30 Mayıs 2016 Pazartesi

Bir Tür Neo-Paganizm Zannedilen Tengricilik | Savaş Çağman

İbrahimî Dinler yeryüzünün en ücra köşelerine yayılırken, birçok topluluğun Halk Dinleri de mevcuttu. Özellikle bu Halk Dinlerine, Paganlık, Paganizm adı bir Hıristiyan kavramı olarak verildi. Pagan kelimesi Latince, rüstik, kırsal, kırsalla ilgili, köylü, taşralı, sivil anlamına gelirken Kilise Latincesi ile kâfir, putperest anlamına gelmeye başlamıştı.
Halk Dinleri, Hıristiyan zulmü altında bir bir yok olurken, eskinin bir anısı olarak yaşamaya devam etti. Fransız Devrimi sonrası ve Alman Romantizmi ile birleşen duyarlılık Avrupa’da birçok milletin eski Halk Dinini bir anı olarak canlandırmaya çalışması ile sonuçlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni Feminist düşünceler, Wiccan denilen büyü uygulamalı bir tür Cadılık inancı, bir yandan Aliester Crowley’in başını çektiği Eski Mısır Dini temelli Spritüel Akımlar, eski Halk Dinlerinin tekrar gündeme gelmesini körükledi.
Bu hareketlerin çoğuna Neo-Paganizm denilmeye başladı; yani Yeni Pagancılık. Neo-Pagan hareket, dişil özelliği yücelten, Doğa Korumacı Anarko-Komünist yaklaşımlardan tutun da Neo-Nazi hareketlere dek birçok ideoloji ile de kol kola girmiştir, ama burada belirtmekte yarar var; bu akımların dünyanın her yanında çoğu zaman, aşırı sağ ile bir flörtü söz konusudur.
Neo-Paganizm, ona dayatılan İbrahimî Monoteizm’e (Tektanrıcılık) açık bir tepki olarak ve oluşunun da içinde bulundurduğu malzemeden ötürü Politeist yani Çoktanrıcı’dır. Çoktanrıcı İskandinav, Kelt, Wicca Dinleri Almanya ve İngiltere’de yandaş bulmaya başladığı zamanlar İkinci Dünya Savaşı ile 1970’ler arasına yayılmışken, bunun Doğu Avrupa’da karşılık bulmaya başlaması Komünist Blok’un çöküşünden sonra gerçekleşebilmiştir.
Slavofil Hareketi, Batılılaşma karşıtı Pochvennichestvo, Narodnik’ler gibi siyasi halkçı veya milliyetçi hareketler Rusya’da çok önceleri bir ortak Slav Halk Dini hakkında ilk tohumları atmıştı. Fin-Ugor ve Türki coğrafya’da Batıda gelişen Halk Dini hareketi Sovyetler Dönemi'nin dine kuşkuyla bakan eğilimi yüzünden on yıllar boyunca baskılandı. Sadece Rus Ortodoks Kilisesi değil, İslam, Budizm ve Asya’daki Şamanistler de bu eğilimden payını almıştı.
Prestroika sonrası birçok düşünce ile Neo-Paganizm de Sovyetler Birliğinde karşılığını bulmaya başladı. Slav Halk Dini olarak canlandırılan Rodnovery, aslında temelleri Polonya asıllı Zorian Dołęga-Chodakowski'nin 1818’de yayımladığı, “O Sławiańszczyżnie przed chrześcijaństwem” (Hıristiyanlıktan önce Slavlar Hakkında) broşürüne dek dayanır. Rodnovery özellikle Pan-Slav Milliyetçiliği, yeni rock grupları ve yeni akımlarla 1980’lerde yaygınlık kazanmaya başladı. Ernests Brastiņš tarafından 1925’de önerilen Leton Neo-Paganizm’i Dievturi (Tanrının Koruyucuları), 2011’de tekrar örgütlenmiştir, günümüzde 663 resmi üyesi vardır. Litvanya’da örgütlenmiş Eski Prusya inancı Druwi (Samogit Dilinde Druwē, Eski Prusya Dilinde “İnanç” anlamına gelir), 1995 yılında Kurono Akedemisi'nde bu dinin rahiplik eğitimi verilmeye başlanmıştır. Bu dinin din adamları Romuvan ve Vydūna’lar burada yetiştirilmektedir. Druwi inancı diğer Neo-Pagan’ların tersine Tektanrıcı’dır. Bu dine kimi zaman Romuva da denilmektedir. Bunun yanında Rus’ların Hint-Avrupa’lı köklerine vurgu yapan ve Hindu Veda Dini temelli Ynglizm Dini de Alexey Vasilevich Trehlebov tarafından Omsk şehrinde 1992’de kurulmuştur.


Abkhazya’da ve Kuzey Kafkasya’da Çerkesler arasında özellikle yükselen Vahabi İslam’a bir tepki olarak 1990’larda boy veren ve şu yıllarda Rusya Federasyonu'na bağlı Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde halkın %12’si ile Kabardino-Balkarya’da %3 inancı haline gelen Habsizm bir Halk Dini olarak canlandırılmıştır. Ossetya’da canlandırılan Ætsæg Din (Ossetçe’de Doğru İnanç) 1980’lerde örgütlenmeye başlamıştır. Kuzey Ossetya-Alanya ve Güney Ossetya’da ve Rusya’da 2012’de Ossetler’in %29’su bu dine mensup olduğu bildirilmişti. Çeçen-İnguş’lar arasında Nart Destanı temelli Vaynakh Neo-Paganism’i yeni gelişmektedir.
Ermenistan’da Tseghakron veya Hetanosutyun olarak tanınan Ermeni Neo-Paganizm’i 1991’den bu yana örgütlüdür, hareketin mimarı Ermeni Milliyetçisi Garegin Nzhdeh’dir. Ermenistan’da Slak Kakosyan’ın kurduğu Arordineri Ukht (Ari’nin Çocukları) hareketi de kendi yolunu çizmektedir. Hareket özellikle ABD’deki Zerdüşt Cemaati ile sıkı işbirliği içindedir.
Finlandiya’daki Ukkousko denilen Neo-Pagan dini Karelya’da yayılmıştır. Onun gibi Estonian Neo-Paganizm’i Maausk (Yerel Din), yanında tektanrıcı Taara İnancı, Maavalla Koda (Estonya House for Taaraistler ve Yerel Din İzleyenleri için Ev) olarak 1990’larda örgütlenmiştir. 2012 istatisklerine göre Estonya nüfusunun %11 Taaraizm ve Maausk adındaki bu iki yeni dine mensuptur. Mari Halkı arasında 1990’larda Vitaly Tanakov tarafından örgütlenen Čimarij Jüla, Ay, Güneş ve 70 tanrıya tapınılan bir Halk Dinidir, 2004’de inananları Mari-El nüfusunun %15’ini bulmuştur. Mordvin Halkı arasında yayılan Mastorava (Toprak Ana) dini hareketi Mordvin nüfusunun %2’lik bölümünde taraftar bulmuştur. Udmurt Halkı arasında yayılan Udmurt Vos, 1989’de Demen yani cemaat adında örgütlenmeye başlamıştır. %42 oranında inananı vardır.
Ural Bölgesinde yaşayan Çuvaşlar arasında yayılmaya başlayan Vattisen Yıli Ваттисен Йăли” (Eskilerin Gelenekleri) Estonya kökenli Taarism, Tengricilik ve Cermen Neo-Paganizmi Thunraz’dan etkilenmiştir. 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında örgütlenen Vattisen Yıli'den önce Sovyet döneminde kendine Sardaş diyen bir Halk Dini topluğu vardı. Çuvaşça’da Sar sarı anlamına gelir, ve sar, sarat kelimeleri Güneş’in mecazi anlatımıdır. Iosif Dimitriev, Tanrı Tură, Kutsal Anne Ama, ve yeniden doğmuş tanrı Tură çevresinde odaklaşan, Katolik Hıristiyan inancın yapısına öykünen bir tektanrıcı Çuvaş Halk Dini önermiştir. Elmen denilen geleneksel dini önderler, köylerde Aramçi denilen dini bilgiyi aktaran kişileri baz alan bu yapıyı yeniden oluşturmaya çabalamışlardı. Başka bir bir grup olan Turăs ise (Tanrıya İnananlar), F. Madurov tarafından örgütlenmişti. Dünya ağacı Keremet ve eski Çuvaş dinin ağaç kültünü temel almaktaydı. Bu din pil, pekhel denilen kutsamalar, dualar ve köy bayramları ialzri’leri temel alan bir yaklaşımla, doğayla uyumlu bir yaşamı öğütlemekteydi.
Burada Neo-Paganizm’in birkaç önemli özelliği gözlemlenebilmektedir; İbrahimî bir dinin kabulü ile yok olan bir Halk Dini’nin mutlak varlığı, Fransız Devrimi sonrası Milliyetçi-Romantik uyanışla bir entelektüelin önerisi ile bu dinin kaynaklarının yayımlanması, milliyetçi veya doğacı bir refleksle bu dinlerin tekrar örgütlenmesi, birkaç istisna dışında bu dinlerin hepsinin çoktanrıcı oluşu…
Türk Halklarının, ve başka bazı Ural-Altay halklarının Halk Dini olan Tengriciliğin ne olduğunu anlatmadan önce, Tengri nedir ona bakmayı tercih ediyorum. Bu kelime (Eski Türkçe Täŋri/Tängri/Tengri, Moğolca Тэнгэр, Tenger, Çuvaşça Tură), Altay halkları, Türkler, Xiongnu Halkı, Hunlar, Bolgarlar ve Moğollar (Xianbei) arasında belirsiz olarak, kişileştirilmiş Gök yerine kullanılır. Burada Göğe Tapmak ve aynı anda Tanrı’ya tapmak olarak görülür. Tengri Gök-Baba’dır (Tengri/Tenger Etseg), Şamanist, Kamcı Ural-Altay toplumlarında en yüksek ve kutsal varlıktır ve dişi olan Yer (Eye/Gazar Eej) ile bir ikilik teşkil eder ama ondan bağımsızdır. Ona bir ata olarak saygı da duyulur. Aynı anda bu kelime Cheng-Li tarafından “kutsal yemin” anlamına geldiği Çin kaynaklarında kayda geçirilmiştir. Kelimenin Çince Gök anlamına gelen tiān ile ilişkisi de çarpıcıdır. Ki Çin Şamanizm’inde Wu denilen şamanın göğe verdiği kurban birçok Kuzey Asya ve İç Aysa Şamanizm’i ile benzerlikler ihtiva eder. Bu kelime çok eski bir Asya Halk İnancının izlerini taşır. Dimitrov (1987’de bu kelimenin Eski Hint-Avrupalı Pers dinindeki Spenta Armaiti kavramının kökenleri Tängri kelimesi ile bir olduğunu ileri sürmüştür. Türkler tarih içinde sıkça “Kök-Täŋri” dediği bu güce oldukça önem yüklemiştir. Ama bu Gök Tanrısı anlamına gelmez, oluş olarak, muhteviyat olarak Gök-Tanrı şeklinde çevrilmelidir.
Mircae Eliade, Kök-Täŋri kavramını açıklarken, Katolik ilahiyatçı Thomas Aquinas tarafından kullanılan Latince bir sıfatla anar; Deus Otiosus. Deus Otiosus, Aylak-Çalışmayan İlgisiz bir Tanrı’yı, her şeyi yaratıp sonra köşesine çekilmiş, çok az müdahalede bulunan bir ilk gücü anlatır. Büyük tanrının adı her zaman Gök anlamına gelir. Arktika, Sibirya ve Orta Asya’nın avcı/balıkçı ya da çoban/hayvancı yarı göçebe yarı yerleşik halkları yaratıcı, tüm-güçlü yani her şeye kadir, ama davranış olarak deus otiosus olan bir Gök-Tanrı tanır ve ona tapar. Çukçiler, Tunguzlar, Samoyetler, Türk-Tatar halkları ona birçok isim verirdi, onu somut gök olarak kabul eder ak ışık, yukarıdaki, ulu olarak saygı duyardı. Bu halklar aynı anda yedi veya dokuz Ulak denilen gücün ona yardım ettiğine, bunların oğullar veya kızlar olduğuna da inanırlardı. İlgisiz kalan Yüce Gücün yardımcıları ruhlar, varlıklar olan bu alt güçler çok sonraları Tanrı olarak anılmaya başladı. Eşit güçleri bölüşen ve bir önder çevresinde odaklanan çoktanrıcılık ile başka güç tanımaz bir tektanrıcılık arasında bir geçişi gösteren Tengricilik hiçbir zaman başlı başına çoktanrıcı olarak değerlendirilemez.
Ülkemizde yeni yeni bir Kamlık/Tengrici kıpırdanma söz konusu ve İbrahimî Dinler'e tepkili tüm Neo-Pagan hareketlerde rastlanan aynı eğilimlerden bahsedebiliriz. Tektanrıcılığı dayatan bu dinler yüzünden Kamlık/Tengriciliği çoktanrıcı gösterme eğilimi göze çarpıyor. Tengircilik, Kuzey ve İç Asya’da bazı yörelerde İbrahimî bir din tarafından tümden yok edilmedi. O yüzden onun canlandırılması söz konusu olamaz. Neo-Pagan diğer inançlar gibi çoktanrıcı olmayan Kamlık/Tengricilik, ülkemizde bazı gruplar tarafından bu şekilde örgütlenmeye çalışılması da onun özüne yapılacak en büyük kötülük olarak duyumsuyorum. Tengricilik ve Kamlık inançlarının bir Post-Sovyetik bilinçle ülkemde pazarlanmasının, zaten geçmişine ve kültürel mirasına turist olan halkım üstünde çok ağır manevi tahribat yapacağını ön görüyorum. Umarım doğru yaklaşım bulunur…

