26 Aralık 2011 Pazartesi

Can H. Türker’in Kitabı Dip Üzerine | Savaş Çağman | İstanbul 2011

     Geçmişle kurduğumuz bağ, siyasi iklimimiz yüzünden belki de hep kördüğüm olur. Şamanın yerle gök katmanları arasında yaptığı yolculuğa benzeyen bir şekilde şair Can H. Türker Türkçenin katmanları arasında bir yolculuğa çıkmış, kimi zaman Gök'teyiz kimi zaman Yer'de. Can H. Türker, 2009 yılında Simurg Yayınlarından çıkan “Yenilgiler Balbalı” isimli ilk şiir kitabından sonra Kasım 2011’de yayın kurulunda olduğu Yeniyazı Dergisi Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı “Dip” ile bir kez daha farklı bir soluğu şiir dünyamıza katıyor. Yediharf, Yediiklim, Est et Non, Yeniyazı, Akatalpa gibi dergilerde şiirleri yayımlanan şair 1978 doğumlu. Aslında onu, şiirsel uzamda bir khöömei / hay ustası ilan etsek yeridir. Can H. Türker akademik çalışmalar yapıyor ve halen Amerika Birleşik Devletleri, Pennsylvania Eyaleti’nde yaşıyor. İlk kitabı epik olarak nitelendirilebilecek "Yenilgiler Balbalı". İkinci eseri ise yazıya konumuz olan “Dip”.

     Dip, Eski Türkçede, Şaman’ın yolculuğunda karşılaştığı gökleri birbirinden ayırdığına inanılan billur buzdan tabakanın ismidir. Kelime aslında tü- yani bitmek kökünden gelmekte. Aynı sözcüğün, tür (kök), türe- (bir kökten bitmek), tüke- (bitmek), töz (kök) gibi kelimelerle de ilişkisi bulunuyor. Şaman’ın aştığı sınır, şaire de bir sınır ve boşluk hissi kazandırmış. Şiir kelimesi Arapçadan gelir; bu dilde şi‘r kökü sezgi, ilham, ilhama dayalı ifade anlamındadır, bunun yanında şa‘ara, sezdi, sezişle bildi, dolaysız kavradı anlamına gelir ve yine bu kelime ile ilintilidir. Sezgi ve ilham şairi Arthur Rimbaud’un da dedi gibi bir claire voyant yani kâhin haline dönüştürür kimi zaman. Türk dilinin kâhinleri Şamanlar (Kam), o dilde ilkin mısraları yırlamış, Irk Bitig denilen şiirsel fal metinlerinde ise isimsiz olarak geleceğe işaret etmeye çabalamıştı. Can H. Türker de bu Şaman sezgisinin peşine şiiri ile düşüyor. Ki kitabın sonunda bir ırk bitig yani şiirsel/sihirsel bir fal metni de iliştirilmiş. Onun şiirinde bir bütünsel dil yani Tüm-Dil, Tüm-Türkçe eğilimi bulunuyor. Türk Dil Devrimi’nin arındırıcı / kurgulayıcı dilsel yaklaşımı Türk Edebiyatı’nda derin bir fay hattı açmıştır. Bu fay hattı, bu uçurumun kenarında el yordamıyla çözümler yaratan bir dizi edebiyatçı kuşağı yarattı. Türkçenin katmanlarına, eski geleneğine atıfta bulunan Turgut Uyar, Asaf Hâlet, Hilmi Yavuz, Sefa Kaplan, V. B. Bayrıl, B. Rahmi Eyüboğlu, Kemalettin Kamu, Faruk Nafiz verilebilecek birkaç örnek. Bu şairler genelde Divan Şiiri ve İslam sonrası evrilen dile atıfta bulunmuştur. Hüseyin Ferhad, Asaf Hâlet, Seyhan Erözçelik, Mehmet Can Doğan gibi az sayıda şair de İslam öncesi kültür kavramlarına yer veren bir dizi denemeye girişmiştir. 

     Bu eğilimin nedeni nedir? Çok katmanlı olabilecek, birçok müziksel, ritmik ve anlamsal yapı barındıran bir Tüm-Dil’den, yenileşme adına sıyrılan katmanlar, budanan dallar olması oldukça arındırıcı bir yaklaşımdır denilebilir buna sebep. Dil, Saussure’ün de belirttiği gibi her an gelişen, yenilenen bir organik yapıdır. Dilde deney kuşakları aslında suskunlaştırır. Şair ya da yazar yaratımını dille kurar, özellikle kelimelerin bile siyasallaştığı bir genel eğilimin ortasında saf duygu ve saf anlatımın peşindekiler ne kadar zor dertlerini anlatır. Büyük olasılık Türker’in kitabına irkilerek bakanlar çıkacaktır. Ama kitabın başlangıcındaki şiiri “Ölülere Sesleniş” onun derdini, dilsel yabancılaşmasını çok güzel açık ediyor;

ey ölüler
siz değil en uzaktakiler
eski ödün koynunda esen yelle dinlenenler
ağlamaktasınız yıkık kurganlarda
bengü taşlardan çağmaktasınız 
işittim!
ancak kimse anlamaz beni
sözüm sizleredir bu yüzden

