2 Ocak 2016 Cumartesi

Osmanlı Pastiji Modası | Savaş Çağman

     Hadi kaleme kâğıda sarılın. Neden siz de bir Elif, bir Oktay olmayasınız? Biraz cesaret ey okuyucu, burada Sen-De-Yap (Do-It-Your-Self) estetiğini Osmanlıca kavra; Bizati-Kendin-Eyle! Osmanlıca parçalamak veya paralamak için size bir Osmanlıca Lügat öneriyorum. En yakın sahafta 10 lira civarı. Bu konularda yazmak içinse özellikle bir, bilemedin iki kaynak kitap edinmelisiniz. Mesela, Ermenilerle ile ilgili nostaljiden sararmış tümceler kurmak istiyorsanız Mıgirdiç Magrosyan öykü kitapları alıp, hap gibi kopya çekebilirsiniz. Hangi dönemle ilgili tarihi saçma yaratmak istiyorsanız, bir iki kelime veya birkaç mekân adı bilmeniz yeterli olacaktır. O kadar da zor değil, hadi az cesaret!
     Ülkemizdeki edebi sferin, son on yılın Osmanlı Pastiji yapma ruh halinin şeytan çıkarması ve bin bir dua, içimden atmayınız, sakın. Daha da ruhunuzu ele geçirsin. Örneğin tarihle kopukluğunuzun yarattığı örselenmeyi, aslında “Teyyare” yazan bir had örneğini Kur’andan alınmış bir ayet sanarak, hislenip gözyaşı dökerek harlandırabilirsiniz. Bir kelimesini bile bilmeden Mesnevi sizin tüylerinizi fora yapabilir. İşte şimdi Osmanlı Pastiji yapma konusunda kıvama geldiniz. Ha gayret!
     Bu konudaki gayretkeşliğinizi bir yardım ile taçlandırmak istiyorum. Aşağıdaki metin örneğini yazmak için Clarence Richard Johnson adında bir papazın 1920 yılında ziyaret ettiği İstanbul’u anlattığı kitabı kullanmayı seçtim. Kitap, ayartıcı bir sürü hikâyeye gebe alt yapı ile dolu. Kitapta kulüpler, kerhaneler, tiyatrolar, yardım kurumları, mülteciler ve daha niceleri yazılmış. Dönem senaryosu yazacaklara, aman ben de bir Osmanlı Pastiji yapıp Elif’ler, Oktay’lar kervanına katılayım derseniz başucu danışma kitabınız olabilir. Kitap işgal İstanbul’unu anlatıyor. Ama zaten II. Ahmet dönemi hakkında yazacaksınız, kuzum kasmayın, saçmalayın gitsin; “Kusanlar” koyun kitabın ismini, neyin olmadığı dönemde nısfiyenin olduğunu nereden bilecek 1990 kuşağı, sallayın canım, sallamaktan salıncak peyda edin. Hah işte böyle!
     Lakin naçizane, alçak gönüllülük isimli samimiyetsizlik kod adlı Milli Sporumuzu icra ederek, size de örnek teşkil edecek bir öykücük yazmaya niyetlendim. Hadi uygulamalı anlatmak için işkembe-i kübradan sallamaya başlayalım;

     Kumkapıda’ki Asbarez Derneği abanoz kapısında sabırla nöbet tutan Servet, Hasköy’deki Azadagan Derneğinin tabelacısı Tavit’in burada olabileceğini düşünüyordu. Şiirden haz eden Tavit, Kumkapı’daki bu derneğin Konferans Kulübüne üyeydi. Çat pat Ermenice’si ne kadar yeterse siyasi, sanat, felsefe ne bulursa dinliyor, kendini geliştirmeye çabalıyordu. Servet, Üsküdar’da amcazadesinin evine giderken Ardavazt Tiyatrosunun tam kapısında Tavit ile çarpışmıştı. İki aceleci genç kıyasıya bir kavgaya tutuşmuş, ağızlarını, burunlarını kırıp karakolluk olup, o geceyi de nezarette geçirince nedense düşmanlık ahbaplığa meyletmişti.
     Tavit, tabelacıydı. Servet ise işsiz bir ressamdı, ama güzel yazıdaki mahareti onu had sanatına da yöneltmişti. Tavit, Servet’e;
      “Eh pek maktu, Osmanlıca alamet-i farikaları pek tabi yazabilirsin,” demişti. İşte o günden sonra, Fransızcanın Latin, Sefarad İspanyolcasının İbrani, Rumcanın Yunan, Ermenice’nin Ermeni, Osmanlıcanın da Arap harfleriyle raptını bu iki kafadar bölüşmeye başladılar. Limonata markası Merkür için bir Kumkapı, bir Üsküdar, bir Pera birkaç bakkal dükkânı ve ya pastaneye iş yapmışlardı. O hafta ceplerinde para vardı. Tavit, soluğu Kumkapı Asbarez Derneği’nde, Servet ise Galata’daki Brüksellinin Keranesinde almıştı.
     Servet, kerhanenin avluyu anımsatan girişinde bir sarma cigara tellendirdikten sonra henüz Küçük Amelya’nın kalçası gibi kavisli yokuştan Galata’yı terk etmiş, Kumkapı’ya gitmenin bir yolunu bulmuştu. Tavit, hala konferansta. Çıksa da direklerarasına yakın bir yere damlasalar, önce ziftlenip sonra Şano’ya çıkan bir hoşorluğu meşhur Kantocu Marika’yı izleseler. Tavit Bezazyan ise hala ortalarda yok…

