19 Ağustos 2016 Cuma

Şiddeti Yaymak | Savaş Çağman

Duyarlılık, olan bitene tanıklık etmek, bu konuda bilgiyi yaymak ve haberdar ederken duyarlılığı da başkalarında oluşturmak neredeyse yakın çağın 1968'lerden beri aydın, vatandaş sorumluluğu olarak karşımıza çıkıyor. Eskiden dergiler, gazeteler, bültenler bu işi yaparken şimdilerde bu görevi Sosyal Medya devralmış durumda.
Gün içinde birçok defa katledilmiş, yaralanmış hayvan, insan görüntülerine işte bu duyarlılık yüzünden maruz kalıyoruz. Ama, Facebook'tan duyarlılık adına paylaştığınız şiddet, sadece sizi şiddete karşı duyarsızlaştırıyor. Bu paylaşımları en azından fotoğrafsız yapmanız konu hakkında asıl duyarlılığınızı gösterir. Bu çağın oyunu olan şiddet görüntüsüne maruz kalıp aslında olan bitene duyarsızlaşma durumuna lütfen alet olmayalım artık. 
Şiddet düşüncesi, görüntüsü ve şiddete maruz kaldığınızda, kalpten uyanmak için arınmanız şarttır. Bu dünya acı ile dolu, maalesef çoğunu da izlemek zorundayız. Ama bunu kalbimiz uyanık ve uyuşmadan yapmak durumundayız. Lütfen kalbinizi uyuşturan şeyleri bir duyarlılıkmış gibi size yutturulmasına izin vermeyin.


15 Ağustos 2016 Pazartesi

Karışık Kaset | Savaş Çağman

Can dost Murat Meriç'in çok hoş bir değimi vardır kovalaklamak diye... Kitap kovalaklamak, kaset kovalaklamak, plak kovalaklamak. Bizim neslin merakı yüksek olanların ömrünün büyük kısmı bu kovalaklamaklarla geçti durdu. Bizim kuşağımız hiçbir bilginin elde edilemediği, her vahanın kolayca kuruduğu bir ortamda, kendi kendine kaza kaza müzik kültürünü edindi. Tam anlamıyla deneme yanılma yolu ile. Birkaç kitap, tek tük dergiler, onlarda da yalan yanlış bilgiler. Bizim için alınan her kaset, her plak bir sonrası için kronolojide bir geriye gidişti. Tam da bu Cumhuriyetin tepeden aşağıya devrimsel yönü gibi, önce elimize geçen grubu dinleyip sonra onun referansını izlerdik. Mesela Guns And Roses, beni The Cult'a götüren gruptur, referans ettikleri Aerosmith, Ramones veya Sex Pitols'u az çok biliyrodum. Sonra The Cult çıktı karşıma, ilk Sonic Temple albümünü keşfettim, sonra kronolojide geriye, köke gidip Electric albümüne neredeyse tapındım. Sanırım o bilgi kırıntılarına zor ulaşmak değerliydi. Şimdi tüm külliyatı bir tıkla indiren bir nesle bunun tadını anlatmak çok boşuna geliyor. Bu yüzden sanırım çok gereksiz dinlemeler yaptığımız gibi, çokça müzik dinledik; o dinlemelerle de sağlam bir müzik zevki geliştirdik. Ayrım yapmadan, büyük bir iştahla yaptık bunu. Bizim kuşağın müzik sevgisinin neslinin tükendiğini düşünüyorum ne yazık ki... Hele o hediye karışık kasetler yapmalar ve paylaşmalar, gerçekten özlüyorum...


