24 Ekim 2017 Salı

Tüm Dünyanın Kendine Servis Verdiğini Zannetmek | Savaş Çağman

Belki de bin kere yazdım ve yazmaya da devam edeceğimi düşünüyorum, ki iki münferit olay oldu… Bilindiği üzere yıllarımı Astroloji başta olmak üzere Spiritüalizm hakkındaki konulara adadım. Birçok danışanım oldu, sanırım da olmaya devam edecek. Mesleğin gereği midir, kadınların dişil enerjiden dolayı daha bu konulara açık olduğundan dolayı mıdır, yoksa ülkemde kadınların daha çok sorun yaşamasından mı kaynaklıdır bilmem bu danışanların %90'ı kadındır. Her yazımda ve dünya görüşümden dolayı hep Dişi enerjinin yapıcı gücüne inandım. Ama olay Erkek ve Kadın değil, bu kapitalist tüketici sistem her şeyin anlamını çarpıtıyor, içini boşaltıyor ve en kaba şekle getiriyor.
Bu son iki ayda bunları yaşadım durdum. Az önce de yazdığım astrolojik yorum sitesinde aynı şey oldu. Ben bu sendroma Tüm Dünyanın Kendine Servis Verdiğini Zannetmek diyorum, çoğu zaman gülerek. Hele ki bu kadınlar arasında o kadar yaygın ki. Sistem olma bürün diyor insanlara. Onlar gerçekten nazik ve iyi olmak yerine, sadece bir kimliğe bürünüyorlar; bir marka giyerek, saçı başı yaptırarak, toplumda bir statü edinerek… Sonra da evrene açık büfe muamelesi yapmaya başlıyorlar.
Verdiği hizmet için herkes saygıyı hak eder. Anında, çok hızlı, emeksiz, ucuz ama en kaliteliyi talep edip karşılığında en kaba, en görmemiş olmak? Sizce adil midir? Derslerimiz hayli ilerlemiş bir öğrencimi anımsıyorum (genelde bunları hiç paylaşmam ama yeri geldi). Kendisinin büyük bir odak sorunu ve öz inançsızlığı vardı. Ona sadece ezoterik bilgi aktarmıyor, bir yandan da öz değer bilgisini yükseltmeye gayret ediyordum. Çok ilginç derslerden kaçmaya başladı ve haftalık programımı aksatmaya, günlük düzenime keyfiyen zarar vermeye başladı. Ders gününü nerdeyse iki saat önce iptal ediyor, tüm diğer randevuları da alt üst ediyordu. Ona biraz da sitemle, bunun böyle yapmayacağına söz verdiğini anımsattığımda da, bana ödediği ders ücretine atıfta bulunarak sanki tüm bu çaba onun özgüven yapılanması ve öğretiyi kavraması çabası değilmiş gibi benim maddi çıkar sağladığımı kastetti. Burada çok varlıklı olmasına rağmen ödediği ücret için benimle limoncu gibi pazarlık ettiğini yazmıyorum bile. Ki maddiyat hep ikinci sıradadır, bilen dostlar bilir, bahsetmeye bile gerek yok. Bu büyük çirkinliği yaşattığında “ama biz arkadaşız” demesine rağmen hayatımdan sildim, böyle çirkinliklerle yaşamayı sevmediğim için…
Dediğim gibi mayıs ayından beri birkaç münferit olay yaşandı buna benzer. Az önce sabahın bu güzel saatinde, bu yağmurlu havaya bakıp sabah meditasyonu sonrası, bilgisayarımı açıp böyle tüketici şikâyet postası gibi bir yorumla karşılaşmak, bencilliğini ve kabalığını hatırlattığınız kişinin (ki en nazik dille) size sabah sabah saldırması… İyi de danışılan benim, siz size yardım etmeye çalışanı ısırıyorsanız neye dönüşüyorsunuz farkında mısınız? Beni adab-ı muaşeret hocasına dönüşdürmenizden hiç hoşlanmıyorum, ama ne yapsam da karşılaştığım budur… 