Türkçe söylerim
ancak Türklere Tat dilim
sanadır kişioğlu
yüreğimden kopup gelen bunca yır
acınadır senin bunca emek

     Dil Devrimleri, genelde milli bilinçle yan yana, at başı giden devrimlerdir. Almancanın 17nci yüzyılda standartlaşmaya başlaması, sonrasında Macar Dil çalışmaları ve 19ncu yüzyılda Rus Dilinin saflaşması için çaba sarf eden Slavofil hareketi, Rumenceden Latin kökenli olmayan sözcüklerin 20ncu yüzyılda ayıklanması buna verilecek sadece birkaç örnektir. Dil halkları yaratır. Cumhuriyet'in kuruluşundan 9 yıl sonra yapılan Dil Devrimi bir yandan Macar ve Rumen dil devrimlerine benzerken, bir yandan da başka istikamet izler. Resmi kanı, “dil devrimi kısaca, Türkçe ile düşünmeyi, Türkçenin bütün bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlayan eylemdir” diye tanımlar. Örneğin dilbilimci Kâmile İmer "Dil Devrimi nedir?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Dili daha çok yerli öğelerin egemen olduğu bir kültür dili durumuna getirmek amacıyla yapılan ve devletin desteğini kazanmış olan ulus çapındaki dili geliştirme eylemine 'dil devrimi' adı verilmektedir.” Tanımdan da anlaşıldığı üzere organik bir yapı olan ve kendi kendine gelişen dile devletin müdahalesi tanımlanıyor. Müdahale edilen, ameliyata yatırılan Türk Yazı Dili, aslında çok başarılı sonuçlar yanında boşuna uğraşlar da sergiler. Dil laboratuarda üretilebilecek bir şey olsaydı belki de Volapük, Esperanto gibi yapay dillerin şu an milyonlarca konuşanı olurdu. 

     Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Türkçenin Batı Altaycadan ayrılarak ayrı bir dil biçimini almasını M.Ö. 6700'lü yıllara dayandırır. Bu az bilgiye sahip olunan ilk Türkçeye "Ana Türkçe" denmektedir. Ayrıca bundan sonraki bazı yazılı kaynaklarda belirtilen dile "İlk Türkçe" denir. Türkçe olarak ilk yazılı kaynak, M.Ö. 5nci yüzyıldan kalma Issık Kurgan'da bulunmuştur. Orhun Yazıtları, Göktürk Yazıtları ya da Köktürk Yazıtları, Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun alfabesi ile Göktürkler tarafından yazılmış yapıtlardır. Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtlarını Yolluğ Tigin tarafından yazılmıştır. Yazıtlarda bu abidelerin sonsuzluğa kadar kalması temennisi ile Bengü Taşlar denmiştir. Eski Tükçe’den Ortaçağ Türkçesi dönemine geçişte oldukça zenginleşen bir ürünler listesinden söz edilebilir. İslam sonrası Türkçe daha da bir ivme kazanmıştır. Görüldüğü gibi Türkçe çok katmanlı bir tarihsel dokuya sahiptir. Bu tarihsel doku, şairin kendini sansürlemediği anlarda hem anlamsal, hem müziksel birçok katkıyı şiire kazandırır. 

     Can H. Türker, kitabı Dip’te, ilk bakışta anakronist görünen bir dizi kavram kullanır; bunlar Yakutça, Altay Türkçesi ya da Eski Türkçe kelimelerdir. Bu seçim, bence sadece anlamsal değil, hem dilin katmanlarına yapılan bir yolculuk (ki bence bu bir Şaman eylemidir), hem de kelimelerin boşluklu, ham, bir yanda da bozkır yalınlığında müziğini kullanmak içindir. Can H. Türker şiiriyle zihnimizde bir Kam sözlüğü yaratmaktadır. Sert ve keskin uçlu Eski Türkçenin sesleri şair tarafından kullanıldığında, dil kurumu hayaleti ya da kısır bir siyasi söylemin yavanlığı karşımıza dikilmiyor. Dilsel arındırmadan kaçınan, dilsel araştırma ve dilsel anıştırmaya olanak sağlayan bir kurgusallık Can H. Türker’in şiirine hâkim oluyor. Şairin kaynak olarak kullanılan Eski Türkçe, aslında İsis’in Osiris’ten çocuk sahibi olmak için uyguladığı büyüsel eylemler kadar tekinsiz. Ama bu tekinsizlik merakı ve edebi zevki körüklüyor. Böylelikle, dilsel arındırmaya maruz kalmış Çağdaş Türkçe onun şiirinde çökeltide bulunan altın filizi gibi pırıldıyor. Can H. Türker’in şiiri ile yarattığı edebi tadın dağımda yayılmasına izin veriyorum, keyfini çıkarıyorum. Defalarca kapağını kaldırdığım siyah kitaba bakıyorum, yazımı onun isimli, isimsiz tüm şairlerin yazgısını anlatan incelikli dizesiyle bitiriyorum;