14 Ağustos 2016 Pazar

Jean Genet Bir Aziz Bir Suçlu | Savaş Çağman

Jean Genet ile ilgili bir yazı yazmak yerine, onun yüzünün , masum ifadesinin bütün bir karesini kapladığı kısa metraj bir film yapılmasını daha iyi olurdu. Masumluk onun da söylediği gibi her zaman aldatıcır. Hayatının büyük bir ksımını hapisanelerde, kalanını da otel odalarında geçiren bir lanetli şair için nedenilebilir ki! “Poète maudit” (lanetli şair), Verlaine tarafından geçen yüzyıl sonlarında, hibir akıma sokulamayacak, marjinal bir yaşam sürmüş, hatta suçlu, aykırı şairler, yazarlar için bulunmuş bir deyim. Genet düzyazılarıyla, Uyumsuz Tiyatro (absurd) örnekleriyle eserleriyle tanınmıştır. Ama birgün ıslahevi kütüphanesinde ortaçağın büyük şairi Ronsard’ı keşfettiğinde şiir yazmaya ve okumaya karar vermişti. Başlangıçta en büyük tutkusu okumaktır, daha sonra da kitap çalmak… Tutukklanmalarının birçoğu kitap çalmak yüzündendi. İlk uzun şiiri Pecheur du Suquet ‘de Ay’la sohbete den bir hırsızın öyküsü geçer… Bir opera librettosu olabilecek durulukta ve edebiyat kalitesinde. Genet argoyu Paris’in sperm, marihuana, ucuz kadın parfümü kokan arka sokaklarından, kanalizasyonlarından çekip çıkarmış, kullanılır hale getirip edebiyat malzemesi yapmıştır. Şiir için Cenaze Töreni, adlı kitabında bakın ne diyor; “Şiir ve ya artıkları kullanma sanatı, boku kullanma ve size yedirme sanatı….”
Bu yazıyı onun sadece edebiyat kişiliğine değinelecek. Onun politik yanı, dine bakışı, hayatla ilgili gözlemelri,, felsefesi edebi kişiliğiyle zaten hep uyum içinde olduğu için hayatına çok değinilmeyecek. O yazdığının adamı olmamış, bizati kendini yazmıştır. Bütün romanlarında başkişi neredeyse o’dur veya olmak isteiği kişiyi yazar. Erotik, çoğu zaman da aşağılanış serüvenini şiirsel-müstehcen bir dille anlatmıştıur.
Öyküsü, Camille Gabrielle Genet’in gayrimeşru oğlu olarak dünyaya gelmesiyle başlar. Babası belli değildir. Bir köylü ailesi tarafından büyütülür. Aşağılanmayı ve kaba şiddeti orada öğrenir. Mutsuz çocukluğu uzakta bir deniz feneri gibi parıldayan bir şeyle apaçık aydınlanır. Bu okuduğu kitaplardır. O macera romanları okuyup köşesinde pinekleyen küçük bir burjuva ala olamaz. Tam tersi kendi macerasını kendi yaratır. Evden kaçar, hırsızlık yapar. On yaşındayken tutuklanır ve kötülüğüyle ünlü Mettray Islahevine gönderilir. Ona göre bir hapishanedeki en iğrenç şey bir masum’dur. Ruhunun ta derinliklerinde başka bir gedik fark eder. İşte o an aşağılanmayı bir aziz inceliğiyle bezediği felsefesi haline getirir; “Kendimi beni gördükleri gibi alçak, hain, hırsız, ibne olarak görüyorum,” Bu özleri sarf ederken asla bir kabul ediş gözlenmez onda. Bu bir dokunulmazın Hindistan’ı terk edip uzun yollar ve yüzyıllar kat ettikten sonra çingene gururuna sahip olması gibi bir şeydir. Aşağılanmayı Hindistan’ı terk eden bir Parya’ydı o. Dokunulmazdı, toplumdışıydı. Bunu değiştirmek için uzaklara kaçsa bile başkaları ona bu sefer de Çingene diyecekti. Aşağılanmanın ismi değişecek ama özü değişmeyecekti. Bu ruhsal göç sırasında keşfettiği, bu durmadan ona bir ad yakıştıran düşmanının diliyle konuşmasını öğrenmek oldu. Ve bunu da edebiyat yaptı.