24 Mayıs 2016 Salı

Aşka Mülteci | Savaş Çağman

Aşka mülteci gözlerin var senin, bahtım kadar kara. Gecemden esmersin, ezberimin oyun bozanı... Bazen çöller, dağlar değildir sadece engeller aşkın coğrafyasında; bazen suskunluklardır uçurumlar. Özledim demeyi bile yasaklar, yasakların sahipleri. Şimdi aşk mı gurur mu üçgeninin tepesine kendini koyuyorsun, açının ucunda zamanın pergeli ile çiziyorsun. Önceleri çok defa dedim aşk diye, aşk olsun, bu başka... Özlüyorum kaybolduğumuz saatleri... Likya'nın kaya mezarlarında bir sümbül dalı motifi, mermerin gece dinlenen nakışı, benim iyi'm, onurlu'm, benim vardığım en güzel vaha... Sen beni yine şair et olur mu? Çilemiz bitince masalımızın geri kalanında uyuyalım, en güzel rüyamızla oyalanalım...

20 Mayıs 2016 Cuma

Karanlık Taraf | Savaş Çağman

Kabala, arama motorlarında Kara Sanat'mış gibi pazarlanırken bu konuda da suskunluğu bozmak lazım geldi. Kabala, İbranice bilmek kökünden gelir. İnsanın küçük evren modeli olarak mikrokozmik planını, makrokozmik planla birleştirmeyi amaçlar. Bunu yaparken de elinden geldiğince bedendeki bir ağaç dalı sistemi gibi tasarlanan enerji-ışık küreleri Sefirot'lar üzerinde çalışarak yetkinleşmeye gayret eder. Burada beden üstünde çalışmak hep yukarıya yani Kether denilen başın üzerindeki sefirot'a yönelen uygulamaları, meditasyonları içerir. Kabala aslında bir melek çalışması'dır. Fazlaca ışıkla, yukarıyla, Rabbani olanla ilgilidir. Şaman tekniklerde aşağı dünya ve yukarı dünya, kısaca karanlıkla aydınlık arasında yolculuk edilirken, Kabalacı uygulamalar sadece meleksi, ışık ve yükselmeyle ilgilenildiği için diğer ezoterizm ekollleri tarafından eleştirilir. 
Kabala'nın sihir ve büyü ile imtihanı Süleyman peygamber zamanında başlar. Ki onun mühürleri her zaman en güçlü bilgidir. Kabala bilgisi, hiçbir zaman Tasavvufla çelişen bir yapı ihtiva etmez. Evet Kabala uygulamaları yapan kişilerin Melek Envokasyonu ile sihir çalışmaları yaptığı örnekler mevcuttur. Ama Kabala, sadece büyü değildir. Kendine Havacçı diyen gruplar, Demonik Envokasyon bilgileri de ihtiva eden Kuran'ı kullanarak belli zikir, dua, renk çalışması yapmaktadır. Bunlar aynı Kabala'nın bencil amaçlarla kullanılan sol yanı ile ilgili bilginin hemen aynıdır.
Bir bilgiye karanlık diyenin bilgiye değil onu kullanan kişiye bakmasında yarar vardır. Karanlık olan bilgi değildir, uygulamadır ve kişilerdir. Rab bizle olaylar vasıtasıyla konuşur, sadece vahiyle değil. Hepimizin hayatında bu diyalog bir mucize gibi devam eder. Bir şeye karanlık diyenlerin, kendi karanlıkları ile haşır neşir olması, o karanlığı kabul edip kendiyle barışması ve iyiye yönelmesi en büyük evrensel yararımız olacaktır. Rab'a varan birçok yol vardır, Çinli bilgenin dediği gibi "Gökyüzü altında bilgelerin yolu birdir..."    


19 Mayıs 2016 Perşembe

Guzheng Hakkında | Savaş Çağman

2011 yılının o sisli Pekin yazında, alelacele Xuanwu Bölgesi’ndeki Liulichang sokağını bulmamız gerekiyordu. Çünkü yazdığım senaryo için hat ustalarına ulaşmamız gerekliydi. Liulichang sokağı baştan aşağıya Çin Kaligrafi Sanatına dair dükkânlar, antikacılar, tek tük de olsa müzik mağazalarının sıralandığı bir kültür sokağıydı. Pekin’in ortasında, Yasak Şehir ve Cennet Tapınağı Parkının oralarda, haritadan bulabildiğimiz kadar, arka taraflarından sokağa girdik. Sokak ikiye taksimdi ve biz gittimizde hummalı bir tadilat vardı. 
Kaligrafi sanatçıları ile işimiz bittiğinde Çin’den anı olacak, biraz da Saska sahne işinde kullanabileceğim Ortaasya müziğiyle de uyuşabilecek bir çalgı almaya niyetlendim. Sokağın kuzey kısmında, girişteki çok özel bir köşede vitrine göz gezdirirken kendimi mağazanın içinde buldum. Birçok sazı denedim. Mağazanın ortasında gelen müşteriler biraz da çalabilsin diye bir Guzheng durmaktaydı. Guzheng almaya niyetim çok yoktu çünkü aşınması kolay bir çalgı değildi neredeyse bir metre seksen santime yaklaşan boyunu düşünürsek...


Başına oturduğumda sanki yıllardır çalıyor gibi çalmıştım. Hatta satıcı nerede kursa gittiğimi sordu. Ona Çin’e ayak bastığımdan beri sanki evimdeymiş gibi hissettiğimi söyleyemezdim tabi, sadece tebessüm ettim. Guzheng (古箏), zither ve kanun ailesinden bir çalgı. Çin’de neredeyse 2500 yıldır bilinmekte. Uygur Saray müziğine Çin’de Song Hanedanı hüküm sürdüğü sıralarda girmiş. Hoçu şehrinde arkeolojik kazılarda bulunan duvar resimlerinde Guzheng karşımıza çıkıyor. 21 telli bu çalgı su gibi sesiyle beni büyüledi, nasıl Türkiye’ye getireceğimi tasarlamadan satın aldım. 
Çalgı, Eski Türk müziği ve sonrası gelişen Moğol ve Türk Ortaasya müziklerinde Catgan, Jatğan, Yatgan, Yatagan gibi yatay durumda olmasından kaynaklanan isimler almış. Bende olan fildişi eşikli ve Wutong ağacından yapılmış Guzheng’imi birçok Saska konserinde çalma fırsatı da bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum, sanırım Saska bu çalgıyı Türkiye’de kullanan tek müzik grubu. Çalgının sesini ve naçizane icra edişimi dinlettirmek için, Kam Ata için kaydettiğim bir kısa doğaçlamayı yazıma ekliyorum.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Bir Çalgı Adı Önerisi Olarak Demir Kopuz | Savaş Çağman

Dünya yüzünde hala çalınmaya devam eden en eski çalgı, Ağız Tamburası diye de bilinen bu çalgıdır. M.Ö. 4ncü yüzyıl Çin kaynaklarında yer alan bu çalgı için İngilizce’de Jew's Trump, ya da Jewish Harp olarak adlandırılmakta. Bazıları bir temas olmadan nasıl bu çalgıya Yahudi Arpı adının koyulduğu konusunda da birçok rivayeti aktarmakta... En güçlü olanı ise Rus Pogrom’larından İç ve Uzak Asya’ya kaçan Aşkenaz Yahudilerinin, Asya’da bu çalgı ile karşılaştıkları ve bunu Kletzmer Müziğinde kullanmaları olarak açıklıyor. Bazısı ise Jew yani ağız kelimesinin galatlaşması ve Jewish yani Yahudi kelimesine dönüşmesi olarak koyla yoldan çözüme gidiyor. Çalgının İngilizce’de birçok ismi var; Jew’s Harp, Ozark Harp, Trump, Juice Harp… Çalgı lamellophone ya da linguaphone grubu çalgılardan sayılmakta…