yeryüzünü göğe iliştiren
büyülü bir söz söyledik

12 Aralık 2011 Pazartesi

Anarşik Armoni | Savaş Çağman | REC Dergisi 2008

     Anarşik sıfatı tahakkümü ortadan kaldırmayı hedefleyen her türlü eğilimi betimler. Armoni ise bir önerilen eksen etrafında sesleri belirli bir sıradüzene sokma sanatının ismidir. Bu isim ve sıfat yan yana geldiğinde ismin sıfat içinde bozulması söz konusu olmakta, yani sıradüzenin tahakkümden sıyrılması. İşte Halil Turanlı’nın 2003 yılında yayımlanmış bu kitabı, Anarşik Armoni de tam bunu anlatıyor. 1960’larda biçimlenmeye başlayan yeni Sol muhalefet hareketinden 1999 yılında Dünya Ticaret Örgütünü protesto eden eylemcilere dek uzanana yeni fikirlerin sese nasıl büründüğü ile ilgili bir kitap. Denemelerde bu fikirlerin bükünlenişi aktarılmakta. Önsözde yazar tarafından belirtildiği gibi yeni isyancı kuşağın müziğini, bu müziğin köklü geçmişini tanıtmayı amaçlıyor, umutsuzların dünyasına umut taşıyan itaatsiz bilincin sesinden dem vuruyor.

     Kitabın ilk bölümü Doğrudan Eylem ve Estetik Etkinlik adını taşımakta. Birinci bölümün ilk denemesi Büyük Reddediş Herbert Marcus isimli düşünürün politik devrimle bağ kuran sanat elbette ki yıkıcıdır savından yola çıkarak tarih içinde örneklerle örülmüş bir yazı. Avangard kavramının ilk kullanışı, kökenlerine değinilirken Fütüristlere, Spartakistlere, Sovyet Devrimine dek uzanan bir çağı çözümlemekte. Living Theatre oyuncularının Odeon’u işgalinden özgür caza (free jazz) 30 kasım 1999 Seattle sokak gösterilerine dek geniş bir tarihi dilimi baş döndürücü bir hızla, birbirine bağlamlı olarak aktarmakta.

     Birinci Bölümün ikinci denemesi John Cage’in Hiyerarşileri Yıkan Müziği ismini taşımakta. Adından da anlaşıldığı üzere Yirminci Yüzyılın en önemli öncü müzisyen ve kompozitörlerinden olan John Cage ve müziği bu denemede konu edilmiş. Cage, tüm kitapta bir leitmotif olarak karşımıza çıkmakta. Hoş bu kaçınılmaz çünkü gerçekten de çağdaşımız hemen hemen tüm öncü müzisyenler ya ondan etkilenmiştir ya da onun karşı tezi bir müziği üretmeye çabalar. Denemede aktarıldığı gibi Cage’e göre müzik, eşitlikçi toplumun analogu, ideal toplum yönünde atılmış bir adım olmalı, politik ve toplumsal değişimleri duyurmalıdır. Cage’in seyir defteri aktarılırken özellikle batı çalgılarının kraliçesi piyanonun sesini bozmakla işe başlaması hoş bir anekdot olarak aktarılmış. Seslerin doğal ortamlarında, doğal hallerinde duyulmasını istemesi sonucunda ona müzik tarihinde yapılacak en son şeyi de yapmasına neden olmuştur; 4’33 isimli eser. Beste bestecinin denetimi altına girmemiş özgür, efendisiz seslerin müziği olarak yazar tarafından sunulmakta. 4’33 yapıtından bahsetmemiz gerekirse; eser piyanonun kapağını açarak nota kağıdında dört dakika kadar süren susları izlemesi yani çalgının çalınmaması üzerine kurulmuştur. Yazıda tonal bir çeken üzerine odaklanan batı müziğinin yerine kromatizmi ya da diziselliği öneren çağdaş müziğin amacından da bahsedilmekte fazla derinlemesine olmasa da. Yazı Cage’in müzikal yöntemi hakkında güzel örneklemelerle bezenmiş. Cage’in politik tavrına da değinilmiş. Örneğin ölümünden yaklaşık bir yıl önce Almanya’daki otonomcu grupların ev işgaline destek vermesi gibi. Cage’in müziği onun anarşist ve pasifist dünya görüşünden yararlanarak çözümlenmiş.