1945’de (dilimize bu roman ilkin, Ekin Yayınları tarafından çevrildi) Miracle de la Rose (Gülün Mucizesi) adlı eserini hapishanedeyken yazdı. Daha çok geriye dönüşlerle ıslahevindeki eşcinsel deneyimlerini, hapsedilmenin ve suçluluğun, ayrıca aşkın içten, dolaysız, canlı bir resmini çizer bu romanında. Islahevinden firar ettikten sonra Avrupa’nın pek çok şehrindi gezdi. Kaçakçılık ve hırsızlık mesleklerini profesyonelce icra etti. Tam bu serseri hayatın sürdüğü yıllardı (1930-1939) Journal de Voleur (Hırsızın Günlüğü) adlı eserinde anlatacaktı pek sonraları. Estetikçiliği, Varoluşşçuluğu ve Uyumsuz anlayışını bu dokuz yıllık süre içinde yaşayarak keşfetti, bu bilgileri kitaplardan edinen entelektüel burjuvaların tam tersi.
Yazmaya 1943’de Fresnes Cezaevi’nde başlamıştı. Notre-Dame-Des-Fleures (Çiçeklerin Meryemanası) burada yazıldı. Bir gardiyan yazdığı defteri alınca, o da tuvalet kâğıdı üzerine yazarak tamamladı romanını. Kitabın başkarakteri Wiedmann, ki ona Çiçeklerin Meryemanası adını takmıştır Jean Genet, altı kişiyi öldürmüş ve infazını bekleyen bir katildi. Romanda muhabbet tellalları, fahişeler, işgal öncesi Paris’inin en uç tiplerini, yeraltı dünyasını anlatır. Bu romanda Genet dinsel ikonografiyi kendi mastürbasyon fantezileri için kullanır. Bu kitapla, Sartre’ın, Simone de Beauvoir’ın ve Cocteau’nun ilgisini çekti. Ama onun aslında istediği kitaplarının sadece bohem aydınlar arasında değil, bu metinleri okudukları zaman dehşete kapılacak, Hıristiyan Ahlakları zedelenecek ortasınıf insanlarının eline ulaşmasıydı.
1947’de onuncu kez tutulandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Yazarların çoğu, ki başlarını Sartre çekiyordu, bir bildirgeyle Fransız Cumhurbaşkanına başvurdular ve Jean Genet’in affedilmesini istediler. Ve nihayetinde Genet bu girişimlerle affedildi. Pombes Funèbre (Cenaze Töreni) ve 1983’de filme de uyarlanan Querelles de Brest aynı yıl, 1947’de yazılmıştı. Genet daha sonra birçoklarına (bunların arasında öncü yazarlar Ionesco ve Beckette de vardı) ilham verecek tiyatro oyunları yazamaya yöneldi. Yeni-Klasikçi anlayışla yazdığı tek perdelik oyunlarında Sartre etkisi gözlemlenir.
Haute Surveillance (Gözetim Altında) 1949 yılında kaleme alındı ve hapishane konusunu tekrar ele aldığı bir oyundu. Bu oyun dilimize Yazko Çeviri tarafından 1981’de kazandırlmıştır.
