21 Kasım 2020 Cumartesi

Bir Başkadır… Benim? Memleketim? | Savaş Çağman

Bir Başkadır Benim Memleketim, sadece bir şarkı olarak mı kulaklarımıza aşinadır. Bu şarkıyı Ayten Alpman’ın sesinden işittiğimizde ortalıkta muhakkak bir hamaset rüzgârı vardır; ya darbe olmuştur, ya savaş ilan edilmiştir, ya hamasi bir milliyetçi goygoyculuğu yükselmiştir. Bu şarkıda çok şey kristalize olur. Şarkının orijinal ismi Rabbi Elimelekh’dir. Şarkı bir Klezmer yani Yiddiş Almancası, Aşkenaz Yahudi Kültürüne ait bir Bohemya şarkısıdır. Aşığı ile karısını bir divanın üstünde basan bir bakkalın, mahalle Haham’ına danışmaya koştuğu komik bir hikâyeyi anlatır. Ne memleketten, ne yurttan, ne de milli bir değerle ilgilidir. Şarkı zamanında söz yazılıp Türk Popüler Müziğine kazandırılmıştır. Klezmer ezgilerinin hem Doğulu hem de Batılı tınısı, 1970’lerin kimlik konusunda olabildiğince yansızlaştırılmaya çalışan kültürel ortamında karşımıza çıkar; Türkiye’nin Batılı Yüzü! Kostümlü provamızda fire veren başka biçemler, eğilimler belirmeye başlayan 1980’lerde, kimliklerin tanımı artık aksandan arındırılmış TRT Türkçesi ile kendine ifade bulamamaktadır. Ve olan olur… 1980’lerden itibaren artık tam tersi ayrışan kimlikler kendini belli etmeye başlar… Bu ayrışım, bu sen-ben kavgası, etnik, dini, ideolojik çeşitlemelerle su üstüne çıkar. Son yirmi senede bu ayrışma, ötekileştirme, kendi kimliğinin çirkinleşen teşhirciliği abartılı hale gelir de gelir. Artık çok daha belirgin biz ve onlar söz konusu olur. Taraftar olmayanı bertaraf ederiz diyen bir Siyasal Holiganlık’tan hepimiz kendi payımıza düşeni aldık. Saf tuttuk, safları sıklaştırdık. Hepimiz ama hepimiz, biz ve onlar tanımı içine kendimizi sığdırmaya çabaladık durduk; peki aslında aklımızı mı kaçırdık? Niçin birlikte yaşamak refleksinden bu kadar kolay vazgeçtik? Onlar değil! Niye biz vazgeçtik?

Tüm bu girizgâh, o bildiğimiz şarkı adının tesadüf olmayacak şekilde yarım bırakıldığı Netflix dizisi ile ilgili; Bir BaşkadırNetflix’te Kasım 2020’de gösterime girdiğinde reklamları ile her yerde karşılaştım; Johannes Vermeer’in İnci Küpeli Kız fena halde benzeyen bir tesettürlü genç kız yüzü… İlk duygum “Hah bu sıkmabaşlar Netflix’e dek girdi” oldu. Ve hop tongaya düştüm. Dizinin başarısı da burada başlıyor işte; orada anlatılan yaftalar, önyargılar günlük hayatta yaşıyor ve tüm Türkiye’de yaşayan bizlere ait. Berkun Oya’nın yazıp yönettiği, yapımcılığını Krek Film adına Ali Farkhonde ve Nisan Ceren Göçen’in üstlendiği dizinin kurgusu Ali Aga’ya Senarist ve yönetmen Berkun Oya’ya ait Bir Başkadır, oyuncu seçimi, müzik kullanımı, konuya yaklaşımı ile benzeşsiz mükemmel bir kurgu bize, kesintisiz sunuyor. Oyuncular; Öykü Karayel (Meryem, Yasin’in kız kardeşi), Fatih Artman (Yasin, Meryem’in abisi), Funda Eryiğit (Ruhiye, Yasin’in eşi, Meryem’in yengesi), Göktuğ Yıldırım (İsmail, Yasin ve Ruhiye’nin oğlu), Cemre Zişan Sağbir (Esma, Yasin ve Ruhiye’nin kızı), Settar Tanrıöğen (Ali Sadi Hoca, Tarikat Lideri), Bige Önal (Hayrunnisa, Ali Sadi Hoca’nın kızı), Esme Madra (Burcu, Hayrunnisa’nın kız arkadaşı), Gökhan Yıkılkan (Hilmi, Tarikat şakirdi), Defne Kayalar (Peri, Beyaz Türk psikiyatr kadın), Tülin Özen (Gülbin, Kürt kökenli psikiyatr kadın), Derya Karadaş (Gülan, Tülin’in başı bağlı kızkardeşi), Alican Yücesoy (Sinan, plaza çapkını), Nesrin Cavadzade (Melisa, dizi oyuncusu) rollerinde inanılmaz bir performans sergilemekte… Şimdi dilimize geçen deyimle dersek; fazla spoiler vermeden anlatmaya çalışalım;