19 Ekim 2017 Perşembe

İlişkilerin Yalın Kuralı Almak ve Vermek | Savaş Çağman

Bugün, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde şiir dersimizin çok değerli hocası sevgili Abidin Emre, bir Bilge Karasu paylaşımı yaptı Facebook’ta. O kadar ilham vericiydi ki, gün boyu aklıma takılı kaldı. Çizimden ve zorunlu okumadan artan şu akşam vakti, yazmam gerektiğini düşündüm. Ustamız, gönül rehberimiz Bilge KarasuGeçmişimizi özümlemesini öğrenirsek andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri -gerektiğinde- koparabiliriz diyordu.
Andaçlarımız yani ajandalarımız ne kadar yığılı değil mi? Amaçlar, kariyer, başarı, hedefler? Bazılarımız adeta ajandamızın askeriyiz. Oysa ustamın da işaret ettiği gibi, bazen ilişkileri koparmak, kendi içsel bağlarına güvenmekten geçiyor. Manevi ihtiyaçları dâhilinde birçok yol arkadaşı ile yolum kesişiyor. Ama en başından biliyorum ki, onlar amaç tükenince uçup gidecekler. Çoğunda benim onlara yetebildiğim süreç tamamlandığında adeta ellerini sildikleri bir havlunun durumuna düşerim. Benim de hayatta belki de bir imla işaretinden öteye gidemeyen izim de bu olabilir. Burada bir bencillik yoktur. Çünkü yanında kustuğunuz kişi ile hastalığı özdeşletirebilir, bir daha o ana, o anıya dönmek istemeyebilirsiniz. Yol boyunca buna alıştım doğrusu. Bu da yaptığım hizmetin yan ürünüdür diyorum, başıma da gelmeye devam edecek. Bilir misiniz iyileşme süreçlerini asla paylaşmadığım onca insanın çoğu süreç tamam olduğunda tümden hayatımdan çıktı? Dediğim gibi illüzyona kapılmamak lazım, baştan buna hazırlıklıyım, hepsinin canı sağ olsun.
Yalnız tek bir şey var önemli olan, o da en önemli evrensel yasa; Alma-Verme Yasası. İlişkilerin türü ne olursa olsun, anne-baba, kardeş, dost, sevgili, iş ortaklığı muhakkak bu yasaya uymalıdır. Bu yasa basitçe şunu der; aldığın kadar ver, verdiğin kadar al… Çünkü bu şekilde hak yemeyiz, bu şekilde kötü karma yaratmayız. Doğanın dengesi bu şekilde kurulmuştur, bir yan ağır bastığında muhakkak rahatsızlık oluşur. Bu bir çıkar ilişkisini, her şeye fiyat biçmeyi anlatmaz, yanlış anlaşılmasın. Ne oldu şimdi karşılıksız olana? diyenleri duyuyor gibiyim. Karşılıksızlık muhakkak hizmete kendini adayanı tüketir. O kişilerin verdiği kısım karşılıksızsa kendine aldığı kısmı yaratmalıdır. Yardım veriyorsa, yardım almayı kabul etmelidir ki bu dengedir.
İlişkileri bu denge üzerine kurmak lazımdır. Bir dost sizi sadece bir şeye ihtiyacı olduğu için arayıp, sizin ihtiyaç duyduğunuzda yok mudur? Bu kişi dost mudur? Dostluk bu mudur? Alma-verme Yasası büyük bir nezakettir, manen bir karşılıktır. Uygulanmadığında sadece kabalığı oluşturur. İşte o zaman yani ustamın dediği gibi gerektiğinde, o ilişki koparılmalıdır. İşte onlar bunu küs olmak, alınganlık zanneder. Oysa bu kabalığı hayattan çıkartmaktır sadece. Ajandalarının köleleri, hayatı çok kutsayan ya da yerin dibine sokanlar, evet siz aşırı uçlar, unutmayın bir noktasınız. Bir nokta, ki tüm evren onun çevresinde dönüyor, bir nokta evet, ufacık ve önemsiz. 