Bu çalgı aslında Asya’nın Türk kökenli halkları arasında bir yerel çalgı... Meredith Monk konserinde çalmadan önce bu bir Türk sazı, bunu tanıyor musunuz sorusuna İstanbullular “merhaba dünyalı” şeklinde bakmıştı. Çalgıya Temir Komuz, Temir Kopıs, Agız Komusı, Komus, Doromb, Gubuz gibi çeşitli isimler verilirdi. Hala Sayan-Altay, Moğolistan, Tannı-Tuva ve Saha-Yakut coğrafyasında bir yerel halk çalgısı olarak kullanılıyor.  
Bu tarz çalgılar küçük nüanslarda dünyanın birçok yerinde karşımıza çıkar. Saha-Yakut ve Tannı-Tuva’da; xomus, khomus, Pakistan’da Sindi halkı çalgısı olarak changu, Vietnam’da Đàn môi, Assam’da gogona, Çin’de kouxian, Filipinler’de kubing, Karnatik Danslarda kullanıldığı biçimle Hindistan’da morsing, Japonya’nın yerli halkı Ainu’larda mukkuri, Slovakya’da drumbl, bu çalgılara örnektir.
Bu çalgı birçok yazılı kaynakta yanlış kullanılıyor, daha da fenası sesle şifa uygulamacıları tarafından bir Şaman müzik aleti diye lanse ediliyor, oysa ki bir halk müzik aleti sadece. Saska'nın 2002 yılındaki Sokkur Saska'da demir kopuz, Sarp Keskiner tarafından kullanılmıştı. Saska, özellikle dostumuz Tolga Ayıklar’ın da altını çizerek belirttiği üzere bu çalgıya Demir Kopuz demeyi yeğleyecek. Bu isim önerisinin, Türkiye’de müzisyenler arasında yaygınlaşmasını umuyoruz, ilk albümümüzden Yarıguru Bolgag parçasındaki bir demir kopuz örneği de, dilerseniz buradan dinleyebilirsiniz...


Çalgıya Verilen Diğer İsimler: Brezilya'da berimbau de barriga, Filipinler’de abafiw, ulibao, kubing, oribao, kobing, koding, kebing, kumbing, kulibao, ulibaw, biqqung, olat, guyud, onat, giwong, alibaw, afiw, Moğolistan’da amaan khuur, khel khuur, tömör khuur ya da aman topshuur, İtalya’da anga, trunfa, scacciapensieri, marranzano Kamboçya’da angkuoch, İspanya’da ve İspanyolca konuşulan ülkelerde birimbao, guimbarda veya arpa de boca, Tayvan’da ataya, Portekizce konuşulan ülkelerde berimbau, Quebec Kanada’da bombarde, trompe, bombarlouche, rebuth veya gronde, Çek Cumhuriyeti’nde brumle, Almanya’da brummeisen veya maultrommel, Malezya’da bungkao, Afghanistan’da chang, Özbekistan’da changkobuz, Kırgızistan’da djigach ooz komuz, komuz, kobyz, temir ooz komuz, temir komuz, ooz komuz, Romanya’da drâmbă, Moldavya’da drombule, Ukrayna’da drymba, Bali’de genggong, Tayland’ta hun toong, Vietnam’da kèn môi, Finlandiya’da märistysrauta, Yeni Zelanda’da mooria, Sicilya’da marranzanu, Birleşik Devletler’de jew's harp, David's harp, Japonya’da kōkin, Çin’de kouhuang, kouhuangqin, kouqin, Hollanda’da mondtrom, Hindistan’da moorchang, morsing veya murchang, Norveç’te munnharpa, İsveç’te mungiga, Bask’ta muxukitarra, Korsika’da riberbula, İngiltere’de trump, Kazakistanda shan-kobyz, Yeni Gine’de susap,  İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgelerinde trümpi, Polinezya’da utete, Rusya’da vargane veya vargan, İran’da zanbourak, Kanton’da gue gueq, hoho...


16 Mayıs 2016 Pazartesi

Abıta Tanrı | Savaş Çağman

Abıta Täŋri” metni, Amida Budizm’ine ait “Tai Pai Lin Shê” isimli (Rahmeti Arat çevirisinnde “Tay Pay Lin Şı”) Çince metinden Eski Uygurcaya çeviriler yapılmıştı. Türk Budist şairi Ki-Ki de bu metinden yola çıkarak “Abıta Täŋri” isimli nazım olarak kaleme almıştır. Metinde; "abıta täŋri burķanığ, ayayu saķınmak ömekig, amrılıp olurğu dyanığ, ayu sözleyü birelim" olarak geçen kısmında Rahmeti Arat; “Abita tanrı burkanı, hürmetle yâd edip hatırlamayı, sükûn içinde dalınacak dhyāna’yı söyleyip anlatıverdim” olarak çevirir. Metinde geçen iki kavram Türk Budist tarihinde önemli iki kavramın da aydınlatılması olmaktadır. Öncelikle Ki-Ki metnin muhteviyatını şiiri içinde belirtirken “Tayşiŋ nom-nuŋ içinte, talulap yığıp men Ki-Ki taķşutķa intürü tegindim” yani “Tayşiŋ töre kitabının içinden, ben Ki-Ki seçip toplayarak, nazma düşürmeye gayret ettim” der.
Tayşiŋ Töresi, Çince çeviri yazı ile yazılışıyla Tai Shêng, büyük Taşıt Mezhebi denilen Mahāyāna Budizmi'ne işaret etmektedir. Fakat bu Budizm’in Çin’de aldığı biçim olan Abita Budizm’i, yani Arık Ülke Budizm’i Türkler arasında benimsenen ilk mezheptir. Bu mezhebin meditasyon uygulamasına Sanskritçe dhyāna denilmektedir, ve metinde “amrılıp olurğu dyanığ” mısrasında anılmaktadır.


Dhyāna kelimesi Çince’de chán halini alır. Sanskritçe karşılığı derin tefekkür, derin düşünce halinde olma durumu anlamındadır. Çin’e Budizm’in girişi 6ncı yüzyıla denk gider. Ama tutunması özellikle Tang ve Song Hanedanları döneminde olmuştur. Tang Hanedanı 618–907 yıllarından hüküm sürüştür. Ondan sonra gelen Song Hanedanı da 960–1279 hüküm sürmüş, Moğol istilası sonrası Kubilay Han döneminde kurulan 1271–1368 yılları arasında hüküm süren Yuan Hanedanı döneminde ise hemen tüm Çin’de Arık Ülke Budizm’i de denilen Abita Budizm’inin ağırlıkta olan inanç olduğu bilinmektedir. 
Chan kelimesi güneye yayılırken, örneğim Vietnam’da “Thiền” doğuya yayılırken örneğin Kore’de “Seon”, ve 13ncü yüzyıl sonrası Japonya’da “Zen” adını alır. Türklerin Budizm’le tanışması, kabulü ve metinlerin çevirisi, Çin’de Tang ve Song hanedanları hüküm sürerken, kaynak olarak Çince metinler kullanılarak olmuştu. Tang ve Song hanedanları sırasında, zaman içinde Chan Budizm ekolü, Japonya’daki ismiyle Zen önem kazandı. Song Döneminde de altın çağını yaşadı. Aslında kısaca Zen, Chan, Abita Budizmi, Abıta Burkhancılık, Arık Ülke Budizmi aynı düşüncenin soluk nüanslı veçheleridir...
Chan Budizmi’nin ilk fikri “Hiç Olma” veya “Hiçlik”, son derece Çin’e özgü Wu Şamanizm’i, Taoculuk ile Budizm'in karşılaşması ile oluşan Erken Çin Budizm’i olarak da okuyabileceğimiz Arık Ülke Budizmi, Türkler arasındaki sonraki adı Abıta Burkhancılık, hiç üzerine tefekkürü, nefsi öldürmeyi, bunun gibi cümleleri Tasavvuf’tan daha önce kurmuştu. Sanırım Pamir Aleviliği, Anadolu Aleviliği, Anadolu Tasavvufu bu eğilimin kuşaklar boyunca aktarıldığına güzel örneklerdir...
Saska, Ki-Ki’nin bir çok metnini 2015-2016 yılları arasında seslendirdi. Ki-Ki’ye ait “Abıta Täŋri” metni de grup tarafından şu sıralarda besteleniyor, sahnelenmeye hazırlanıyor. Ki-Ki’nin başka bir Budist metni de dinlemeyi dilerseniz yazımın sonundadır.