Bölüm I, ilk on beş dakikanın sıradanlığı ile tekrar bir tongaya düşüyorsunuz. Sonra psikiyatrın gittiği psikiyatrın sorusuyla uyanıyorsunuz; “Nasıl hissettin?” Yanıt gecikmiyor “Bok gibi!” İşte ondan sonra size renk seçimi, müzik hatta tanıtma yazısı fontları, insana bir yerden Türkan Şoray çıkacakmış gibi hissetmemize neden oluyor. Hayır, bu Türkan Şoray, Kadir İnanır’ın gecekondu filmi Sultan değil. Burada aksansız TRT veya TDK Türkçesi yok, bazılarımızı dehşete düşürebilecek, yıllarca kulak tıkadığımız bir dilde; Kürtçe replikler bile var. İlk şokumuz bu, aynı Peri’nin Gülbin’in, tesettürlü ablasını gördüğü anki dehşetli yüz ifadesi gibi. Gülbin’in kız kardeşi kocasını arabada Kürtçe azarlarken uğradığımız şokla aynı duruma biz de düşüyoruz. Demek ki bir dizide iki kelime Kürtçe duymakla gökyüzü başımıza yıkılmıyormuş. Netflix and relax insanı Sinan ile Gülbin’in, ilişkisini gözlemliyoruz. İçini dökmek için Gülbin, karşısında ona sadece cinsel obje olarak bakan vücut geliştiren, tipik, çakma Kazanova Sinan ile karşı karşıyadır. Her Salı sabahı olduğu gibi Meryem de gündelikçi olarak eve gelmiştir. Gülbin ile kapıda karşılaşırlar. Ve bölüm sonu kararıyor Ferdi Özbeğen o ajite edici glisandolarıyla söylüyor; Aşkımı bir sır gibi senelerce sakladım, geceleri rüyamda ismini sayıkladım

Bölüm II, aslında modern dansçı Mihran Tomasyan’ın çılgın müşteri dansı yapmaya çabalamasına rağmen modern dansvari performansı ile başlıyor ve kadınlar tuvaletinde âlem yapan Hayrunnisa ve Burcu WC’den tartaklanarak Meryem’in abisi, barda korumalık yapan Yasin, tarafından atılması ile sonuçlanıyor. Burada tüm dizi boyunca tüm gördüğümüz karakterlerin birbirine bağlandığını ilerleyen vakitte daha iyi kavrıyoruz. Bu iç içe sık ve bağdaşık kurgu mekân seçimi ve öykünün gidişatı Pedro Almodóvar filmlerini fena halde çağrıştırmakta. Almodóvar’da hep gördüğümüz kitsch estetik çözümlemeleri bu bölümün jeneriğinden sonuna dek bizi alıp götürüyor. Hatta bu bölümdeki bahçe sahnesindeki çocuk oyuncu İsmail (Göktuğ Yıldırım) hemen her küçük esnaf dükkânında gördüğümüz Ağlayan Çocuk namı değer Çiko resmine tıpatıp benzemesi ya da meyve yiyip tükürme sahnesinin Hülya Koçyiğit filmi Susuz Yaz filminde, tecavüzden sonra baktığı saksıyı kırmasını çağrıştırmakta. Ortak Bilinçaltımıza küçük dokunuşlar ilerleyen bölümlerde Jung alıntıları ile daha da kendini belli edecek, az daha sabır izlemeye devam…