     Birinci bölümün diğer denemeleri Sesleri Özgürce Örgütlemek, 21. Yüzyıl Müziğinde Konçerto, Yeni Bir Armoni İçin Disiplinli Bir Araştırma ile devam etmekte. İlk deneme Stockhausen’in öğrencisi olmuş İngiliz çağdaş müziğinin önemli isimlerinden Cornelius Cardew hakkında. Cardew kolektif doğaçlamaya ağırlık veren tarzını geliştirirken aldığı yol işaretçileri olarak müzik eğitimi almamış icracıları, amatörleri de müziğinin içine katmaya çalışan bir özgürlükçü olarak anılmakta. Onun içinde yer aldığı AMM isimli müzik grubunun Pink Floyd’un Syd Barrett’li dönemini oldukça etkilediği de yazıda aktarılmakta. İkinci yazı 21. Yüzyıl Müziğinde Konçerto ise yine AMM topluluğunda olan piyanist John Tilbury’nin eserleri aktarılmakta. Besteci Cage cephesinde yer almış ve diziselliğe tepki duyan ve hiyerarşiyi reddedenler arasına katılmıştır. Tilbury daha sonra Keith Rowe’un kurduğu Mimeo topluluğu ile de çalışmalarda bulunmuştur. Mimeo, aktarıldığı üzere, dijital teknolojiden ve sample tekniklerinden yararlanarak laptop’larla, yapıbozuma uğramış gitarlarla, dönüştürülmüş elektro-akustik çalgı ve araçlarla müzik yapan, maraton uzunluğundaki konserleriyle tanınan bir topluluk. Yeni Bir Armoni İçin Disiplinli Bir Araştırma başlıklı yazıysa besteci Frederic Rzewski hakkında. Bu radikal bestecinin 1950’lerde Amerika’da ana akım haline gelen Milton Babbitt’in tümel diziselliğine hiçbir zaman yakınlık duymaması, aldığı bursla gittiği Avrupa’da Stockhausen’in topluluğuna piyanist olarak katılması ve özgün müziğini geliştirmesi aktarılmakta. 1960’ların özgür cazcılar ve yeni arayışları olan çağdaş bestecilerin buluştuğu Roma’da Alvin Curran, ve Richard Teiltelbaum ile özgür doğaçlama topluluğu MEV’i kurmuş, özellikle yazıda aktarılan karşı müzik ya da yerleşik müziğin bilinen kalıplarını aşma konusunda deneylere girişmesi anlatılmış. Yazıda bahsedilen ve MEV tarafından geliştirilen işgal edilen mekan, yaratılan mekan, ayrıca ses havuzu kavramları oldukça ilginç.

     Birinci bölümün bir sonraki yazısı başlığından da anlaşılacağı üzere bir röportaj: Richard Teiltelbaum İle Söyleşi. Söyleşide Luigi Nono ile olan çalışmalarından Cage’in müziğine, aldığı müzik eğitiminden Living Theatre topluluğuna dek birçok konu üzerine sohbet edilmiş. Birinci bölümün son dört denemesiyse: Ses Havuzu, Kitlesel Kıyımları Protesto Eden Müzik, İşçi Sınıfı İçin Minimalizm, Arkaik ve Deneyci başlıklarını taşıyor. Ses Havuzu yazısı Alvin Curran ve MEV topluluğundan bahsetmekte. Deneme ismini topluluğun “gelin bir ses getirin ve havuza atın” olan ünlü sloganından ismini almış. MEV izleyiciyi pasif kalmamaya teşvik etmiş ve evlerinden konserlerine gelirken ses çıkaran herhangi bir nesneyi de yanlarında getirmelerini istemiş. Kitlesel Kıyımları Protesto Eden Müzik yazısı da kısmen MEV grubuyla ilgili. Grubun üyelerinden olan Garrett List’ten bahseden yazıda sanatçının Rwanda 94 isimli eseriyle Ruanda’da yaşanan kitlesel kıyıma duyduğu tepkiyi müziğinde nasıl anlattığı aktarılmakta. İşçi Sınıfı İçin Minimalizm isimli denemeyse politik avangardın önemli isimlerinden Louis Andriessen hakkında. Arkaik ve Deneyci ise Nancorrow isimli, mekanik piyano için eserler üretmiş deneysel müzisyen hakkında. Nancorrow, İspanya İç Savaşında cephede yer aldığı ve Amerikan Komünist partisine üye olduğu için ülkesini terk etmek zorunda kalmış ilginç bir müzik adamı. Yazıda aktarıldığına göre, Nancorrow 1980’lerde geleneksel çalgılar için de müzik yazmaya tekrar başlamış ve Kronos Quartet, piyanist Ursula Oppens için eserler yaratırken, Frank Zappa “Sarı Köpek Balığı” konser dizisinde onun eserlerine de yer vermiş.