7 Mayıs 2016 Cumartesi

Ey Nazik Kötülük | Savaş Çağman

Şuurluluk hali, uyanmamıza verdiğimiz en tanımlayıcı isimdir. Şuurlu olmak ayrıtında olmak, sonuçlarını hesap edebilmek, ne olursa ne getirirse kabul edebilmektir de bir yandan... Aile terbiyesi almış, belirli bir örgün eğitimden geçmiş ve ya en kısa tanımıyla herhangi bir dinin dindarı olmuş kişi içses olarak hep "ben iyi biriyim" tümcesini tekrar eder durur. "Ben iyi yaptım, ben doğruyum, doğru olanı yapıyorum, bu benim doğrum" kabulü etrafında döndürür bu iyi olma halini. Birlikte yaşama pratiğimiz, ailelerimizin bize öğrettikleri iyi, nazik, yardımcı olmamızı sıkı sıkı tembihler. Biz iyi olmaya çabalarken kötü yanımıza körleşir, bir uyuşma hali ile içi boş bir kabuk olarak iyi insan olma halini giyeriz. Bu bir giyinmedir, olma değildir. Şuur bize sakinlikle kabulün gerekliliğini anlatır. Siz iyi insanlar bu kadar iyiyken peki neden kötülük hasıl olur? Buna da yanıt hemen hazırdır "onlar kötü!"... Peki herkes bu kadar kötü müdür? Yoksa biz yeterince iyi miyiz? Bizim o iyi olma hallerimiz yetmiyor mu bu kötülüğü bloke etmeye.
Öncelikle yapmak kelimesinin nedeni arzu ile başlayalım. Bizi harekete geçiren arzu, yapmamızı sağlayan ilk motivasyon devreden çıkarılması gereken ilk duygudur. İkinci sorunlu duygu "ben başkayım" duygusudur. "Ben" demek tehlikeli midir? Elbette hayır. Ama "ben, tümün parçası" hissiyle söylenmesi, bu bütüne ait olma bilinci uyanmamızın ilk adımını oluşturur. Uyanma, bence, bir kez olup sonra devamlı sahip olunan bir duygu değildir. Uyanmak her gün, her defasında tekrar edilmesi gereken bir pratiktir. O yüzden "iyi" olma hali durağan değildir; kurallarla kolayca belirlenemez. Şunu şöyle yap gibi bir kolaycılıktan çok, "şunu şöyle yaparsam sonucunda şuna dönüşebilir" şuuru ile iyi olabiliriz. İkiliğimiz içinde kötü ya da iyi olmayı seçemeyiz. Çünkü aynı anda birbirinden koparılmaz şekilde hem iyiyiz, hem kötüyüz. Devir daim çarkının içinde eğer sağlıklı kalabilmek mümkünse karanlığımızın aydınlığa akmasını müdahale etmeden izlemeliyiz. Sadece gece olamaz, nasıl sadece gündüz olamıyorsa.
"Ben iyi bir insanım" diyen kişi "öyle miyim?" demeden, nasıl iyi olabilir? Karanlığını kabul etmeyen, öz karanlığını şefkatle izleyip kabule geçmeyen nasıl iyi olabilir? Hangi dua, hangi temrin, hangi eylem sizi tek başına iyi insan yapabilir? İyi olmaktan daha önemli olan, bütünün içinde işe yarayan, akışı sağlayan olmak olduğunu anlamayan nasıl iyi/kötü hakkında bu kadar kolay konuşabilir.
"Ben naziğim, insanlar çok kaba" diyen ve hayatından devamlı şikayet eden, ezoterik öğretilere saygılı, dindarlığa meyilli çok hoş yaş almış biri ile karşılaşmıştım. Kendi iyiliğini öyle çok övüyordu ki; bunun nasıl büyük bir kibir olduğunun farkında değildi. Uyanmak kadar uyandırmak da kolay değildir. Uyandırmak da bazen kibirdir. Kendime suç üstü yaparken hayatımda ilk kez müdahale etmemeyi denedim. "İnsanları özgür bırakırım, onlar da seçimlerini yaparlar, sonra nasıl biri oldukları ortaya çıkar" demişti. "Yani aç insana büyük bir sofra kurup, masanın üstüne yiyecekler koyup, sonra acaba nefsine uyarak bir üzüm tanesi çalacak mı?" demek ne büyük bir zalimliktir. Bu nazik kötülüğü bir erdem sanmak ne büyük ayıptır.
Her birey aynı yeterlilikte olamaz... Sevgiden, tanrısaldan bahseden biri yekten nasıl kötü olabilir? Çünkü olmak yerine giymeyi seçmiştir. Giydiğimiz isimler, yaptığımız kategoriler, öğrendiğimiz tebabetler hepsi bu gölgeler içinde buğulu tanımlarımız, hiçbiri salt gerçek değil, ki zaten gerçek bile devinir, dönüşür, devir daim içindedir. Süreçlerimiz ermek hali ile olmaz, devam eden bir haldir. Nazikçe kötülüğümüzü de kabul edelim. Sadece onlar kötü değil, biz de kötüyüz. Önce kendimizden başlayalım, kendimizi bütünden ayırmadan, kırmadan dökmeden, kendi kendimize şiddet uygulamadan. Cehalete kızıyorum evet, bu da benim hep sınıfta kaldığım sınavım. Ama nihayetinde, ben de cehaletin nazik kötülüğüne bile şefkat duymalıyım diyorum, aynı anda ben de nezaketle kötüyken...

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Aykut Öz'ün Birleşik Figürleri | Savaş Çağman

Duchamps’dan bu yana sanatçı, buluntu nesneleri varlık ortamından kopararak başka bir düzlemde tekrar soluk vermeyi yeğliyor. Hazır Nesne (ready-made) anlayışı ürün verme konusunda çağdaş sanatın önemli yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Heykel sanatı çağımızda, yerleştirme (enstalasyon) ve beden sanatına (performans ve body art) dönüştüğü, kâh kendini video ortamında, kâh başka çoklu ortamlı işlerde (multi-medya) yeni arayışlara yöneliyor. İşte bu kavşakta parodi ve pastij sanatın yol aldığı en önemli iki güzergâhı oluşturuyor. Aykut Öz’ün kişisel dünyasında figür uknumlarına ayrılırken tekrar başka bir uzamda bir araya getiriliyor. Sanatçının özgün dili, alaycı ama bir yandan da hafife almayan biçimiyle hemen kendini belli ediyor. Çağdaş sanatın anlatıdan sıyrıldığı çağımızda kişisellikten arınmış bir öyküyü anlatan bu ilginç işlerle karşılaşmak oldukça heyecan vericiydi.

Bize özgeçmişinizden söz eder misiniz?

Aykut Öz – 1970 Ankara doğumluyum. 1995 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünden mezun oldum. 1990 yılında Ankara’da, Güven Park Gençlik Haftası Heykel Sempozyumuna, sonrası 1995 yılı Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Mezuniyet Sergisine ve 1997-2001 yılı arası karma sergilere katıldım. Bu ilk kişisel sergim.

Genel olarak sanki parçalanmış tekrar kurgulanmış bir figür anlayışınız var. Bu tekrar kurgulama safhasında hikayeyi kurarken anlayışınız, yönteminiz nedir?

Aykut Öz – Aslında bu kendi kendine ortaya çıkmış bir tarz haline geldi şu an. Öğrencilik döneminde yaptığım birkaç fikir doğrultusunda oluştu. Benim hazır malzeme (ready-made) denemelerim vardı. Çatal gibi günlük malzemelerle işler yapıyordum. Asker sonrası ilk karalamalara başladım böylelikle üzerine uğraştığım bu tarzla yeni düşünceler birleşmiş oldu. Biraz modelaj ve konstrüktif bir anlayışın karışımı bu. Özellikle bu kendini Cambaz işinde belli etti bu tarz. Buradaki en plansız işler aslında onlar...

Yeri gelmişken soralım malzeme sizi yönlendirir mi? Yani iş yapım aşamasında değişikliğe uğruyor mu? Rastlantılara açık mı sizin sanatınız?

Aykut Öz – Benim spontanlığa baş vurduğum tek aşama işi tasarlarken oluyor. Rastlantı o aşamada iş başında. Taslak hazırlandıktan sonra planlamam gerekiyor tüm ayrıntıları. Sonra iş uygulamaya kalıyor. Bir konsept aşamasından geçiyor benim için iş ilk önce. Değişiklikler oluyor, olmuyor değil ama genelde tasarıyı uygulamak oluyor iş için yöntemim.

Peki bir anlatıdan mı yola çıkıyorsunuz? Kendi içinde mi bir anlatı oluşturuyor, yoksa yaparken mi bu kendi kendine beliriyor?

Aykut Öz – Yaparken, tasarlarken işi, açıkçası neyi oluşturduğumu tamamıyla bilmiyorum. Tasarım aşamasında çağrışımlar beni yönlendiriyor. Heykelin rengi mesela o bölümde kendi kendine ortaya çıkıyor. Yavaş yavaş oluşuyor bunlar. Ama mesela Kadın Erkek heykelini yaparken hangi figürün erkek, hangi figürün kadın olduğunu belirlememiştim. Bazı işler de yaptıktan sonra anlam kazanıyor, örneğin Kutu Adam işi böyle bir iş. Aile gibi bir çalışmanın figürlerindeki ifade şekillendikten sonra ortaya çıkıyor.

Genelde heykel resmi bir kullanım alanı olmasından da sanırım asık yüzlü bir sanattır. Sizin işleriniz de ise bu tam tersi. Sizin işlerinizin esprili bir yüzü var. Bu özellikle mi seçildi, yoksa kendiliğinden oluşan bir anlatı tarzı mı?

Aykut Öz – Benim hayata bakışımdan kaynaklanan bir nedenden dolayı sanırım bu işler böyle. Çocukluğumda çizdiğim şeylerde de bu vardı. Sergiye ilkokul öğretmenim de geldi ve işlerimi gördükten sonra “çocukken de böyleydin ve bunu kaybetme” dedi. Bu ilginç doğrusu. Ben biraz alaycı bakıyorum hayata. Bu da hayatın bence bir yönü sadece.

Post-Modernizm’in yürüdüğü anlatım kulvarlarından ilk ikisi pastij ve parodi...

Aykut Öz – Yani aslında önce de söz ettiğim gibi bir tarzın birleştiğinden söz etmiştim; bunların çoğunda şu anlam var insanın kendini çok önemseyen bir yaratık ama aslında ne kadar basit bir varlık. Aslında işlerimde bu var. İnsanın kendini abartmasıyla inceden inceye biraz dalga geçiyorum. Bu resimlerde de var. Örneğin bir resmimde merdiven şeklinde bir yaratık var ve onun üstüne tırmanan, sözde zirveye varmaya çalışan insanlar var. Ama yani nereye varıyorlar?

Bu varlığını çok önemseyen insanlar bahsi çok ilginç. Yontu da bu noktada önemsenen bir sanat türü. Kalan, çağlar içinde aktarılan sanat ürünleri yontular. Bunlarda yontu ama malzeme çok mütevazı; tahta. Art Povera akımı ortaya çıktığında ana fikir sanat nesnesinin çürüyerek ya da müdahale ile kendi kendisini yok etmesi fikrine sırtını yaslıyordu. Bu tasarılarda bu fikirden izler var mı? Bu yüzden mi tahta malzeme olarak seçildi?

Aykut Öz – Aslında kolay işlenen bir malzeme olması söz konusu değil tahtanın. Bir de bu işlerin kağıt üzerindeki planlarının milim milim ince hesaplarla uygulanması gerekti, bu da zahmetliydi. Yontu işlerde bir ritim yakalarsınız ve rastlantılara açık bir üretimi benimseyebilirsiniz. Ama benim işlerimde kağıt üzerinde planladığım parçaları teker teker yapmam gerekiyordu. Bazen uymayan parçaları tekrar yapmak gerekiyordu. Öyle bir aşaması var bu işlerin. Ama şöyle bir şey de var; konstrüktif çalışmak benim hoşuma gidiyor. Yani böyle parça parça oluşu ve bir araya getirilmesi ve ahşabın kalınlığı da malzemenin kendisi de tasarımlarıma denk düştü.

İlkellerin ya da neolitik çağın sanatına baktığımız zaman tahta yontunun belki de kemikle birlikte ilk malzemesi. Bu da aklınızın gerisinde var mıydı ahşabı malzeme olarak belirlerken?

Aykut Öz – Aslında benim işlerimde animist bir yön var; yani bir şeyleri canlı kılmak bâbından. Kadın Erkek heykeli ya da Masa Adam heykeli biraz mobilya gibi de. Ahşap olmaları da bu çağrışımı güçlendiriyor bir yandan. Aslında bu işler öyle dekoratif unsurlar da değiller. Bunların hiç birini, aslında bir eve koyup huzur içinde izleyemezsiniz. Bunlarda bir yandan iğneleyici bir yan var çünkü.