Bölüm III, Ruhiye’nin, gördüğü bir rüya ile başlıyor. Burada sık kurgu gereği bir karşılaşma köpek ısıran Hayrunnisa ile Yasin’in karşılaşmasını izleriz. Yasin bardan arkadaşıyla yaka paça dışarı attığı Hayrunnisa’yı tanımaz. Ama onu hastaneye götürür. Dizinin yine sembol repliklerinden biri tarikat şakirdi Hilmi’nin ağzından dökülür “Yoksa takdiri ilahidir yani! Ona çok da yapacak bir şey yok yani… Şimdi çoğusu diyor kişi kendini geliştirecek. Eh, din o manada engelleyicidir diye bir laf konuşabiliyor yani. Jung var İsviçreli bir bilim adamı, diyor ki, hani İslam’dır, misal konuşuyorum yani, Tevrat’tır, Hıristiyanlıktır, Kuran’dır gibi değil yani… Bir yüce varlığın olduğuna inanma meselesi gibi söylüyor. O da o manada çok önemlidir yani. Kişinin bireyleşme meselesi, bak dikkat edersen, bireyselleşme demiyorum, ne diyorum? Bireyleşme diyorum. Şimdi toplumsal bilinçaltı olayı var yani orda, kolektif diye söylüyor onu JungHani, hepimizin ortak bir manada bilinçaltı durumları var. Öyle değil mi? Misal konuşuyorum. Biri doğuyor Türkiye’de, biri doğuyor İran’da biri doğuyor Uruguay’da… E şimdi bunlar bir dine, bir amaca tutunmak istiyorsa tutunuyor da. E bunların inandığı inancın bir diğerinden bir farkı mı var? Elbette var! Fıtratı farklı olabilir. İbadeti farklı olabilir fakat Kolektif Bilinci bugün yok saymak akla mantığa sığacak bir şey değil…” Hilmi’nin kıraathanede bu konuşmayı yaparken yolda, Meryem’i görür ve âşık olur. Meryem ise vejetaryen psikiyatrına kıymalı börek getirmiştir. Meryem artık bu seanslarda açılmıştır. Ama Peri kendi terapisi için gittiği psikiyatr arkadaşı Gülbin’e Meryem konusunda yaşadığı çaresizliği anlatmaktadır. Çünkü Meryem tesettürlüdür ve Peri ona öğretilen değerler ile yapması gereken arasında kalmaktadır. Bu arada Peri ve aynı Gülbin gibi Sinan ile cinsel ilişkisi olan dizi oyuncusu, ünlü olan, Yoga sınıfından arkadaşı Melisa ile arkadaş olarak yakınlaşmaktadır. Yine sıkı düğümler atan Armadovar kurgu tekniğini burada görmekteyiz. Bu karşılaşmalar bölümünde, Hayrunnisa ile Yasin karşılaşması gibi, Sinan’ı bilmeden paylaşan Melisa ile Gülbin karşılaşmasına tanık oluruz. Bu bölümde sevgi istemek, sevgi gösterememek ile ilgili birçok şeye rastlarız hem Gülbin-Sinan hem de Yasin-Ruhiye cephesinde… Bölümün sonu Ali Sadi Hoca, eşi Mesude, kızı Hayrunnisa ve aile hayatının sakinliği üzerine bir dondurulmuş zaman ile sonlanır.