     İkinci Bölüm Ateş Hattında Semiyotik Gerilla Savaşı başlığını taşımakta. Bölümün ilk denemesi Ses Yayılmacılığı, eserin nerde bittiği, alıntıyla çalıntı arasındaki sınırı belirsizleştiren müzisyen John Oswald’dan bahsetmekte. Elvis Presley’den Michael Jackson’a dek uzanan bir ses dağarını kamu malı sayarak yaptığı alıntı/çalıntı sample örgülerini yayımlayan John Oswald’ın hikayesi gerçekten çok ilginç. Telif hakları yasasıyla başı derde giren müzikçi ses yağmacılığı kavramını geliştirmesiyle ünlü. Bölümün ikinci yazısıysa Steril Kültüre Karşı Medya Sabotörleri adını taşımakta. İsminden de anlaşılacağı üzere, U2 isimli rock grubundan yaptığı alıntı/çalıntı yüzünden başı derde giren Negativland’ın hikayesi var. Bölümün bir sonraki yazısı Doğrudan Politik başlığını taşımakta ve denemede alan sesleri derleyerek bunları işleyip müzik haline getiren Ultra Red grubu anlatılmakta. Ultra Red çeşitli sokak gösterilerinden derlediği sesleri harmanlıyor ve müziğini bu belgeselci yaklaşımdan kotarıyor. Bölümün son yazısı Eylemci Müzisyen başlığını taşıyor. Bu deneme müziğin yerleşik kurallarıyla oynayan, farklı disiplinler arasında köprü kuran tarzıyla ilginç bir müzisyenden, Christopher DeLaurenti’den bahsetmekte. Müzisyenin Dünya Ticaret Örgütünü protesto eden Seattle eylemcilerinin seslerinden derlediği eseri de anılmakta.

     Üçüncü bölüm Kahkahanın Grameri, Gürültünün Estetiği başlığı taşımakta. Bu bölümün ilk yazısı Cehennemî Gürültü Ekibi başlığı taşıyor ve aynı ismi taşıyan anarşist sokak grubundan bahsediyor. Topluluk adını ilk kez 1999 yılında Seattle küreselleşme karşıtlarının eylemlerinde duyurdu. İkinci deneme Muzak Her Yerde, ilginç bir savı kanıtlamaya çalışan bir deneme; bu sav popüler müziğin sonik bir valium olduğunu ileri sürmekte ve bu uyuşturan şeyin müzik değil muzak olduğunu anlatan Klaus Maeck’in seksenlerde yaptığı Şifre Çözücü filmine göndermelerle örülü. Üçüncü bölümün üçüncü denemesi Dinleme Alışkanlıklarına Saldıran Karşı Müzik adını taşımakta. Sydney Avustralya’da kurulan Sosyalist Hastalar Kolektivitesi’nin inanılması güç hikayesi anlatılmış bu yazıda. Bu topluluk akıl hastalarından oluşmakta, gerisini siz tahmin edin. Bölümün son yazısı Siyah Domuz Özgürlük Cephesi başlığına sahip. Bu ilginç müzik grubunun mistik anarşist Hâkim Bey’den Yeats’e uzanan renk paletinden ve düşünsel zemininden bahsedilmekte.

     Dördüncü bölüm Özgür Caz adından anlaşılacağı üzere free jazz müziğinin politik alt yapısına odaklanan yazılardan oluşmuş. İlk yazı Siyah Panterler ve Caz başlıklı. Yazıda piyanist Horace Tapscott’un yürüttüğü siyahlar arasında eğitimle sosyal dayanışma çalışmalarının nasıl Siyah Panterlere örnek teşkil ettiği anlatılmakta. İkinci deneme cazın özgün kişiliği Steve Lacy’den bahseden Steve Lacy’nin Organik Müziği adını taşıyor. Bir sonraki yazıda bir portre New York Sokaklarında Anarşist Bir Cazcı: Daniel Carter. Bölüm Maymun Orkestrası adını taşıyan yazıyla devam ediyor. Fred Ho’nun aynı ismi taşıyan grubu ve öteki coğrafyaların müziğini sadece bir sonik süs ya da egzotik öğe olarak kullanmayan, yaratıcı bir melezleşmenin peşinde olan müziği anlatılmış. Bölümün son yazısı Ekim Devrimi Anısına adını taşımakta. Yazı Borah Bergman isimli günümüz cazının en yaratıcı piyanistinden söz ediyor.