13 Ekim 2017 Cuma

Fibonacci Dizisi ve Hermetik Astroloji | Savaş Çağman

Pythagoras’tan bu yana sayılar Gizemcileri ve Matematikçileri bazen birleştirmiş, bazen çatıştırmıştır. Yeni Platonculuk ile başlayan evrenin bir geometriden ibaret olduğunu savunan görüşler, harfe, sese ve sayıya özel anlamlar yüklemiştir. Evrenin kusursuz bir güzellik olarak yaratıldığını anlatan ve Rab Aşktır da diyen, Yedi Evrensel Enerji’nin altıncısı olan Venüs Işığı ile ilgili kısa bir yazı kaleme aldığımda, bu yazıyı kaleme almayı düşündüm.
Evrende ve sanatta karşımıza çıkan Altın Oran, canlı ve cansız birçok varlığın yapısında, hatta insan bedeninde bulunan kendini tekrar eden bir algoritmadır. Bu oran eski Mısırlılar ve Yunanlılar tarafından keşfedilmiş, mimaride ve sanatta uygulanmış Altın Oran, yani Fi (Φ) sayısı olarak bilinir. Matematiksel bir kavramdır ve değeri de 1,618 olarak belirtilir. Fibonacci dizisi, yani Fi, altıncı yüzyılda Hintli matematikçiler tarafından bulunmuş olan bu sayı dizisi Liber Abaci kitabında tavşanların üremesiyle ilgili problemin hesaplanması sonucu Fibonacci tarafından 1202 yılında ortaya konmuştu. Dizinin ilk sayı değeri 0, ikincisi 1 ve her ardışık elemanı da önceki iki elemanın değerinin toplamı alınarak bulunur. Bu, 0, 1, 1(1+0), 2(1+1), 3(2+1), 5(3+2), 8(5+3), 13(8+5), 21(13+8) ve bu şeklinde artarak gider… Bir Fibonacci sayısının kendinden önceki sayıya bölümünden elde edilen sonuç, 1,618’dir. Buna da Altın Oran denilir.
Biraz kitabi bilgi; Ayçiçeğinin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru tane sayılarının birbirine oranı Altın Oranı verir. Papatya Çiçeğinde, ayçiçeğinde olduğu gibi bir Altın Oran mevcuttur. İnsan Kafasında her insanın kafasında saçların çıktığı düğüm noktası denilen bir ya da birden fazla nokta vardır. İşte bu noktadan çıkan saçlar doğrusal yani dik değil; bir spiral, bir eğri yaparak çıkmaktadır. İşte bu spiralin ya da eğrinin tanjantı yani eğrilik açısı bize Altın Oranı verecektir. İnsan vücudunda Altın Oranın nerelerde görüldüğüne bakalım; boy ve bacak boyu, beden boyu ve kol altı beden boyu, tam kol boyu, boyun - parmakucu, dirsek - boğaz, parmakucu - omuz, parmakucu - dirsek, göbek - omuz, göbek - bel oranlarında gözükür. İdeal ölçülere sahip bir insan yüzünde de sayısız Altın Oran örnekleri görmek mümkündür. Mimaride, sanatta ve diğer alanlarda Mısır Piramitleri, Mona Lisa tablosu, Çam kozalağı, deniz kabuğu, salyangoz, Mimar Sinan’ın birçok eserinde bu bilgiye rastlanır.
Buraya kadar olan konu Bilimsel Matematiği ilgilendirir, Ezoterik Matematiğe ve onun alanına giren Gematria ilmine gelirsek bu diziye birçok anlam yükleyebiliriz. Kabbalah yani Yahudi Mistisizmi’ne göre 10 Sefirot ve 22 İbrani Harfi ile 32 yaratım basamağıyla Evren tamam edilmiştir. Bu 32 derece her türlü ruhani çalışmada çıkılması gereken basamaklardır. Burada tüm sayılar asal tek sayılara tek indirgenerek yorumlanır.


32nci Derece: 3.524.578 sayısına denk gelir. 0-9 tüm sayıları yazacağımız sayısal dizide; (0 1 2 3 4 5 6 7 8 9) 5 iki defa tekrar eder, 0, 1, 6 ve 9 sayısı dışında tüm sayı dizisindeki sesler burada tekrarlanır. 0 sayısı, hiç olan Ayn Sof olarak, Altay Şamanizm’inde Telkem olarak adlandırılan hiçbir varlığın olmadığı boşluktur. 1 sayısı tek olan ilk varlığı Rab’ı işaret eder, burada 0 sayısı 1 ile cisimleşir, ama özünde 0 olarak kalır, aynı Tao’nun tanımı gibi. Yani yaratılmışta hariç olan 0, 1 cisimler dünyasında Hiç Olma ve Rab olmanın hariç olduğuna işaret eder, 6 sayısı Aşk sayısıdır, o da varlıklar ile görünür, ama cisimsel değildir, salt kötülüğün yani 3 kere 3’ün olmadığı gibi. Şimdi bu sayılara Gematria uygulayalım;