Bölüm IV, tarikat şakirdi Hilmi ve Meryem’in karşılaşması ile başlamakta. Meryem psikolojik tedavisi için icazet alacağı hocanın köyüne gittiğini öğrenir, temizlik için Sinan beyin evine gider. Burada dizi oyuncusu Melisa ile karşılaşır. Peri ise Gülbin’in muayenesine gittiğinde, onu bulamaz ama ablası, tesettürlü Gülan’ın orada her şeyi kırıp dökmesine tanık olur. Gülbin’in ailevi durumu hakkında bir şeyler öğrenir. Peri hastanedeki odasının kapısına rahatsız etmeyin yazısı asıp içeride Palo Santo tütsüsü yakıp bir Perulu Şaman edasında odasında havaya dört yön çizerek kendini arındırmaya uğraşmakta ve meditasyon yapmaya tam başlayacaktır ki, cep telefonunu alıp Melisa hakkında internetten araştırmaya yapmaya başlar. Bu görüntüden hemen sonra çocuk bahçelerinin olduğu bir sahneye geçeriz. Hepimizin güvende hissetme duygusuna ama bunun bir oyun, bir oyalanma olabileceğinin de altı harika bir şekilde çizilmektedir. Bölüm IV, dizinin en can alıcı bölümü. Halkalı’dakileri anımsatan o İstanbul’un bildik toplu konutlarının birinin penceresine zoom yapılırken çalınan Batılı chill out müziğin içinde beliren Doğu Anadolu ezgili bir kabazurna namesi, biraz sonra karşılaşacağımız ve önyargılarımızı yerle bir edecek sahneye doğru bizi hazırlıyor. Bir aile dramının adım adım önümüze serildiği bir Türkiye gerçeği… Bu görmezlikten geldiğimiz konu hiç ajitasyon yapmadan öyle yalın ve insanı anlatılmış ki, gözyaşları işte burada akıyor. İki kız kardeş Gülan’ın ve Gülbin’in büyük bir nefret ve şiddetle birbirlerine saldıklarını görüyoruz. Konu; sakat olan erkek kardeşin tedavisinde bir maddenin kullanılması olduğunu görüyoruz. Anladığım kadarıyla bahsedilenin nörolojik rahatsızlıklarda alternatif bir yöntem olarak kullanılan Hintkeneviri Yağı olduğunu düşünüyorum. Ki dizide bundan hiç bahsedilmiyor. Tesettürlü olan ve dindar olan abla Gülan bu tedaviye karşı. Gülbin ise doktor olduğunu, kendinin doğruyu bildiğini söylemesi kavgayı derinleştiriyor. Kavgayı yatıştırmak için anneleri bir şeyler söylüyor, Kürtçe tekrar duyuyoruz. Anadolu’nun dillerinden bir dil, yıllarca duyulmasın diye uğraşılan dil, ama bir dil işte, dünya yüzündeki 7000 küsür dilden biri sadece; her anadil gibi, kendine has güzelliğiyle sanki bir dağ gelinciği gibi baş eğiyor; Êdî bese! Ko bese! (Yeter artık). Kavga bir türlü bitmez, GülanGit o dağdaki dinsiz imansız arkadaşlarına sor!” sözü ile Gülbin ablasına saldırır. O sırada sakat erkek kardeşin sesini işitiriz. İçeri sökün ederler. Kardeşleri babasını istemektedir. Babası Kürtçe bir uzun hava söyler, sakat oğlu ancak bununla sakinleşmektedir. Acı çekmenin ne dini, ne dili, ne milliyeti olduğunu izleriz, buradaki oyunculuk Türkiye’de izlediğim en iyi oyunculuklardan biri. Resimler, fotoğraflar, objeler… O gizli öyküyü, Türkiye’nin hâlâ konuşamadığı öyküyü sessizce fısıldar. Bu bölümde Ali Sadi Hoca’nın eşi Mesude çıktıkları yolculukta vefat eder.

Bölüm V, Sadi Hoca’nın eşi Mesude’nin cenaze töreni ile başlar. Yasin’in, Ruhiye’nin köyüne gitme kararı alır. Yolda Ruhiye sinir krizi geçirdiği için geri dönerler. Bölüm V’de, Peri’nin ailesine göz atarız. Facebook’tan pasif-agresif alıntılar okuyan bir baba, Yılmaz Özdil dinleme rutininde, iletişimsiz, tipik Beyaz Türk bir aileyi izleriz. Televizyona bakarken, gördüğü bir tesettürlü oyuncu için “Şimdi de moda bu illa birisi kafasını kapatacak bütün dizilerde” diyen Peri’nin annesi ile bir yansımamızı daha görürüz. Hayrunnisa ile kız arkadaşı Burcu cenaze evinden uzaklaşır, burada aralarındaki ilişkiye dair ipuçları ediniriz. Bölümün sonunda ölen eşi için ağlayan Ali Sadi Hoca’yı görürüz.