     Beşinci Bölüm Anarko Punk ve Ötesi adını taşımakta. İlk yazı Provolar’dan Durumculara, The Ex isimli Hollandalı punk rock grubunun hikayesini ve müziklerinin zaman içinde ulaştığı menzili anlatmakta. Grubun ünlü anarşist punk grubu Chumbawamba ile ortak projeleri, müziklerinde kullandıkları etnikten gürültüye dek geniş renk paletleri gerçekten ilginç. İkinci yazı Siyah Çivi, Mecca Normal ve Rhythm Activism isimli küreselleşme karşıtı deneysel grupları konu edinmiş. Bu grupların müzik icra etme biçimleri ve kadroları gerçekten çok ilginç. Altıncı Bölüm ise Müzik ve Feminist Politika başlığını taşıyor ve kadın hakları savunucusu müzisyen ve grupları konu ediniyor. Elektronik Arp icracısı Zeena Parkins, turntable sihirbazı Marine Rosenfeld bu bölümde konu edilen sanatçılar.

     Sonuç itibariyle, Halil Turanlı bu kitabında da, bir Fransız Devrimi öncesi ansiklopedisti gibi, müzik bahsinde gölgede kalmış hiçbir konu bırakmama kararlılığıyla yeraltı kültürünün mikrokozmosuna kavramlar sözlüğü yazmaya devam ediyor. O okuyucusuna yeni bilgiler, yeni donanımlar kazandıran bir yazar. Anarşik Armoni, tıpkı yazarın 1996’da yayımladığı Meleklerin Düştüğü Yer isimli kitabında olduğu gibi, şöyle bir haberdar olduğunuz ya da hiç bilmediğiniz konularda ilginç anekdotlarla hoş bir okuma keyfi bırakan bir kitap. Anarşik Armoni, yeraltının ve karşı kültürün Diderot’suna ait bu kitap, müziğin okurlarının arşivinde muhakkak olmalı.                                                    
                             




12 Mayıs 2011 Perşembe

Asla Fon Müziği Olamayan



Şimdi birden buradan baktım sana… adını üşüyor…

Çalmak için koyunca CD’yi, upuzun bir sesle başlıyor albüm. Bu albüm sahaflara düşmüş o fotoğraf albümlerinden arta kalan içki masası resimleri kadar iç burucu, eski bir 45’likteki o cızırtılı şarkılar kadar eğlenceli. Tanımadığınız birinin mahremine dokunurusunuz o fotoğrafa dokununca, bir madam gülümser 50’lerin sararmış zaman çizgileriyle. Bu şarkılarla kırışıklara dokunuyoruz Mabel’in fotoğraf albümünde.

Uzun süre yüzünü saklayan biri neden ruhunun en mahremini böyle sergiler. Nasıl büyük bir cesaret bu, nasıl hayran bırakır insanı. Sahtelerin cıvıltılı sergilerinde çiçekleri üstünde bir bahçe çiçeği o, ama kapısı sürgülü, terk edilmiş evlerin bahçesi, o çiçekler için yıkık duvardan atlamak lazım, birkaç meyve çalmak lazım…

Mabel’in albümü mecazlardan, söz oyunlarında öte duru, sade, apaçık, ışıklı, hüzünlü ve çok güzel. Bir kuşatma gibi, izin vermiyor başka seslere, bu albümü dinlerken başka iş yapmanız çok zor. Her söze, her sese takılıyor kulağınız. Başa alıyorsunuz, başa dönüyorsunuz, sizi ağlatmışsa, yine baştan hep aynı gözyaşlarıyla ağlıyorsunuz.

Şiirselliği odanın köşesine sıkıştırmıyor sizi, güzelliği inceliğinde. Ama kaybederek çoğalırsın derken nerede ve kim olduğunu düşündürür ve bak dersin kendine boşuna yaşanmaz o kayıp anlar, bak biri en azından yazmış bunu ve yazmış… ve ne güzel söylemiş. Senle çoğalalım Mabel ve seni hiç kaybetmeyelim, çünkü biz senin müziğinle kaybolmayı çok seviyoruz.

Mabel Matiz “Mabel Matiz”  

10 Mayıs 2011 Salı

Aynalı Tekne | Savaş Çağman | 2011 İstanbul

    Thanasis Bakoyiorgos (Θανάσης Μπακογιώργος) Sergisinden Masal Yansımaları hakkında birkaç kelam etmek istedim. İstiklal Caddesinde, küçükçe balkonundan büyükçe bir mavi beyaz bir gölge gibi Yunan bayrağı sallandıran konsolosluğun içinde bu kadar hoş ve ilginç bir resim sergisine konuk olacağımı hiç hesaba katmamıştım. Sergi, Yunanlı ressam Thanasis Bakoyiorgos’a (Θανάσης Μπακογιώργος) aitti.

