgelerinin yaratacağı gerilim kötü sonuçlar doğurur, en azından duygusal karışıklık yaratır. Kitapta 19 satırı geçmeyen bir mektup yazılması ibaresinde yine Güneş’e onunla ilgili Kabala bilgisinin sefirot’ları arasındaki 19’uncu bağlantıya gönderme yapılmış. Bu sayı çok tehlikelidir çünkü merhamet ve adalet sefirot’ları arasında durur. Kâğıdı yakma eylemi, küllerine gözyaşı damlatma bunların hepsinin bedelini okuyanlarına anlatma gereği duymuş mu acaba? Yarattığı amatör büyücüler bunların korunmadan ne sonuç vereceğini biliyor mu? Peki, bu bilgiyi yarım yamalak paylaşan bu cahil kadın sonuçları düşünüyor mu? Kişisel danışmanlıktan amatör cadılığa geçiş sırasında bu konunun  ne kadar tehlikeli olduğunun farkında mı?
Tantra bilgisinden bahsederken onun, Vijnâna, yani Tanrısallığı özel bir biçimde tanıma olduğunu bilmediğinden, sadece sekse yönelik bir şeymiş gibi göstermesi bir kutsala yaptığı hakaretten öte, cehaletinin de belirtisi. Örnekleyelim; bu bir Müslüman’ın namazını bilmeyen birine yat, kalk sonrada iki kere bismillah de şeklinde anlatmaya benziyor. Başımızın üstündeki şakraya sevgiyle dokunmayı Tantra, diye sunan bir cahilin, insanların kişisel tekâmülünde nasıl bir işe yaradığı burada tartışmaya bile gerek görmüyorum. Bu kitapta elle tutulacak bir tümce yok; çaresiz, aşksız kadınlara büyü yaparsan belki elde edersin bilgisi, Kama Sutra, Kuantum, Tantra bulamacı ile sunuluyor. Bu çorbadan kimse doymaz, bu çorbadan kimi mide zafiyeti geçirir, kimi zehirlenir. 
Daha da tehlikesi Kabala’nın melek envokasyon bilgileri bu konuyla şimdi tanışan birine verilmekte. Tikkun yani karmasından gelen tortuyu temizlememiş insanların envokasyon yaptığında ne gibi sonuçlar olduğunu, Merkava mistisizminde bu işle uğraşanların kaç yıl çölde eğitimden geçtiğini, melek envokasyon bilgisini Enoş’un Kitabı’nı içrek bir teknikle çalışılmadığı zaman bu bilginin nasıl zararlı olduğu, hele ki Melek envokasyonunun 5000 voltluk elektriği ıslak elle tut vallahi bir şey olmaz tarzında anlatışını okumak beni dehşete düşürdü… Tamam kendi karmanı mahfediyorsun, o uğraştıkların başına kilo almaktan daha kötü şeyler getirecek o kesin, ama o zavallı, tek derdi sevilmek olan kadınlardan ne istiyorsun? Hele ki üç kuruş para kazanmak için…   
Kişisel pespayeliğin gelişim sanıldığı bir yer Türkiye… Şarlatanı, üfürükçüsü, blöfçüsü bol, şimdi bunlara amatör cadılar da katıldı. Evren ve Kutsal Hayat kimseyi çaresiz bırakmasın, çünkü çaresiz kalmak sadece bu şarlatanların ceplerini dolduruyor, yolunuzu aydınlatacak bilgiyi bulmanız dileğiyle şu huzursuz yazımı bitiriyorum…| 23-7-2013 İstanbul