Derece Toplamı: 11+22+26+25+14+19+11+22 = 150 = (2+4+8+7+5+1+2+4 = ) 33 = 6
Yukarıdan aşağı toplam: 36+33+42+39 = (150) 9+6+6+12 = 9+6+6+3 = 24 = 6

Tüm sayı toplamı 34 ve onunda küçük sayı toplamı 7 olarak bulunur. Bu evrensel 7 ışığı, yani Yedi Evrensel Enerjiyi açıklar. Bunların gezegen ışığı olarak anlatımı Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn olarak karşımıza çıkar. Canlı, cansız tüm cisim ve kavramlar bu yedi ışığın altında adlandırılabilir. Altın Oran 1618 sayısını toplarsak 16 ve 7 sayılarını elde ederiz. Gematria ile elde ettiğimiz sayıları, Hermetik Astroloji ile belirlenmiş Gezegen Işıklarının küçük sayılarına uygulayalım;


32 basamaklı dizileri hazırlanırken 8 basamağın oluşması ve bunun bazı Şaman İnançlarında 8 evrensel yol olarak adlandırılması, 8 sayısına verilen önemle başka bir gizemcilik kavramına daha işaret ediyor. Bu kavramlar evrensel ışıklara uyarlandığında, karşımıza ilginç bir hikâye çıkıyor. Bunun daha ayrıntılı çözümlenmesini konunun uzmanlarına bırakıyorum. Zaten taşı atan yankının nasıl geleceğini hiç tahmin edemez.

İyiliği Unutmak | Savaş Çağman

Koç Burcunda Dolunay beni inanılmaz huysuz, öfkeli yaptığı şu günlerde maalesef toplu taşım araçlarına binmek durumunda kaldım. Tek sevdiğim vapurdur oysa… Uzun süredir sabahları uyanabiliyorum. Bir ibretlik olsun; birlikte yaşadığınız arkadaşlara dikkat, eğer kendi yaşam anlayışları içi boş, yoz partileme kültürüyse sabah uyanmalar size haram olabilir. Evet, bazıları doğuştan junky’dir. Ben Punk’ın dibiyken bile olamadım. Sadece gözlerim fal taşı gibi açılmış biri neden meyve suyu içtiği bardağa sigara söndürür düşüne dururken tam bir yıl geçmiş. Ne kadar yorulmuşum, nedeni de iyiliği unutmuş olmak...
Çoğumuz unutmadık mı zaten? Dostlar, arkadaşlar, sevgililer, ev arkadaşları, iş arkadaşları hepsi kocaman bir kostümlü provadaymış gibi botokslu mimikler mi yapıyor size? Kötü ve bencil davranış o kadar kanıksanmış ki biri düzgün davranınca yadırgıyoruz. Dün bir dost bana taze fasulye pişirmiş. Sade, sıradan bir eylem… Ama beni şaşırttı. Sosyal temaslarımızda en steril şekilde kalıp aslında kimseye dokunmuyoruz. Evet, bildiğim taze fasulye zeytinyağlısı, ama hala şoktayım. Çünkü iyiliği unutmuşum; bir karşılık beklemeden davranmayı. Arkamda bıraktığım şu bir yıla terastan Süreyya Operasının sırtına bakarak dalıp gidiyorum. Her canım dediğimde, canın çıksın denilmeye o kadar alışmışım ki… Birlikte çalıştığınız, birlikte yaşadığınız insanlar çok önemli dostlar, onları iyi seçin, çünkü bu seçim iyi yapılmazsa kendi cehenneminizi kendiniz inşa ediyorsunuz demektir. Bu öğüt de en çok kendime verdiğim bir öğüt... Rab en çok bana beni anımsat, kendini bilmezden uzak kıl...