     Öykücüğün hemen içinde Ermeni ve Türk iki karakter ile bir edebi çatışkı alanı yaratıyorum. Tabiî ki bu bir Elifgillerden annem bir fincan kahve istedi ruh halidir. Elifgiller, gençlik yıllarında üniversite kampüslerinde Beyaz Türk oluşlarının utancını gıdıklayan Aleviler, Kürtler veya tanımaya çok can atıp tanışınca da tahnit edilmiş ve içi pansuman pamuğuyla doldurulmuş bir av hayvanı muamelesi yaptıkları Rum, Ermeni, Yahudi arkadaşlar edinmeye gayret gösterir. Elifgiller 1915, Mübadele, Eylül olayları ve bir dizi pogromu kendi Beyaz Türk kökenleriyle bağdaştıramayacağı için kendince bir oyun edinir. Ki oyun kimliğe sirayet edince Türk Milliyetini Michel Roux’dan öğrenmiş Ziya Gökalp suniliğinde bir siyasi görüşe gebe kalır. Ya dokuz doğurur Elifgiller, ya ölü doğum yapar, sayelerinde birçok kişi de sütten kesilip edebiyattan soğur. Elifgiller, “Atina Tuz’un Var Mı?” okuyunca kendini Mıgirdiç Magrosyan sanabilir, olsun zaten onların ruh hali hep sanma değil midir? Osmanlı’da hemen hemen hiç rastlanmayan, az rastlanınca da müzeye konulası sosyal geçirgenlik bazı yazarlara haziran ayı pervanesi gibi yapışmış halde.
     Öykücüğümde, Elifgiller taklidinde usta olduğumu ilan etmeliyim. Öncelikle okuyana 1920 hakkında her şeyi bildiğin süsü verme konusunda ustayım. Oysa dediğim gibi bu sadece bir kitapta altını çizdiğim şeyler. İki kafadarın karşılaşma ve kaynaşma öyküsünde elimden geldiğince samimiyetsiz bir taklit var. Kelimelerin eskisini, fikirlerin de aparılanı seçtiğinizde siz de bir Osmanlı Pastij yazarı olabilirsiniz. Tarihi roman terelellisinden, tarihi fantazya saçmasına dek çok geniş bir palette saçmalayabilirsiniz. Mesela;

     Servet, kerhaneden geldiğinden midir, yoksa tepebaşında, faytoncu kahvesinin hemen önünde boyun kısmından onu fena halde emen bir upir yüzünden midir bilinmez oldukça yorgundu…

     Yani burada olaya vampir yerine upir diyerek az fantazya da katmış oluyorsunuz ki bu da sizi Elifgillerden Oktaygillere terfi ettiriyor. Bir sürü zorlama, mega ıkınma, ıkınmaktan beyin basuru olmuş haller takınıp istediğiniz kadar yardırabilirsiniz. Servet’in kanatları çıkar falan, Elifgillere öykünmekte kararlıysanız Servet ve Tavit arasında dudaktan kalbe, lakin alt metinde aslında homofobik bir masal da tüttürebilirsiniz, orası size kalmış.
     Burada sanmayın ki bir arazı anlatıyoruz. Aslında aksırık gibi bir şey anlattığımız. Sadece biri Frenkistan’da aksırınca burada vereme dönüşen bir edebiyat algınlığı. Nedir efendim bu arazın nedenleri? Öncelikle kesintililik yüzünden bu nostaljimiz, çünkü harf bazında ve anlam bazında, hem de dil bazında geçmişten kopuş/koparılmış bir haldeyiz, denen klişeyi dilime sarmayacağım. Bu başka dilden kelime söyleyince gururlanma halleri inanın 6ncı Yüzyıl Turfan belgelerinde bile var. Uygur Blok yazmalarını kaleme alan kalemşör, çeviri yapmaya üşendiği için mi, yoksa vay yazayım da halk (bu kelimedeki L harfi lütfen Bülent Ersoy’un ince L’si olsun) anlamasın diye mi Soğd Dilinde alıntılar yapmıştır, bilinmez. Çince’den aparılmış gök kelimesinin Tanrı kelimesine mi meyletmesidir, bilinmez, sonuçta Xiao Shou hala dilimizde Çinli gelin olarak “çarşı” diye çağrılır. Çok travmalı değil, çok katmanlı bir kültür olduğumuza aşina olmak hiçbir şeyin ucuz nostaljisine katılmayacağımızın garantisidir. Bizim aydın kesim Hacivat prototipi olduğundan mebnu, olabildiğinde alıntı ve akrostij hastası olma eğilimindedir. Muhakkak aydın zat-ı muhterem aykırı, zorlama, kasma bir şeyler yapmalıdır ki aydın olsun. Bakınız Hacivat, bakınız Hacı Cavcav…
     Görüldüğü üzere, memleketimizde pek bir moda olan Tarihi Kurgu yazmak, aslında o kadar da zor değil. Yukarıda tariflendiği gibi bir, bilemedin iki tane belgeden yer isimleri apararak, konuya pek Osmanlı’da rastlanmayan sosyal geçirgenliği, sanki varmış gibi kurarsanız, az aşk, az gerçeküstü, az falan filan, işte size abur cuburdan bir ana yemek pişirebilirsiniz. Öncelikle şu pek hayranlık duyulan Elif’li, Oktay’lı meselede iki lakırdı etmek için yazmadım; sadece okurun Elif’li, Oktay’lı zevkine bir sabotaj olsun diye yazdım. Sen de yaz, travmanı kaşı… | 2014 İstanbul