Peki niye Don Kişot? Sanço Panza ile birlikte at üzerinde yel değirmenlerini arar gibiler?

Aykut Öz – Aslında Don Kişot ise doğrudan seçmedim konu olarak. O bir şekilde oluştu. Don Kişot aslında bu hayal dünyasına oturuyor. Böyle bir hayal dünyası bende de var. İlginç bir konu Don Kişot. Sevdiği kadını kendi hayal dünyasına oturtan bir yanı var onun.

Belki de sanatçının varlık sorununu anlatan en ilginç göndermeyi Don Kişot karakterinde bulmak mümkün, hem çağların, hem kültürlerin ötesinde...

Aykut Öz – Evet, belki de... | 2010 Ankara


Davran Erdayı’nın Tenha Cenneti | Savaş Çağman

Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezinde, 2 Aralık 2004 tarihinde açılışı yapılan bir sergi vardı. İşaret ettiği çarpıcı konuya karşın iddiasızlığında iddia taşıyan hoş ve ilginç işlerdi bunlar. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar fakültesi Heykel Bölümü birinciliği, Fakülte ikinciliği, Mezuniyet sergisi başarı ödülü ve Prof. Dr. İhsan Doğramacı üstün başarı ödüllerinin de sahibi heykeltıraş Davran Erdayı’nın kişisel sergisiydi bu. Davran Erdayı tuvalde, polyester dökümlerinde, metalle haşır neşir olurken izleyenleri kırılgan, çocuksu bir o kadar da çarpıcı işlerle buluşturuyordu. İşlerin birçoğunun adı cennetle ilgiliydi. Duvara yerleştirilmiş bir metal heykelin ve bir dizi resmin adı da Tufan ve Nuh’un gemisiyle alakalıydı. Sanatçı tarafından dinsel ikonografiye ait kavramların içselleştirirken, gündelik hayata dahil ediliş biçimi gerçekten şaşırtıcıydı. İkonografi kullanım nesnesine dönüşürken sanatçının aktardığı özel hayata ve kişisel olana da sirayet ediyordu.

Elma ve Adem ikilemi-ilişkisi nedir bu işlerde? Burada çok dikkat çekici o yüzü olmayan figür. Yabancılaşmayı mı simgeliyor? Yani bu kadar boşluk insana ilk önce yalnızlığı çağrıştırıyor...

Davran Erdayı – Şimdi aslında Adem değil o yüzü olmayan figür. O figür beni, yani sanatı üreteni temsil ediyor. Cennet tasarımında düşündüğünüz şeyse hep aynı olan değişmeyen mekan; elma ise başarıya giden yolun sonundaki ödül. Elma kadar da aslında basit gözüken bir şey ama elma da, Adem'in cennetten kovulmasına sebep olan bir yasaklılığı anlatıyor. Toplum içinde, nasıl denir, sanatçıyı biraz farklı görme durumu var. Adem aslın da elmayı yediği için kovulmuş cennetten. Belki biz de sanat yaptığımı için dışlanıyoruz...

Sanırım sizin işlerinizdeki cennet, tufan, cennet bahçesindeki yasak meyve –ki burada elma- gibi dinsel ikonografide kullanılan kavramlar gündelik hayatınıza işaret ediyor; örneğin ödül gibi...

Davran Erdayı – Ödül... evet, konsept tümüyle bunun üzerine kurulu. Yaşamın içinde bunlar. Sıradan yaşantıların tersine farklı bir hayat yaşıyoruz ve sanatımızı üreterek alıştığımız standartlara da ulaşamıyoruz, düzenli bir hayatı ülkenin koşulları yüzünden sağlayamıyoruz ve elmayı da ben bunu anlatmak için kullandım. Ödüle giden yol da oldukça çetin...

Cennetten kovulma sanatçının bir tür dışlanması mı sizce?

Davran Erdayı – Dışlanmadan çok bir yabancılaşma. Bütün ilişkilerimize yansıyan bir şey aslında sanatçı olmamız. Cennet kavramını bir bilinmezlik olduğu için seçtim ve işlerde mekan olarak kullandım. Aslında cennet, bir bilinmez, kimse daha önce görmedi, mitolojik hikayelerde de bir bilinmez olduğundan bahsediliyor. Sanatçılarsa onu yeşildir, güzeldir, ağaçlar vardır, yasak meyve vardır gibi tasvir ediliyor. Tamamen bundan yola çıktım ve bu düşüncenin de sanki hayatıma yansıdığını gördüm. O yüzden sergi için bu konsepti uygun gördüm.

Hacettepe Heykel Bölümünden birincilikle mezun oldunuz. Ama sergide sadece heykel yok, resimler de var. Hatta resimler heykeller kadar yer işgal ediyor. Niye resim?

Davran Erdayı – Heykelin teknik anlamda zorlukları var, bazen malzeme seçimi vardır ya heykelde; bronz yaparsın, taş ya da ahşap yontarsın, yeni tekniklerde üretim yaparsın, yani ifade etmek istediğin şeyi en güzel ne anlatırsa onu uygun görürsün üretimin için. Resim, sergide aslında bu sebepten kullanıldı. Heykeltıraşların aynı zamanda iyi bir ressam olması da gerekir zaten.

Hacettepe heykel bölümünde belirli bir soyutlama anlayışı vardı gözlemlediğim kadarıyla. Bu anlayış işlerinize yansımamışa benziyor...

Davran Erdayı – Temelleri okulda atılmış bir şey, orada gördüğünüz yüzü olmayan figür ve o kırmızı toplu figürler. Okulda da, şu anda da işlerimde uyguladığım sanat anlayışı tamamen doğaya bağlı bir anlayış. Soyutlamalar var ama yine de doğaya sadık, tamamen doğaya bağlı bir tarz bu. Okuldan edindiğim teknik ve etüde dayalı eğitim verdiği güvenle soyutlamalara gidiyorum ve anlatmak istediğim şeyler hep basit şeyler. Bunun için de yüzü olmayan o figür gibi aslında ifadeye önem vermeyen, anlatmak istediğim hedefe doğrudan giden bir tarz seçtim. Bu çizimler hedefe en kolay nasıl gidebilirse öyle varan basitleştirilmiş soyutlamalar.

Türkiye’de sanat alıcısı ürünün oluşunu etkiliyor mu? Sanatı satın alan kitle hakkında neler düşünüyorsunuz?

Davran Erdayı – Alıcının ürünü yönlendirmesinden mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorum. Bilmiyorum belki de boyutları yüzünden Türkiye’de heykelden çok resmin alıcısı var. Aslında resim de çok satılmıyor gerektiği kadar ama belki de alıcı kitle resme yöneliyor. Heykele nazaran bu daha çok. Türkiye’de şu an, bir grup sanatçı var heykelle geçinmeye çalışan ama çok küçük bir topluluk bu. Heykelin şu an Türkiye’de yeri kamusal alanda. Silahlı Kuvvetlerin büyük desteği var, anıtlar olsun, Atatürk heykelleri olsun. Bakanlıklar, kurumların, büyük firmaların özel koleksiyonlarında da Türk heykeltıraşların işleri bulunmakta. diyebiliriz. Bireysel mekanların sanata bakışını soruyorsanız sanat alıcısı galerilerin müşterileri, henüz halka indiği de söylenemez. Heykel halka indiği anda da ödün verme oluşuyor. Ondan öteye gitmiyor, her şeyin ucuzlaması gerektiği düşünülüyor, üç beş alıcı dışında heykelin bireysel alıcısı yok ne yazık ki.

Çağdan çağdaşa derken yerelle çağdaş arasındaki bağı vurgulamaya çabalıyoruz. Sizce bu bağ nedir? Nasıl sağlanır?

Davran Erdayı – Yerelle çağdaş arasında bir ilişki olabilir, örnekleri de var. Mesela, Picasso’nun boğaları İspanya’yla ilgili temaları işlemekte, hatta İspanya’nın yansıması denilebilir onlar için. Belki de en önemli çağdaş sanatçılardan biriydi Picasso. Buna yakın pek çok örnek verilebilir. Bence de olması lazım gelen bir şey. Yani kendi kültüründen de bir şeylerin dünyaya açılması açısından çok önemli bir şey bunun uygulanması. Kendi kültürünle ilgili temaları iyi bilmek gerekli, bir şeyleri harmanlayıp sunmak için. Aynı zamanda bunları kendi hayatınla harmanlanmalı diye düşünüyorum. Öz kültürünü yansıtmak önem kazanıyor bugün. Önemli sanat merkezlerine, örneğin Amerika’ya gitsek, diğer sanatçılardan daha avantajlı bir durumda bir Türk sanatçısı. Şu an buna değer veriliyor, böyle düşünüyorum.




Aşkın Köpekleri | Savaş Çağman

Dogs D'Amour denilince akla favori ve saçlarımın uzadığı o fena halde Punk yaz akla gelir. Yıl 1988, Konur Sokak, SHP Belediyesi tarafından fena halde bitirilmişken, birkaç punk, Gülbahçesi'ne sığınma kararı almıştı. Ankara Konuralp Sokak'tan Gül Bahçesine uzanan o kıvrımlı yola Trail of Tears demiştim; Dogs D'Amour'un bir parçasından yollu... Yolda yürürken heyhula bir walkmanden kulağıma akardı. Onların sarhoş korsan ve Punk karışımı tarzlarına bayılırdım. O yıllarda güçlenen Heavy Punk ve Glam Punk tarzlarının en önemli gruplarındandı Dogs D'Amour...
Tyla – vokal ve gitar, Danny Fury – davul, Timo Kaltio – gitar, Gary Pennick – gitar, Dave Tregunna – bas gitar'dan oluşan Aşkın Köpekleri, Britanya'dan yükselen Heavy Punk akımın sözcüsüydü. Kimi boyalı basın onları İngiltere'nin Guns'n Roses'ı gibi sunmaya çalıştıysa da Dogs D'Amour kendine has, rock kalıplarını pek iplemeyen tarzıyla devam etti yoluna, mesela o yıllar için bir tabu kırıcı tavır olarak bir şarkılarında cayır cayır saksafon solo kullnmaktan uzak durmamışlardı...
The Dogs D'Amour 1983 yılında Londra, İngiltere’de kurulmuş bir rock grubuydu. Grup 1980'lerin sonunda ve 1990'ların başında İngiltere’de büyük başarı kazanmıştı. Dogs D'Amour’un müzik biçemini bu boyalı basın The Rolling Stones ve Faces tarzı glam ve punk karışımı olarak tarif etti. Charles Bukowski büyük bir hayranı olan Aşkın Köpekleri şarkıcısı Tyla, Bukowski en yalın, saldırgan hatta nihilist cinsel tarzını yansıtan hetero-romantik temalar yazdı. Bu da onun şiirsel bir Dogs D’Amour şarkı sözü tarzı oluşturmasına neden oldu. Tyla, aynı zamanda başarılı bir sanatçıdır ve tüm Dogs D'Amour albüm ve single kapakları çizmiştir. Tyla’nın sanatsal tarzı saf çizgi roman karikatürleri, pastel ve suluboya zarif yarı-soyut tasvirlerinden oluşmaktaydı. | 2012