Jean Genet, iktidar ve hükmedilen ilişkisini işlemeye başladığı bir dizi oyunla karşımıza çıkmaya Les Bonnes (Hizmetçiler) ile 1947’de hemen özgür kaldıktan sonra başladı. Daha sonra bu temayı Le Balcon (Balkon, 1956), Le Nègres (Zenciler, 1958) ve Fransa’nın Cezayir bağımsızlık savaşındaki tutumlarını eleştirdiği için şimşekleri üzerine çeken Les Paravanents (Paravanlar, 1961) ile sürdürdü. Bu oyunlarda karakterler, kendilerini bir başkasının kimliğinde algılamaya çalıştıkları için belirsizlik içinde geçen bir atmosfer hakimdir. Öykünmeler, oyun içinde sahte rollere ve onlara denk düşen sahte işlevlere dönüşür. Genet’in amacı dışavurunmcu bir çabayla seyirciyi şaşırtmak ve böylelikle ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaktır. O izleyiciyi değil suç ortağını arar. Bir bakıma Tiksinti Tiyatrosu da denen bu oyunlarda savaş sonrası Fransız sağ ve solunun politik yavanlıklarına başvurmadan dramatik bir yoğunlukla ele alır.
Hiçbir akımın, hiçbir görüşün yanında açıkça yer almamıştır Genet. Politik tavrı her zaman içten, dürüst ve dolaysızdır. Gerçek bir asinin ve anarşistin tavrına sahiptir; hiçbir toplumsal disiplin ve siyasi bağlantı onu ilgilendirmez. Alçaltıcı erotik serüveni ve cinsel kimliğinin hep örselenmiş oluşu onu mistik bir alçakgönüllülük kavramının kıyısına taşımıştır. Kendini küçük düşürme girişimleri, kendi kendini aşağılaması bir çilecinin, bir azizin çabasından çok farklı değildir. Sartre’ın kitaplaştırdığı bu çana Saint Genet, Comédien et Martyr (Aziz Genet, Oyuncu ve Kurban) adlı çalışmada kendine ifade bulur.
Playboy Dergisi onunla bir röportaj talep etmişti. Muhabirle bir otel odasında sohbete derken; “Bir piçtim, toplumsal düzende yer almaya hakkım yoktu. Ayrıksı bir kader istediğimde geriye bana ne kalıyordu? Özgürlüğümü, imkânlarımı ya da sizin dediğiniz gibi yeteneklerimi –yazarlık yeteneğimin olup olmadığını henüz bilmezken– azami kullanmak istediğimde? Bana bir aziz olmayı istemekte kalıyordu, başka bir şey değil, yani insanın inkârı olmayı istemek
Azizle suçlu arasındaki benzeşmeyi yalnızlık olarak kurguladı. Azizler de suçlular gibi toplumu başa yönlerle de olsa hep korkutmuştur. Toplumla aziz arasında bir uyuşma yoktur. Genet, ne yazık ki kurbanı olduğu bir kültürün ürünüydü. Fransızca yazıyordu. Fransa ise onu tümüyle kabullenmemişti.  1986'da, Mart ayı Jack’s Hotel’e yerleşti. Hiçbir zaman evi olmadı Jean Genet’in. Ondört nisanı onbeşine bağlayan gece bu otel odasından öldü. İsteği üzerine Fas’ta Laraş kentindeki Roma Katolik İspanyol Mezarlığına gömüldü. Mezarlığın bir başını belediye hapishanesi, bir başını genelev beklemekteydi.
Yazının başında söylediğim gibi, bu onun yüzünün, masumluğunun vurgulandığı bir kısa film karesi olmalıydı. Endişeyle kırışmış alnı, üç numara traşlı başı ve elinden düşürmediği sigarası…. Bitirdiğim şu yazıya bakıyorum. Onun hayatı, yazıları gibi şaşırtıcı; gülümsüyorum çünkü Jean Genet’in de dediği gibi: “Tamamlanmış en basit iş bile mucizevidir” | 1997 Ankara