Bölüm VI, Meryem’in abine yengesini evde bulamadığını söylemesiyle açılır. Ruhiye küçük oğlunu da alıp evden ayrılmıştır. Meryem psikiyatrı Peri’ye durumu paylaşmak için gider. Hasta doktor ilişkisinin samimiyetine güvenen Meryem teşekkür ettiğinde, Peri Olur mu Meryem benim vazifem bu” der. Meryem buna çok bozulur, kendini değersiz hisseder. Odadan çıkar gider. Peri onu koridorda bulur, ama ismini yanlış söyler Meryem ikinci kez bozulur. Bir sahne sonra Peri danıştığı psikiyatrı Gülbin’in odasında hüngür hüngür ağladığını görürüz; her şeyden nasıl sıkıldığını ve ne kadar yalnız olduğunu anlarız. Gülbin ise terapiye son vermek istediğini söyler. Peri yerle bir olur. Ruhiye onu herkes ararken köyüne gitmiştir. Bir kapıyı çaldığını görürüz. Konuştuğu kadın Semiha, çocukken aynı adam tarafından tecavüze uğradıklarını öğreniriz. Burada öykünün temelini öğreniriz; Ruhiye ona tecavüz eden adamın öldüğünü, topraklarını satmak için köye iki sene önce gelmiş eşi Yasin’den öğrenince tüm dengesi bozulmuştur. Bütün depresyonunun ona tecavüz eden adamla yüzleşmemek temelli olduğunu görürüz. Semiha çocukken onlara tecavüz eden adamın ölmediğini söyler. Meryem’in evinde bekleyiş sürmektedir. İnsanlar nasıl Tarikatlara kapılıyor anlamıyorum sloganımız var ya hani! İşte bu sahnede Yasin’in, Ali Sadi Hoca’nın ziyareti ile içinin nasıl rahatladığı, önemsendiğini, bir yere ait hissettiğini nasıl duyumsadığına tanık oluruz. Spor salonunda Sinan, tesadüfen Gülbin’in aynı salondaki kız arkadaşlarına onun dedikodusunu yaparken kulak misafiri olur. Sinan duyduklarından çok rahatsız olur. Burcu, kız arkadaşı Hayrunnisa’yı ziyarete gelir. Otobüste Yasin onu fark edip izlemiştir. Evin önünde bir itiş kakış olur, Burcu, Yasin’i bacağından bıçaklar. Bölüm yine bir Ferdi Özbeğen konser görüntüsü ile biter; “Beni böyle yapayalnız bırakmasan olmaz mı?”