Cam Ayakkabılar | Savaş Çağman

Hüznü sevmek son derece coğrafyayla ilgili, ki ağıtlar içinde büyüdük, geldik, artık buna inanıyorum. Hüznü sevmem aslında, masalları sevdiğim kadar. Barın merdivenlerinde cam ayakkabı bırakanlara baktığım o gece, sadece hüznümden her şeyi alaya alıyor, şakalar yapıyordum. Beni tanımak isteyen biri "Meslek?" diyor. "Fil terbiyecisim, sirkte" diyorum. Oysa acı dikenli bir çalı gibi boy vermiş, içim daralıyor. Aslında, aslını kaybetmişim fotokopilerle oyalanıyorum. 
Cindirella'nın ayakkabısı, nasıl da bir imge? Bende unutulan iki ayakkabıyı, iki eski sevgiliyi anımsatıyor. İlki kırmızı bir Hummel, ikincisi beyaz bir Supra. İlkini geri veremedim sahibi uzaklara varmadan unuttu bende, diğerini geri verdim. Ne tuhaftır değil mi ayrı düşmek, ayrılmak. Sevdiğim dediğin kişi ile iki yabancı olmak! Ne tuhaftır... Ama olur. Rolün biter, ezberin bozulur, selam verirsin, perde iner, ışıklar söner. Ne yaparsan yap, artık bir replik dahi kalmaz. Birinin hayatında fazlalık olduğumu hissettiğimde geri çekilirim. Çok zor olur, ondan mahrum kalmak. Ama olur, olması gerektiği gibi. 
Telefonlara çıkmamak, "tatlım" diyen sesin yanıtsızlığı, aramaktan vazgeçersin. Çünkü artık fazla'sındır. Eksik kalırsın, ne çok acıtır... Rumeli Caddesi'nde elimde Bershka paketi içinde beyaz bot, yürüdüm. Çalıştığı yere geldim, o gün orada olmadığını bilerek. Bende unutulan cam ayakkabının ayağına bal gibi olduğunu biliyorum; onun hayatımın aşkı olduğunu bildiğim kadar. Ama orada yok. Bir deneme yapmayacak, mutlu son olmayacak. Geri veriyorum tüm umutlarımı. Nişantaşı'ndan ta Cihangir'e kadar ağlıyorum, ağlıyorum. İnsan kaybettiğini düşünürken acaba o da kaybettiğinin ne olduğunu biliyor mu diyor. Hep bir eşitleme peşinde oluyor insan, küçük rövanşlar, öç peşinde oluyor. Ben değilim. Her sabah belim ağrımasın diye bana öğrettiği hareketleri yapıyorum, ismini içimden söyleyerek ve ona teşekkür ederek. Minnettarlık içimi kaplıyor. İyi ki geldi diyorum, kısa kaldı, olsun, iyi ki geldi. Anılarını biriktiriyorum, şükranla. Çareyi içimdeki o aptal, amaçsız, bön, bitmez, tükenmez sevgide arıyorum. Sevmekten başka bir şey bilmiyorum ki. Çünkü hep böyleydim, en başından beri. Dualarımda andığım melek isimlerinden biri oldun sevgili, eski sevgili, cam ayakkabının sahibi. Bak, son kez ağlıyorum... Doğum günün kutlu olsun, hediyen de hüznüm... | 22-06-2015 İstanbul


Fenafillah | Savaş Çağman

Şimdi dört yıl tamam oldu. Ne yapacağım? Yanıtım sessizlik. Çünkü yanıtım kapkara bir çukur. Yanıtım bir kuyu. Bir şey yapmayacağım, yapacak gücüm yok, yapsam da sonucu olacağına inancım yok... Bu aşktan bana ödünç kalan bu; eylemsizlik... Bazı aşklar tek kişiliktir, ki o aşklar başından sonuna karşılıksız kalacaktır. Bazılarından sevgili olmaz; ben onlardanım. Kabul ettim artık. Kapılarım kapandığında, bahçemde bir başıma kalacağım, sadece ıhlamurlar, suya değen söğüt dalları arasında. Hikayem başından böyleydi; bir umutla debelendim. Var mı hayatımı paylaşacağım bir yol arkadaşı diye sordum. Herkesle aynı umuda sahip oldum; ama insan aslı görünce taklidin ne yararsız olduğunu anlıyor. Ve sen aslı'm, astar'ım, kızıl kez kumralım, sürünceme'm, gün görmüşüm, Balkan'ım, yeşil gözlü çiğ sürmedan, valla fena halde aşk, valla fenafillah! demiştim çağırarak... Sen geldin, her şey değişti; sığındığım masallar bitti, kendime söylediğim yalan son buldu. Başkası oldum, kendimi unuttum, şimdi hayat yoluna kendimi bulmak için değil, kaybolmak için çıkıyorum...
Bu gün dört yıl tamam oldu; geriye ise kalan ömrüm'dür, sanırım sensiz olacak, sessiz olacak, sana aşık kalarak olacak. Sensiz bir an'ım dahi olmasın isterdim, sensiz uyuduğum, sensiz uyandığım günlerim var şimdi. Sanma ki sadece acı'sın bana; aslında kalbimde, ruhumda iyileştirdiklerin de var. Bir sorunun cevabı gibi gelmiştin; öyle biri var mı? Varmış! Varsın! İyi ki varsın! Bu gözler seni gördüğü için minnettar... Resmini yüreğime astım. İsmini nefesime yamadım. Fırtınam dindi nihayet, bu kalan ömrüm'dür. Sevgilisin, sevilen hiç olmadım, olsun varsın; bu kalan ömrüm'dür. Şimdi bu can seni mihrap eylesin. Bu can sana nefes alsın. Bu can pervanen olsun, yansın. Kül olsun, külden ibaret olsun; bu kalan ömrüm'dür. Artık şiirin kendisisin sen, yekpare aşksın, artık bu can sensiz, bu can sana rağmen, sana muhalif sevecek seni, taaf edecek aşk minberini, işte bu kalan ömrüm'dür. Vefan yok, insafın yok, bağrın mermer, ama ne yapsam da karanlığına, kötülüğüne, zalimliğine bile aşığım: işte bu kalan ömrüm'dür...
Ve son söz söylenmiş; kalem kırılmış, artık ne bir kelime edilecek, ne tek satır yazılacak gibi susuyorum. Binlerce düşmüş melek öptü bu dudaklar, Ayn Sof'un karanlığından öptü, en karanlık yerde sadece ışık gördüğünde o senin gülüşündeydi, ondan sonrası nasıl bir ömrüm olabilir ki? Işığı bir kez tanıyanlar karanlığa geri dönebilir mi? Kader diye bir şey var; eğri büğrü yazısını çözemediğim. Ama bildiğim şu, biz ne yaparsak yapalım benim biricik sevdiğim; nihayetinde su ateş olacak, ateş ise su; işte bu kalan ömrüm'dür... | 5-10-2015 İstanbul




Yalnızlığı Temrin Etmek | Savaş Çağman

Evet yalnızım. Hayatıma almaya değer kişiler olmadığı için değil, artık sofralar kurmaktan, kuş sütüne dek donatmaktan yorulduğum için. Yalnızlık üretmek için şart, kendi kendine kalınca iyileşirsin bazen. Yalnızken tutunacak bir şeyler gerekir; eskiden bu şarkı yazmaktı. Uzun süredir yazamıyorum çünkü ruhumun çeperini kazımak gibi şarkı yazmak, artık o acıya da tahammülüm yok. Herkes gibi mutlu olmayı arıyorum; yalnızlığı temrin ederek. Sabahki alıştırmam kendimi anımsamak. Öğlenki alıştırmam hizmette olmak. Aşkam ki ise anımsamak sevdiğimi. Bir tanecik fotoğrafımız var, başka da yüzüm döneceğim mihrap yok. Evet yalnızım. Fotokopi kağıdı denizinde, o tekrarlar/olmazlar tufanında gemimi yüzdürmek istemedim. İki seçenek vardı; boğulmak, boğulmak. İkisini de seçtim. Evet yalnızım; içim tamamen senle dolu... Niye biliyor musun? Buna tek kişilik yalnızlık denilmesin diye... | 17-10-2015 İstanbul


Sanmak | Savaş Çağman

Sanmak fiili en güzel geçmiş zamanda çekilince tadından yenmez. Çünkü sanıyorum derseniz emin olmadığınız aşikar olur; sanmak fiilinin gelecek zamanı yoktur; kendini bu yüzden en çok da -miş'li geçmiş zamanın şuursuzluğunda belli eder; sanmışım meğer derken mesela... Emin olma veya haklı olma bağımlısı değilim; ağlak yazılarımdan bilirsiniz bu iddiasızlığı... Şimdi ortaya atılan oltada sahte yem çiğnerken gülümsüyorum oyunun gereksizliğine acı, acı... Sanmak fiili, şu andan geleceğe sadece dilbilgisel bir sebepten değil, bir konumdaki şuursuzluğun bu kadar uzun süremeyeceğinden de dolayıdır. Sandım, sanıyorum ve sanacağım yan yana saçmalığa doğru evrilir, hepsi başka başka şeylere işaret eder. Sanmak, uyanmak halini de içerir ya hani; sanmışım derken uyanmaktayız aslında. Bilir misiniz insanlar aslında hiç değişmez, fıtratlarında yılan gibi ısırmak, zehir taşımak varsa, bile bile sanmak fiilini tümce içinde kullanmak sadece enayiliğiniz olur... Yazana değil yazdırana bakın derler ya... Ne yazık yazdıran umudumun katilidir... | 27-10-2015 İstanbul




Aşkla Nefret Arasında Kaç Ortak Harf Var? | Savaş Çağman

Aşkla Nefret arasında kaç harf var? Sessiz harfler bunlar; içleri ruhtan arınmış boş bedenler gibi. Aslan başı gibi uzanmış, aslanağzı ya da begonya renginde… içime akıyor yağmur tanesiyle… aşk ağırlaşıyor. Yüzüne bakarken titrediğimi biliyor mu acaba? İsmini öğrendiğimde denizlere düştüğümü? Boğuldukca eski bir Rum şarkısında dedikleri gibi “atın beni denizlere” dediğimi? Şimdi ağırlaşıyor yağmur… belki şimdi başlayan aşk… ellerini arıyorum… bulduğum parmaksız bir çift yalnızlık… | 2012 İstanbul