13 Ağustos 2016 Cumartesi

Venüs Tepesi | Savaş Çağman

Bitmedi savaşım, hakir görülen mücadelem, var olma kavgam, bitmedi... Avuç içimdeki çarmıh, işaretlenmiş o kesişme şekli, Venüs Tepesi'ndeki o ince ızgara çizgiler, ve bir şeyler demişler kaderim için, belki de... Belki de kaderin yazılı değil, yazılmakta olduğunu anımsamam için o haç işareti; çünkü en eski simgecilikte haç uyarı anlamına gelen eril bir figür...
Cisimler, şemalar dünyasında, planlar tasarılar arasında debeleniyoruz. Geçen yazdan beri Karma İadesi çalışmam içinde affetmeyi temrin ediyor, affedilmeyi umuyorum. Ama o affetmiyor beni. Affetmeyecek. Çünkü diyor "Bana yalan söyledin sen," haklı yalan bazen çirkin gelecek şeyleri süslemek, ama maruz görülemez, bazen gerçeğin apaçık çirkinliğine rağmen, yalan maruz görülemez. Oysa, yalan değildi derdi, kandırıldım diye düşünmesi, küçük düşürülmüş hissetmesi, yani sadece yekpare Ego idi. Ego'dan kör olmuş olandan görmesi beklenebilir mi? 
Karanlık yanımızı yeneriz elbet ama öldüremeyiz, o çıkar gelir gecenin en derinlikli saatlerinde, tıpkı şimdi olduğu gibi. Karanlığımızı öldürmek dengeyi bozar. Karanlığımızla yaşayıp, onu izlemeyi ve farkına varmayı başarmamız lazım. Bu defalarca yenileceğimiz, bazen de yeneceğimiz uzun bir savaş; Ego kör etmediği sürece, bir muzaffer olacağız bir mağlup, durup kaldığımız yerden başlayacağız...
Yusuf'un kuyuya atıldığında o beklemediği kervan, taçlandığı Mısır'a onu vasıl ettiği gibi, bu her müşgülün, her çilenin sonunda taçlanacağımız bir yere varacağız. Çünkü hepimiz için bir köşe var bu dünyada... Ve bu mücadele defalarca olacak, nefesimiz fısıltısı olana dek kişisel kıyametlerimizin Sur'una...


3 Ağustos 2016 Çarşamba

Temas ve İncitme | Savaş Çağman

"Kâr'da mıyım zarar'da mıyım?" günlük hayat içinde hesapladığımız anlarda karşımıza çıkan bir soru. Kim kârda kim zararda? Kişi bu soruyu güvende olup olmadığını yoklarken sormaz mı? Kâr ve Zarar hesabı tamamıyla geçmiş hesabıdır. Geçmişi anımsama yani her türlü anımsama (smiti) insanı bir adım ileri götürmez. Olan olmuştur, olan mükemmelce olmuştur. Geçmişi anımsama, ölçme, biçme, tartma ve keşke'ler hiçbir işimize yaramaz. Durdurulan bu düşünce silsilesi, yeni bir düşünme tarzını da bize bahşedecektir.
Geçmiş bir hikâyedir; bizim hikâyemiz, yaşanmış ve şu günümüzü kurduğumuz bir kişisel öykü... Değiştiremeyeceğimiz geçmişle uğraşıp dururuz. Ama aslında tek hazinemiz şu an'ımızdır. Geçmişin gölgesi hayatımızı kapladığı sürece ışık almamız güçleşir. Ne gelecek, ne geçmiş, sadece şu an; yavaşça kabul etmemiz gereken... Ve incitmeden kendimizi seviyor muyuz? Buddha "Kendini gerçekten seven, başkasını incitemez" der. Şu yeni çağın sakıza dönüşmüş virti "kendini sev" aslında bir zorunluluk olarak dayatılıyor. Zorunlulukta da şiddet vardır; kendimizi incitmeden sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Kendini incitmeyen, başkasını da incitmez. Kendimize olan sevgimize bir göz atalım bugün, ne kadar samimiyiz, ne kadar içten seviyoruz? Bu iki küçük çalışma Karma'nın bağlarından kurtulmanın ilk adımları olabilir.
Geçmişe temas ve kendini incitme, eğer sıyrılmayı başardığımız duygularsa varacağımız menzilin yoluna çıktığımızı söyleyebiliriz; varacağımız menzilse her zaman Bir olanın sonsuz huzuru olsun...