     İlk dikkat çeken serginin ismi; Düş, masal ve gelenek. Bir düşün çizdiği masalsı çerçevelerde sizi aynalar karşılıyor ilkin. O aynalarda kendi yüzünüzü bir Bizans usulü minyatürün içinde görüyorsunuz. Bana daha çok kapı pervazlarının, tavan nakışlarının, eski İstanbul evlerinin bezemelerini anımsatan bir fırça tekniği ile ele alınmış geleneksele selam duran minyatürler bunlar. Düşsel Bizans şehirleri, duvara nakışlanmış eski bir freskonun samimiyetinde. Selanik şehrinin çok eski bir panaromik görüntüsü adeta tahta üstüne bezenmiş bir zanaatkârın işi.

     Thanasis Bakoyiorgos (Θανάσης Μπακογιώργος) sanatının başlarında kendini Yunan Çağdaş Resmi içinde konuşlandırırken, olgunluk işlerinde bu naif, çocuksu geleneksele geri dönüş yapmış. Gelenekselin yavan taklidine düşmeden, geçmişin hayaletlerini kovarak çok aydınlık, insanda evindeymiş hissi bırakan resimler kurmuş. Ve bir aynalı tekne, bir aynanın altında bir yelkenli, uzak zeytin ağaçlı bahçeler, masmavi gök, yekpare bulutlar, tahkim edilmiş surlar, girintili çıkıntılı yarımadalar, Bizans kubbeleri, tekmili birden mevcut bu resimlerde. Thanasis Bakoyiorgos (Θανάσης Μπακογιώργος) samimiyetle kendi masalına bir göz atmaya çağırıyor.



25-Nisan – 16-Mayıs 2011 Sismanoglio Megaro / Şişmanoğlu Apartmanı İstiklal Caddesi Taksim Beyoğlu ISTANBUL

23 Nisan 2011 Cumartesi

Çakmak Pasta


Dört yumurta, iki bardak un… şeker ne kadardı? Çocukken dışarıdan bir şey alıp yemek oldukça illegal bir işti. Leblebi tozunun dişteki izi Annemin bakışından kaçmazdı. Sokaktan alınan şeylere pis muamelesi yapılırken, evde muhakkak çocuk iştahını doyurmak için pasta, börek pişerdi. Annemim abur cubur neviden spesiyali Çakmak Pasta ve Peynirli Börekti. Ama benim favorim tabiî ki Çakmak Pasta’ydı.

Annem mutfağına girilmesini sevmez, çünkü dağınıklığı sevmez. Babam da yemek pişirir, biz de. Ama bizim pişirmelerimiz nafiledir. Mutfağın hâkimi annemdir. Ama Çakmak Pasta saç örgüsü ya da salyangoz kabuğu gibi spiral, az şekerli, süte ve çaya yakışan tadı ile hep ama hep talep ettiğim bir şeydi.     

Dört yumurta, iki su bardak un, şeker? Bunu bir yere yazmıştım aslında. Ne zaman yola çıkılsa, mesela Yalova Tatilleri öncesi evi çakmak pastanın kokusu alır. Annem sorar ne yapayım? Ben hep çakmak pasta isterdim.

Annemle ilk birlikte çakmak pasta yapışımızı hatırlıyorum. Mutfak balkonuna açılan kapı açıktı, yazdı. Lisedeydim. Sadece karıştırmama izin vermişti. Her zaman sorduğu soruyu sormuştu; “Saç örgüsü mü? Salyangoz kabuğu mu?” Ben de hep verdiğim yanıtı vermiştim “Anne her ikisinden de!”

Pekiyi yoğurt ne kadardı? Umarım bir yere not almışımdır. Annemin çakmak pasta tarifi, komşular tarafından bir bir aşırıldı. Onlar da denediler ama hepsi şekline üşendiler. O güzelim pasta küre şekline girdi, hatta kek kaplarında pişirildi. Annem yaş aldıkça çakmak pasta pişirmez oldu.

İstanbul’a ilk taşındığımda çok ağlamış. Arnavut komşumuz diyor. Annem arkamdan mı ağlamış? Annem belli etmezdi sevgisini. Belli edemezdi sanırım. Ben sevgimi belli etmeyi zor bir keman tekniği gibi çalıştım, uzun uzun temrin ettim. Annemden seviyorum seni duymadım, sımsıkı sarılma da görmedim. Sadece Pazar banyolarından sonra yanaklarımdan öperdi. O da çocukluğumda. Sanırım sadece mutfakta yakındık. Sanırım yemek yeme ve sevgi ilişkisini karıştırmam o zamanlarda başladı.

İstanbul’la üçüncü kez taşınırken, annem hiç ağlamamış Arnavut komşumuz dedi. Bu defa hiç üzülmedim demiş. Onun da evi var artık. Balkonu da varmış, temizlesin otururuz serin olur, haziran falan gideceğim ona demiş. Ama eklemiş, karyola alsın, rahat edemem yer yatağında.