Bölüm VII, Yasin’in bacağından yaralı olarak hastanede yattığı sahne ile başlıyor. Ali Sadi Hoca’nın kızı olaya karıştığı için polise gitmeme kararı alır. Hayrunnisa ise babasına Konya’ya geri dönme kararını açıklar. Gülbin, ablası Gülan’la yine tartışmaktadır. Tartışma kavgaya dönüşüp yerini suskunluğa bıraktığında Gülbin’in dizi içindeki başka bir sembol repliğini işitiriz; “Otuz beş sene önce gebe anamın karnına o tekmeyi kim attıysa, bugün de birileri atıyor o tekmeyi. Kim sürüklediyse buraya bizi, yerimizden yurdumuzdan edip otuz beş sene önce, adamın yüzü değişiyor, adı değişiyor, ama bir yerlerde birileri yiyor o tekmeyi. Ve sen benim kardeşim, otuz beş sene önce o tekmeyi yiyen kadının evladı, içerdeki garibin kardeşi, bugün kim atıyorsa o tekmeyi gidip ayaklarının altını öpüyorsun. Görmüyor musun? Nasıl bu kadar sağır olabildin, nasıl dönüştü benim kardeşim, buna nasıl dönüştü? Görmüyor musun? Görmüyor musun bizi nasıl birbirimize düşürdüklerini görmüyor musun?” Belki de 1980 sonrası yakılan köylere, bizim kulak tıkadığımız onca işkenceye, olup da olmamış gibi yaptığımız her şeye bir haykırıştır bu. Burada Kürt, Türk o bu değil? İnsanın hikâyesi vardır. Bu yıllardır çözülemeyen soruna ilk kez insan merkezli bir bakışı görürüz. İzlerken gözyaşımızı siler silmez şapkamızı çıkardığımız gibi. Ruhiye ise köyde, olayın vuku bulduğu Roma Döneminden kaldığı belli olan sütun ocaklarına gider. Burada tecavüzcüsü ile karşılaşır. Tecavüzcüsü topallamaktadır ve yüzünde derin yara izleri vardır. Tecavüzcüsü cebinden bir silah çıkartıp kayanın üstüne koyar ve Ruhiye’ye “Al, al sık da sen de rahat et, ben de edeyim Ruhiye, yirmi yıl önceki bir hadise. Bir cahillik etmişiz, etmişiz bir kere n’apam. N’apam Ruhiye. Allah’ını seversen n’apam. Benim iki çocuğum var Ruhiye…” der. Burada belki de en uzlaşamayacağımız durum karşımıza çıkar. Bir tecavüzcüyü görürüz, ama aslında o da acı çeken bir insandır. O bile duyguları olan acı çeken biridir. Tüm hayatı pişmanlık olmuş biridir. Ruhiye, eşi Yasin’in köye gelip köy meydanında tecavüzcüyü rezil ederek dövdüğünü, ayağını sakat bıraktığını öğrenir. Ruhiye ilerde, köyden ayrılmadan tecavüzcünün diğer tecavüz ettiği Semiha ile evlendiğini de fark edecektir. Sahne tecavüzcünün o dağ başında ağlaması ile son bulur. Bölümün bu kısmında Sinan’ın ev kazası geçiren annesini ziyaret ettiğini, tıkış tıkış dolu bir orta sınıf evi görürüz. Anne oğul ilişkisinin, ailevi bağlarının ne kadar zayıf olduğunu izleriz. Hilmi, Meryem’in yollarını gözlerken, Necmettin Erbakan’ın ünlü Gulu Gulu Dansı yapıyorlar anekdotuna gönderme yapılan hindi sahnesi Hilmi tarafından sergilenir… Bu sırada annesi Peri’yi arar. Telefon konuşması sırasında anne hizmetli kızda Hazal diye seslenir. Peri annesine “Hazal değil anne onun adı Reşide” derken, Meryem’e dili sürçüp Hazal dediğini anımsar. Beyaz Türk Laik kesimin aslında karşı tarafı gündelikçi, cahil, yardımcı, ikinci sınıf, kendilerini de efendi görme kibrine, kendisi de şok olur. Hilmi ve Meryem birlikte otobüs durağına yürürken yine Jung alıntıları görmekteyiz. O güne kadar hep suskun kalan Yasin ve Ruhiye’nin küçük oğlu İsmail de konuşmaya başlamıştır.