Pervane | Savaş Çağman

Tabi ki aşkın ne demek olduğunu biliyorsun; kelime anlamı olarak veya eylemlerinde, deneyimlerinde... Ben eylemlerden, deneyimlerden, bilgiden asude olmak istiyorum; o Borges'in öyküsünde terk edilmiş şehirdeki çıplaklar gibi. Sen ışık'tın ya bana, bense pervane; aslında ışığım ol derken kanatlarımın ömrü uzun olsun demek gerekirmiş... Amaçsız bir eylemle, o kısacık ömrümde, ışığına kanatlarımla dokunacaktım, dönecek duracaktım, bunun ne bilgeliği vardı, ne erdemi, ne değeri. İsmimi unutuyor şimdi aşk, keşke kanatlarımın ömrü uzun olsaydı... İsmimi caymak fiilinde çekerdin ya; evet işte şimdi vazgeçtim tamlayanlarımdan... | 11-06-2015 İstanbul


Cılız Sevgilim | Savaş Çağman

Venüs Retro'su altı eylüle dek sürecekmiş. Venüs geri gidince eski kötü alışkanlıklar geri gelir derler. Dudakta bir pas tadı gibisin Ağustos ayı. Vantilatör, karnından konuşan duygular, muhasebe yapmalar. İçimde öfke olmayışını daha çok kabul etme duygusuna bağlıyorum. Fena çuvalladım çünkü. Olsun, bırak dağınık kalsın, bu saçımdaki kördüğümle de yaşarım, hiç bir dertten topuz yapmıyorum, kimsenin kompleksine fön çekmiyorum artık, ne dip boyası geliyor yalancılığımın, ne de kırıklarını aldırıyorum bu derin sızlanışların. Sakinim hiç olmadığım kadar. Sabrım aptallık sanıldı, n'apalım?
Ya sen Cılız Sevgilim? Yaralarından öpmüştüm seni. Seni iyileştiremedim, yetemedim sana. İspanyol Ateşi kaptım da senden çok öksürdüm. Ne oldu Cılız Sevgilim? Fethettin mi İstanbul'u? Hala egonu seni sevenin çiğ etiyle mi besliyorsun? Şimdilerde kimleri hırçınlığınla terbiye ediyorsun? Geçti mi kanatlarındaki kaşıntı? Bir şeyler öğrenebildin mi bu sürek avı hakkında?
Kocaman, sallanan bir küpesin kulağımda "asla kimseyi böyle sevmeyeceğim" dedirten... Ben çok şey öğrendim karanlığını öperken. İçindeki şu kavga dindi mi? Ne gerek vardı bu toza, dumana? Dünya hepimizden büyük, hayat hepimizden dönek, kader güvenilmez, kendi kendimizin yalancısıyız. Bilmiyorsun Cılız Sevgilim, tövbe nedenimdin sen... Şimdi dualarımda kelimelerle yer değiştiren bir hazırlık var, minnet duygusu koyuyorum aşk sandığım egonun yerine, çünkü olan mükemmelce olmuş... Sadece yola devam ediyorum... Sensiz, sessizce, hala ne sana, ne bana ait olan aşk mabedinin merdivenlerinde dinleniyorum kısa süreliğine... | 19-08-2015 İstanbul


Aynalı Tekne | Savaş Çağman

Thanasis Bakoyiorgos (Θανάσης Μπακογιώργος) Sergisinden Masal Yansımaları hakkında birkaç kelam etmek istedim. İstiklal Caddesinde, küçükçe balkonundan büyükçe bir mavi beyaz bir gölge gibi Yunan bayrağı sallandıran konsolosluğun içinde bu kadar hoş ve ilginç bir resim sergisine konuk olacağımı hiç hesaba katmamıştım. Sergi, Yunanlı ressam Thanasis Bakoyiorgos’a (Θανάσης Μπακογιώργος) aitti.
İlk dikkat çeken serginin ismi; Düş, masal ve gelenek. Bir düşün çizdiği masalsı çerçevelerde sizi aynalar karşılıyor ilkin. O aynalarda kendi yüzünüzü bir Bizans usulü minyatürün içinde görüyorsunuz. Bana daha çok kapı pervazlarının, tavan nakışlarının, eski İstanbul evlerinin bezemelerini anımsatan bir fırça tekniği ile ele alınmış geleneksele selam duran minyatürler bunlar. Düşsel Bizans şehirleri, duvara nakışlanmış eski bir freskonun samimiyetinde. Selanik şehrinin çok eski bir panaromik görüntüsü adeta tahta üstüne bezenmiş bir zanaatkârın işi.
Thanasis Bakoyiorgos (Θανάσης Μπακογιώργος) sanatının başlarında kendini Yunan Çağdaş Resmi içinde konuşlandırırken, olgunluk işlerinde bu naif, çocuksu geleneksele geri dönüş yapmış. Gelenekselin yavan taklidine düşmeden, geçmişin hayaletlerini kovarak çok aydınlık, insanda evindeymiş hissi bırakan resimler kurmuş. Ve bir aynalı tekne, bir aynanın altında bir yelkenli, uzak zeytin ağaçlı bahçeler, masmavi gök, yekpare bulutlar, tahkim edilmiş surlar, girintili çıkıntılı yarımadalar, Bizans kubbeleri, tekmili birden mevcut bu resimlerde. Thanasis Bakoyiorgos (Θανάσης Μπακογιώργος) samimiyetle kendi masalına bir göz atmaya çağırıyor. | 10.05.2011 İstanbul 


Nehir Altı Nehir | Savaş Çağman

artSümer galerinin kapısından girdiğinizde Fulya Çetin’in isim koymadığı yeğlemediği kanvasları ile karşılaşıyorsunuz. Ama manidar bir ismi var serginin “nehir altı nehir”… Derinden akan bu nehir ilkin size yüzeysel bir foto-gerçeklik sunuyor gözükse de, nehrin altında başka bir nehir akıyor…
Girişte yer alan biri kadın ve diğeri erkek figürlü iki iş, cinselliği ile ne yapacağını bilememenin tedirginliği, erkek olmak ve kadın olmanın tehlikeli yüzünü çağrıştırıyor. Foto gerçeklik içinde kucağında kirpi tutan kadın (erkek yüzlü La Joconde gibi eksik gülümseyen) ve timsaha sarılmış adam, cinsiyet ile olan insanca sorunsala gönderme yapar gibi… 
Sergide su ve ırmak teması yinelenip duruyor. Irmak, mitolojideki Lethe ırmağının durgunluğunda, Hades’e uzanan, ölülerin unutma ırmağı gibi… Bu yüzden belleğe, anımsamaya, şipşak estetiğinde dijital fotoğrafa öykünmeler, kadın, ölüm gece, su ve vahşi hayvanlar üstünden bakanın bilinçaltına birçok gönderme yapıyor… | 2013 İstanbul, Karaköy


Tekvin'i Bir Cici Kızlar | Savaş Çağman

Suyun üstünde uçan Tanrı'nın ruhu sonunda ışıkla karanlığı birbirinden ayırır, Yuşa Yalçıntaş'ın bir işinin adı Genesis; Tekvin diye de tercüme edilebilir. Tevrat'ın ilk kelimeleri, yaradılışa dair ilk fısıldadıkları bu bölümde gizlidir. Sanatçı, hemen hemen hiç iddiası olmayan kuru kalem ve resim kağıdı üzerine yerleştirdiği bu sıradüzende figürleri ile öncelikle hemen hiçbir baskın duygu yaratmıyor izleyende. Sonra yavaşça tekrarın şablonu, şemanın ve çocuksu olanın tekinsizliği, yansız bir duygunun yarattığı derinliği duyumsamaya başlıyorsunuz. İşte Yuşa Yalçıntaş'ın işlerinin yarattığı en ilginç deneyim de bu oluyor. 
İşlerinde, 1940'ların çocuk kitapları, Devrim Sonrası sıradan Rus Figüratif bezemeciliği, düzen saplantılı Burjuva çocukları yetiştiren ahlak kitaplarının illüstratif anlayışı, işlevsel grafik unsurlarına benzeyen küçük kız çocuğu figürleri karşımıza çıkıyor. Hepsi de örgü imgesi ile bağlanmış; ki saç en tekinsiz sihir objesiyken, bir yandan da cici kız olmanın, toplum ahlakının dayatıldığı çocuğun sınır duygusunu belirlemekte. Aslında bu figür tekrarı son derece dinsel ikonografik bir anlayışta aynı  Etiyopya duvar resim sanatı, Bizans veya Rus İkon Sanatında görülen bir anlayışın kütlesel yığma ve tekrar düşüncesini -bilinçaltında olsa bile- işaret ediyor. Figür görünmez biçimde ekorşe, yani derisi yüzülmüş, ruhsal anlamda yalnız bırakılmış; topluluklar içinde ama yapayalnız. Etten sıyrılmış ruh, tekinsiz, ama rahatsızlık vermeyen totoliter bir baskıya aynı sıradüzenle boyun eğiyor. Sıradüzene boyun eğişleri ise bir çocuk sakinliğinde; bu huşu çok etkileyici... Ve nihayetinde, Yuşa Yalçıntaş'ın işlerinde ilk anın sıradanlığı yerini inanılmaz bir derinliğe terk ediyor...