İstanbula üçüncü taşınmamda, yani bu, en sonuncusu, yol hazırlığı nereden geldi aklıma çakmak pasta yapasım tuttu. Annem anımsayamadı. Arnavut komşumuza gittim. Bembeyaz ellerinde tarifle geldi, yüksek sesinde bir sevinç vardı. Aldım tarifi. Acaba nereye koydum?

Mutfağa girdik hazırlığa başlarken annem geldi. Geçen kasımda geçirdiği kalp krizinin yorgun izleri, ona yaptırmak istemedim. Kendim yapacaktım. Ama ısrara ben yapacağım diyordu. Aynı bildik soruyu sordu; “Saç örgüsü mü? Salyangoz kabuğu mu?” Kıyamadım ona, salyangoz kabuğu dedim. Sarmal şekli hep içe doğrudur. İçe dönüktük. Kapalıydık. Belki o yüzden bu şekli seçmiştim. Pastanın üstüne yumurta sarısı sürmek istemedi. Olmaz dedim öle beyaz kalır, rengi olmaz. Ben sürdüm, yorgundu. Yine evi çakmak pasta kokusu sardı ve İstanbul’a taşındım; tüm yolculuk törenselliğini gerçek kılarak.

Çok değil iki hafta önce, İstanbul’da, balkonu temizleme planları yapıp balkon temizleyemezken, gecenin körü bir telefon aldım. Babamdı. Anneni kaybettik dedi ve telefonu kapadı. Apar topar bir yolculukla vardım eve. Evde hiçbir belirgin koku yoktu artık.

Annem öldü. Elbiselerini düzenlerken, el yazısına dokunarak ne kadar tarif varsa topladım. Çakmak pasta yoktu. Ama yıllar önce annemle küsmeden önce, aman ha bunu bir yere yazayım demiştim. Bizim küsmelerimiz uzun sürmezdi. Dayanamazdık küsmelere. Ben çakmak pastada saç örgüsü hiç yapamadım. Her pişirdiğimde salyangoz kabuğu gibi içe dönük spiral yaptım şeklini. Çünkü içe dönüktük. Annem de, ben de. Ona benzeyen yönlerimi keşfedip yaşayan kısımlarını düşünüp biraz sakinliyorum.

İstanbul’a döndüm, dört yumurta, ne kadar şeker? Tarif bir yerde yazıyor eminim… yeni bir fırın aldığımda sanırım ilk yapacağım şey çakmak pasta olacak. Sonra süt, kocaman bir bardakta ve yanında çakmak pasta. Çocukken aldığım yolları düşüneceğim. Yazın Yalova’yı, Ankara’nın okul başlamadan önce yazdan son kalan günleri ile Eylül’ünü. Annemin kediye aslan kızım demesini düşüneceğim. Sonra içe dönük bir sarmal, salyangoz kabuğu gibi… Acımı yiyeceğim, sevinci mi de, anıları mı da… çakmak pasta bitecek, tekrar anımsatsın diye pişirmeme dek…

Annemi kaybettim, birkaç tarifi de sanırım kayboldu onunla… evet ilk iş bu evde çakmak pasta pişireceğim. Ama balkonu şimdi temizleyesim yok…    

7 Ocak 2011 Cuma

Mabel'in Bembeyaz Dişleri




Penceresi geniş, küçük çiçekli dallı ferforjeleri karamış balkonların, yüksek ağaç tepelerini, terk edilmiş açık hava sinemasını gören, kanatlanan küçük isimsiz mevsim kuşlarını izlediğin eski, lakin hatırası olan eşyalarla dolu bir oda gibidir Mabel Matiz’in müziği… tek bir odadır o çok kapılı…

Kat yerlerinizden açar sizi, sanırsınız kumaşı yumuşaktır. Ama biliniz parmak uçlarınız kanar çetrefil dantelini okşarken. Unutulmuş takvim yaprakları gibidir, okumadım ben bunu hiç dediğiniz rafta unutulmuş bir kitap gibidir. Tütün kokar, lavanta kolonyası kokar, evin en yaşlısı kokar, atlanmış ipler, kedi yavrusu kokar, kırılsa da atamadığın bir oyuncak gibi kokar; o yüzden acıtır. Acıdıkça takarsın başına dönersin şarkının…

Tanıdık gelen bir yüzdür Mabel Matiz’in şarkıları ama bilirsin ki o yüzü sadece rüyalarında görmüşsündür. O yüzden az kayıptır, az gülümsetir, çok ağlatır…

En vefasız ama en güzel yüzlü âşıklar gibidir Mabel Matiz’in şarkıları; öpse acır, kalsa acır,  gitse acır, sevse acır canın. Sarardıkça güzelleşen bir defter yaprağıdır onun müziği… o yüzden saklarsın, saklarsın…