Bölüm VIII, Meryem, Hilmi’nin hediye ettiği değil ama başka bir Eti Puf yerken görürüz, sonra da tamaşasını tırnağı ile düzeltir ve gülümser. O sırada mutfağa Ruhiye döner, değişmiş, yüklerinden kurtulmuş ferahlamıştır. Ruhiye ve Yasin nihayet iletişim kurar, nihayet birbirlerini anlarlar. Dizi oyuncusu Melisa ile Peri de buluşurlar ve aralarındaki gerginliği rahatlatırlar. Ali Sadi Hoca, kızı Hayrunnisa ile kahvaltı ederler, Konya’ya geri dönecek Hayrunnisa, evden çıkarken başını örtmez, babasına “Ben evden çıkmaya hazırım baba” diyerek kararını anlatır. Ali Sadi Hoca da kızının kararına sessizce onay verir. Otogarda Hayrunnisa ve kız arkadaşı Burcu’nun birlikte Konya’ya döndüğünü görürüz. Meryem hocayı görmeye Kuran Kursuna gelir, ama orada sadece Hilmi vardır. Meryem, Hilmi’nin hediyesine karşılık ona çorap almıştır. Ali Sadi Hoca ise karavanı ile bir geziye çıkar, dağda karşılaştığı bir yabancı ile sohbet ederken kızı Hayrunnisa’nın evlatlık olduğunu, “Hani öz evladım olsa bu kadar sever miydim, bilmiyorum” diyerek anlatır. Meryem, Hilmi’nin Eti Puf tamaşasına sarılı hediyesini açınca Hilmi’nin ona tektaş yüzük aldığını görüp bayılır. Az sonra ayılan Meryem’in sevinçle gülümsediğini görürüz.

Dizinin sekiz bölümü su gibi akarken en özündekilere dokunuruz; İnsan yanıt arar, çünkü güvenliği için yanıta ihtiyacı vardır. Bu yanıtları; dinle, ideolojiyle, yaşam biçimiyle, her hangi bir yolla varmaya çabalar. Bu en insani şeydir. Yanıt ararken Ali Sadi Hoca, bir yapay çiçek ve bir gerçek çiçekle örnekleme yaparken, iki psikiyatr Gülbin ve Peri, öğrenmişlikleriyle yanıt aramaktadır, Hilmi ise tek bir gelenekte ısrar etmeyip Jung’dan bahsediyor. Ve dizideki herkes bir yanıtın peşinde koşuyor, tıpkı hepimiz gibi. Ve hepimiz gibi kendi bulduğu yanıtı en iyi yanıt zannediyor. Yanıt ne olursa olsun aslında kaskatı kesilmiş. Asla Türkiye’de olup bitene göre akışkan, tekrar üzerine düşünülmüş değil, sadece ezber ve tekrarlanan; hem de her kesim için Kürt olsun, Beyaz Türk olsun, İslamcı olsun, Ülkücü olsun, Atatürkçü olsun, ne olursa olsun! Bir Başkadır işte fena halde bunun üzerine. Dizinin İngilizce isimi Ethos da bu durumun gayet iyi altını çiziyor. Yani tesadüfi değil bu dizide her şey en ince ayrıntısına dek düşünülmüş. Bu işte çok hayranlık verici…

Hepimiz muhakkak birbirimiz ile karşılaşırız, yüzleşiriz, hoşumuza gitsin veya gitmesin. Bir Başkadır, bir olmanın çok başka bir deneyim olduğuna bir sözcük oyunuyken, bu bir olma, ortak değerlerden dem vurmanın unutulduğu bu son yirmi yıla da Neden peki? sorusunu soruyor. Dizide en büyük sorunun iletişimsizlik, yanlış anlama olduğu sessizce belirtilirken, durum komedisini yanlış anlama üzerine kuran Hacivat-Karagöz geleneğimizin, hep kutuplu ama yine de birlikte yaşama refleksi olan bir toplum olduğumuzu anlatıyor. Peki, bu niye unutuldu? Çünkü basitçe düşünüp yaftalama karşımızda insan olduğunu kolayca unutmamamızı sağlıyor. Dizide klişe örnekleri olan karakterler, dizi sonuna dek tamamen gözümüzde insanlaşıyor; hiçbirine bir hıncımız kalmayana dek. O yüzden bu bir şifa dizisi, bence. İyileşmeyi isteyen bir toplumun talebi... En azından ben öyle umuyorum. Olan bitene içten bir yanıt olan Susamam ile başlayan yeni bir yanıt arama, iyileşmek istemeye odaklanan yepyeni bir ruh halinin ürünü; Bir Başkadır… Ve bir başka yanıtlara ihtiyaç var, bir gün bu ülkenin hepimizin ülkesi olmasını sağlayacak yanıtlara…