Erol Akyavaş'ı Doğru Okumak | Savaş Çağman

İkon kelimesi Eski Yunanca eikenai yani gibi olmak kökünden gelir. Resim sanatının, hemen her sanatta olduğu gibi dini olanla bir mesaisi olmuştur, en azından konu babında. Burada temsil edilen, epifanik bir beklentidir; aynı putperestlerde olduğu gibi kutsalın ikona zuhur etmesi, onu kutsaması ve kendine dönüştürmesi. Epifani yani tanrısalın zuhur edişi, görünüşü sadece Hristiyanlığa özgü bir kavram değildir, ta Eski Mısır'dan bu yana objelerde uyandırılmaya çalışılan bir titreşimdir. Doğu Kilisesinde İkon, ayinleri yöneten bir araçtır, 7nci Konsül'den bu yana. İsa sadece logos/söz değildir aynı anda Tanrı'nın da görüntüsüdür. Bu cisimleşme, bir tür tanrısal bedenlenmedir. Tanrısal lütuf ikon ile kutsanır.
Hristiyanlık'ta görüntüye/görünene gösterilen saygı Tanrı'ya yöneliktir. Oysa İslam'da görüntü, resim, yontu yasaktır bir İsrailiyat geleneği olarak. Tevrat'a dek kökleri giden putkırıcılık kıskanç Yahudi Tanrısı'nın kendinden başkasına izin vermediği, en uç monoteizmi, total tekçiliğin altını çizer. Tanrı sadece kelamında zuhur edebilir hale gelir, asla yontuda veya resimde görünmeledir. Epifani bu yüzden Yahudi geleneğinde harfe ve kutsal yazılarda belirir. Harfin ve sayının büyülü anlamı Yahudi Dininde başka tür bir tasavvufu destekler; Kabala... İslam'da aynı sebeplerden Allah'ın resmedilemesinden dolayı ona ait kelamı taşıyan harf ikonlaşmıştır. Bu sebep, Ebced'e, yani harfe verilen gizil sayı anlamlarına, Yahudi Gemmatria'sı ile paralel giden bir anlayışa gebedir. İslam'da, ikon/figür sadece kelamın yansıması, harfe dönüşmesidir. Kutsal Kelam'ın aynası İslam'da Kur'an'dır ve onu oluşturan yazı formudur, nihayetinde. 
Malzeme anlayışı, akademik yaklaşımdan çok kendi yüreğini el yordamı ile izleyen Erol Akyavaş, ülkemde yanlış okunan ressamlardan biri bana göre. Onun işlerinin, yeni oluşan İslami/Muhafazakar burjuva çevresinde tamamen işaret ettiği epifani yüzünden rağbet görüyor. Oysa Erol Akyavaş, 1967 sonrası modern sanat ortamına girdiği New York'ta kendi figür geleneği ile yüzleşmiş, bunun sadece kelamı giyen harf olduğunu fark etmiş, bu anlamın peşine düşmüş bir ressamdır. Onun sanat yürüyüşüne baktığımızda, Paris yıllarında ve sonrasında Birleşik Devletler'e uzanan macerasında Sufi bir duruştan çok, içinden çıktığı kültürün ifade anlayışı ile çağdaş sanat içinde durmaya çabaladığını görürüz. Onu benzersiz yapan da budur işte... 


Kafesteki Can ve Hüzün | Savaş Çağman

Tophane, Daire Galeri'de "Kuşların Hatırına" sergisi bu hafta, benim de tesadüf ettiğim üzere, sessiz sedasız açıldı. Sergi iki sanatçıya ait; Cemre Yeşil ve Maria Sturn. Her iki sanatçı da fotoğraftan yola çıkan, ama fotoğraf sergisi olmayı aşan bir sergiye imza atmış. Fotoğraf sanatı özü itibariyle saptayan, belgeleyen bir yapıdadır. İzlek oluşturabilir. "Kuşların Hatırına" sergisi izlek/anı hattını silikleştiren, tanımdan uzak duran, şöyle bir gösteren ama tanıklık edende an'a ve anı'lara göndermeler yapan bir sergi...
Tophane sanat ortamından gelip geçenlerin de bildiği üzere, Daire Galeri genelde disiplinler arası işlere ev sahipliği yapıyor. Bu sergide fotoğraf, yerleştirme gibi unsurları bünyesinde buluşturuyor. Fotoğraf sergilerinin o kuru izlek estetiği, burada öyküsü olan daha kişilikli ve enstelasyon ile flört eden bir yaklaşımda karşımıza dikiliyor, kendini izletiyor
Serginin yarattığı domestik ve hüzünlü duygu beni can evimden vurdu diyebilirim. Kafes imgesi beni hep hüzünlendirmiştir. Bedenin sınırlar ve ruhun hapisliği gibi varoluşçu ve hatta nihilist bu simge, üzeri örtülmüş kafes imgesiyle, işaret ettiği gizil anlama bakanları sürüklüyor. 



Meredith Monk Konseri | Savaş Çağman

28 Nisan 2016 Perşembe 12:00, Garanti Caz Yeşili konserler dizisinde hiç de haz etmesek de Zorlu Center konser salonunda ömürlük, ömür boyu beklenen bir buluşmaya koştuk. Zorlu Center içi o kadar yüksek olsa da o kör akustiği ile, insanı, onun oluşunun anahtarı sesi yutan, yok eden yeni çağın bir simgesiydi gözümüzde, hele ki konser salonuna bir mimar ile gitmek konuda beni oldukça aydınlattı. İnsan için olmayan, isim için olan bu yapı İstanbul'un en nefes aldığı, rüzgarlarının birleştiği bir tepeye kondurulduğunu söyledi, mimari duyarlılığının yüzünden bıraktığı o esefle... Oyunbozanlık etmeyip konser salonuna girdik.
Tanığı olacağımız, inanılmaz Meredith Monk'tan başkası değildi. 1942 doğumlu şarkıcı hala bir anıt gibi, hala bizlere esin vermeye devam ediyor, onu görme fırsatı ayağımıza kadar da gelmiş, kaçırmak olmazdı. Heyecanla bekledik o anı. Buluşma bomboş sahnede bir çıplak mikrofona nefesini katması ile başladı. Kendi anlatısıyla Meredith Monk her şeye folk music ile başlamış, anne tarafından kuşaklarca şarkıcı yeiştirilmiş bir ailenin evladı, annesinin turnesi sırasında bir konser çocuğu olarak Peru Lima'da dünyaya gelmiş, o yüzden espriyle karışık kendine İnka'lı Yahudi demeyi ihmal etmemiş.
Konserde onu bunu çaldı demek istemiyorum; çünkü şarkının hiçbir önemi yoktu... O duruşun önemi vardı. Birileri onun her şaklaması, her dil tıkırtısını, nefesini, ses oyununun tekniğini notlar alıp taklit etmeye gayret etse de, bunun bir temrin değil bir olma hali olduğunu kaçırır. Meredith Monk öyle kendisi ki, öyle tek ki... Sahnede sesiyle kılıktan kılığa girerken, eterik bedenini büyüterek tüm salona yayarken, biz azımız açık, o dinleyeni dirilten sesin büyüsüne kapılmıştık. Kelimelerin hepsi kifayetsiz, kelimeler yetmiyor, o an için, oluşa tanık olmanın eşsizliğini tanımlarken... Onun Extended Technique olarak da açıklanan eşsiz yaklaşımını biraz olsun anlatabilen bir kelam etmişti o gece Meredith Monk. Konserde bahsettiği bir şeyden alıntı yaparak bitireyim; "İnsan sesi, insanın ilk çalgısı, o yüzden bir dile de ihtiyacı yok.."


1 Mayıs 2016 Pazar

Şu Şifa Şifa Dedikleri | Savaş Çağman

Gündelik hayat, şu kapkara sistem yüzünden bireyi çaresiz kılmakta. Kapitalizm önce baş ağrıtıp sonra ilacından da nemalanan bir düzen. Hepimiz, doğal, organik, orijinal gibi sıfatlarla fazlaca takıntılı halde haşır neşiriz şu aralar. O aralar da sanırım bu son 20 seneye denk geliyor.
1980'lerin ortalarında Kaliforniya'dan yükselen Straihgt Edge akımı ile, beden tapınağına geri dönüş konusunda bir uyanış başladı. Bu aslında kapitalizmin yarasını hayvani bir reflkesle yalamasından ibaretti. 1980'lerin başından itibaren fit olmak, sağlıklı olmak, 1990'larda organik, doğal olana yönelmek şekline büründü. Tabii bu da bir pazardı...
Kişinin ruhsal çaresizliği "şifa bulmalıyım" paniği ile, "hastalanmamalıyım" korkusu ile beslediler, aynı pazarlama amacıyla. Sağlık kadar, hastalanmak da doğaldır halbuki. Bu eğilim, bu zinde kalma, sağlıklı olma, bedenini diri ve güzel tutma takıntısı, sadece beslenme değil ruhsal gelişim konusunda da kişileri meşgul etmeye başladı. Sonuç yeni binyıl şifacıları olarak karşımıza çıktı.
Şamanizm, Tao, Samkhya, Kabala ve daha birçok şuur ekolü sağlıklı bedenle ruhsal gelişimin olacağını bildiği için bedeni iyileştirme konusunda uzmanlaşma eğilimdeydi. Bu kaynaklar yeni bin yıl şifa şarlatanları için iyi doneler sundu. Halbuki buradaki amaç insanın evrenle bütünleşmesi, kişisel olarak Kamil hale gelmesi, ahlaken güzelleşmesi esasında hareket etmekteydi. Ama içi boşaltıldı. Olumlu ol, ya da moda tabiri ile "pozitif ol" aynı Protestan'ların "God is Love" sloganında olduğu gibidir. Evet Tanrı Sevgi'dir ama eşcinselsen ya da zenci bak o aşk seni kapsamaz ırkçılığında olduğu gibi, pozitif ol önermesi de anlamından kopup yeni bir taassuba dönüştü.
Amaç beden diriliği olunca; renk, ses, mantra, belirli bedensel temrinler şifacıların içi boş malzemeleri haline geirildi. Amerika'nın Protestan zevksizliği içinde seminerlere dönüştürüldü, deneyim olmaktan çıkarılıp "bunu 10 kere tekrar et, şifa olsun" kolaycılığına kaçıldı. Ruhlarını terbiye edenlerin 40 gün çöllerde kalışı hafife alındı. İki kitap bir kursla ortaya çıkan haddini bilmez, egosu şişkin, para sevdalı kişisel gelişimcilerle bu konular yozlaştırıldı.
Hiçbir şifa çalışması bir yoldan gidemez. Sadece sesle şifa, sadece renkle şifa, sadece mantra ile şifa mümkün değildir. Bunların tümü ile çalışan düzenler, bir yolun disiplini ile yapılmalıdır. Adaçayı yak negatif enerji yok olsun zikri ne yazık ki bunu bedeninde başarmayan ile mümkün değildir. Sihirli formüller, tekrarlar, virtler de bir işe yaramaz.
Kendi söküğünü dikemeyen terzilerin bahar kreasyonunu izliyoruz dostlar. Kendi olmamış olan nasıl başkasını oldurabilir? Beden dilleri yanlış, egosu ortada, böbürlenmekten başka bir hikmeti olmayanlar neyin şifasını dağıtabilir? Bir olumluluk çalışması içinde önce var oluşumuzun anahtarı egonun farkında mıyız? Şifanızın başlangıcı burada gizli bunu biliyor musunuz? 
Bir gün küçük bir kedi yavrusuna şefkatinizle, herhangi bir insana olan şefkatiniz aynı hale geldiğinde, başınıza gelenlerin hepsinin bir amacı olan eğitim süreci olduğunu bildiğinizde, dünyadaki tüm kutsalları selamladığınızda, hayatta oluşunuzu tüm hayat formlarını severek kutladığınızda zaten şifa çalışmanız başlamış olacak; diğer bilgi ise bu güzel resmin çerçevesini oluşturacak. Ben olmayı devreden çıkarmamış, Hiç olmayı önemsemeyen şifacılardan da alabileceğiniz tek şey ömrünüzün bir anının ve maalesef cebinizdeki paranın kaybolmasından öteye gidemeyecek...