2 Ocak 2016 Cumartesi

Ah Zavallı Kardeş | Savaş Çağman

     Arthur Rimbaud ismi ile karşılaşmam bir büyülenme anıyla anlatılabilir. Başkentin orta yerinde kendine radikallerin toplandığı, tabaklanmış deri ve fena halde sanat kokan Aykırı Kumralı sokakta bir yayınevindeydi bu an. Yayınevinin arkası müdavimlerin sohbetleri için bir gizli bahçeydi. Hemen her gün, yılmak bilmez bir hacı gibi ziyaret ediyordum kutsal toprağımı. Kitaplara dokunmak bile bir uyanma hazzı yaratıyordu bende. Yayınevinden içeriye girdiğimde, kitapları karıştırma, küçük burjuva ahlakım izin verirse bazılarını aşırma niyetindeydim. Ama bu fazla evcil radikal o kadar cesaretli değildi. Kitabın beyaz kapağında, deli mavi gözleri pırıldayan, saman sarısı saçlarında bahar tomurcukları bir şair resmi vardı. İsmi okudum iyi zımparalanmış Fransızcamla; Arthur Rimbaud… Kitabın kapağını araladım hayatıma hangi kapının açıldığını bilmeden. Okumaya daldım. Kitabın adı Cehennemde Bir Mevsim’di. Birden samyeli sandığım o sıcak rüzgârın zalim cehennem yalımları olduğu için yüzümü yaktığını anladım. Kırlarda vardı devedikeni moru ile bezeli, aşk da vardı, isyan da vardı, hüzün vardı en çok içinde… Arthur Rimbaud, kelimelerin sihriyle beni sarıp sarmaladığında cebimdeki tüm parayı verip kitabı aldım ve Uzak Banliyö’deki baba evine tabanvay gitmek zorunda kaldım.
     Hatırladığım kadarıyla vaktiyle, hayatım bir şölendi, tüm gönüllerin açıldığı, tüm şarapların aktığı bir şölen diyordu taçlanmış şair Cehennemde Bir Mevsim kitabında. Bu şiirsel öngörü, onun kâhinliğiyle hayatıma sirayet etti. O zamanlar fark edemedim bunu. Yaş almam gerekmişti yaşlanmadan. 1988 benim hayatımın şöleni oldu. 1988, saç uzatılan, sakal tüttürülen bir yıl değildi sadece, orta sınıf radikalliğinin evcil hamleler üretirken kendini Bohem zanneden zamanlarıydı da. Rolümü güzel oynuyordum. Rolüm ben oluyordu. O yüzden rol olsa da oyun, oyun olmaktan çıkıyor hayat oluyordu. Doksanların sonuna dek Başkent ve Uzak Banliyö’deki evin en arka odası, balkonları okumaların, yazmaların, çizmelerin, söylemelerin yaz bahçelerini kurdu. HDTCF’nin önünden sarhoş yürürken gördüğüm pırpır tayyarenin kanatları yüreğime batmadan önceydi olanlar.
     Kaçtım uzaklara ey büyücüler ey sefillik ey kin hazinem size emanet derdi aşkımın isim babası Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim’de öyle sıradan bir olaymış gibi kolayca. Bu kelimeler bana yolculuğu öğretmişti. Hazinem neydi? Bana kalan ucu eprimiş anımsalar mı? Utah’taki ya da başka bir çöl eyaletinin üniversitesi örnek alınarak yapılmış, bozkıra ters çok uzak kampüste miydi? Olumsuz ergenliklerdi sadece bu öykünme halleri. Kimsenin olmadığı erken saatlerde Güzel Sanatlar Fakültesinin önünde durup platonik aşkımın gelmesini beklerken kanyak içmeyi radikallik sandığım yıllardı.
     Bir tavşan evliya otları ve kımıldayan çançiçekleri arasında durdu ve örümcek ağının arasından gökkuşağına bakarak duasını yaptı derdi Tufandan Sonra kitabında. İllegal bir aşk hali giyinmiştim, ben şehirde yürürken trafik duruyordu, burnumdaki küpenin pırıltısından diyordum. Tavşan ürkekliğiydi aslında, kimse farkında değildi. Kavgacı olmayan bir şiddet denemesiydi. Hep içe, hep içe doğru ve suskun…
     “Ah Zavallı Kardeş!” başka bir şiirinde Serseri’lerde Verlaine’e belki de acıma sözüydü. Göğsümde bir dövme-slogan olmasını çok istedim; Ah Zavallı Kardeş! Fırtınaların şairi, aziz topukları ile ezilmiş şarabın denizinde mucize ile yürüyordu, bu mor lekeler belki de apsent yüzündendi kim bilir. Onu okumak bir aşk haliydi. Bu kendinden geçişi Haşişi Kalesinde bir çömez gibi kabul ediyor, onun sesini Lauréamont’un uğursuz şarkılarına eşlik edişini dinliyordum. Ve üçlemem tamamlanmıştı şiirde; Lautréamont, Mayakovski ve Rimbaud…  | 2014 İstanbul