12 Ekim 2017 Perşembe

Ton Hakkında Serbest Çağrışımlar | Savaş Çağman

Uzun yıllar karşıma çok çıkan, hatta bir keresinde işten ayrılmama neden olan şu “Kızılderililer Türk’tür” tartışması ile uğraştım. Tüm Kuzey Aysa halkları ile kültürel öğe benzeşmesi dışında Amerikan Yerlileri (Kızılderililer) ile Sayan-Altay toplumları veya diğer Türk Halkları arasında bir bağ göremedim. Şimdi buna Q Haplogrup ile genetik bazı doğrulayıcı kanıtlar gelmiş olsa da tartışma sürüyor gidiyor. Öncelikle Kızılderili Dilleri diye bir şey yok çünkü kıtada 500’ü aşkın dil ve 25 dil ailesinden söz edebiliyoruz. Bu dil ailelerin de birbiriyle alakası Dravid dili olan Tamilce ile Ural-Altay dili olan Estonca ne kadar yakınsa o kadar yakın.
Neredeyse tüm Amerikan Yerli Dilleri fonolojik olarak ve dilbilgisi olarak Ural-Altay dillerine benzemese de, en önemli ayrım Tonlu Diller sınıfında oluşu, yani aynı Çin-Tibet ve bazı Afrika Dillerinde olduğu gibi.
Ton nedir? Ortak kelimeleri ayırmak için onlara belirli müzikal bir tını vermek diyebiliriz en basit biçimi ile. Tek heceli Çince’nin bir müziği anımsatan ritmini hepimiz biliriz. Çincede bir kelimeyi tamamen farklı bir anlama götüren 4 ton bulunmaktadır. Bu tonlar; bas, tiz, düşen ve yükselen şeklindedir ve kelimeleri vurgulu hale getirir.
Bu çok eş anlamlı olma durumu Klasik Çin Edebiyatında, kimsede olmayan bir söz oyunu yapma sanatını da doğurmuştu. Yuen Ren Chao (1892–1982) ismindeki Çinli şair, Klasik Çince kaleme aldığı “Bay Shi’nin Aslan Tarafından Yenilmesinin Hikâyesi” isimli eserinde 92 karakterle bir pasaj kurdu ve bu tüm kelimeler shi sesini verecek şekilde tasarladı. Bu eserde, “Aslan şairi taş kulübede yedi” kelimesinin Çince yazılışı施氏食獅史 iken, bu “Shī Shì shí shī shǐ” olarak okunmaktaydı. Çince’nin içerdiği tüm tonları kullanarak kurulan bu tümce, sadece ton değişerek her şeyin değiştiğine çok güzel bir örnektir. Bu özellik şu an konuşulan Amerikan Yerli Dilleri ve Çin-Tibet dillerinde devam eder, ama tarihin hiçbir devrinde bir Ural-Altay dillerinde görülmemiştir.


2 Ekim 2017 Pazartesi

Gutai Hareketi ve Fluxus | Savaş Çağman

Ülkemde son yıllarda Sanatbazlığına süslü kılıflar arayanlar, sıkça Fluxus, Dada, Non-Art, Non-Music gibi kavramların sosu altında kokmuş etlerini müşterilerine pazarlama telaşında… Onlara Töz’den, yani manevi kökün değerinden, sanatın değiştirici özelliğinden söz ettiğimde anlamadıklarını gördüm. Çünkü şia edindikleri Batı Çağdaş Akımları ve Avangart, Töz’den ve kısacası manevi güçten ibaret Doğu Asya’nın kötü replikalarından öteye gitmediği içindi. Hoş burası fotokopi bir kültür olduğu için, son seksen yıldır şark çıbanlarını Paris fondötenleri ile kapatıp o bitmek bilmez yapmacılığıyla devam eden kostümlü provanın düşünsel travestileri oldukları için; aslında şu Sanatbazların sahteliklerine hiç de şaşırmamak lazım.
Yirminci yüzyılın başında anlatıcı sanat yerini, ruhçözümleyici, konusu insan olan bir eğilime bıraktı. Ama Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımları özellikle ikincisinde kişinin yok olması, figürün ölümü ile karşılaştı. Sonsuz soyutlamalar bizi Neolitik Çağ insanının, Asya’nın veya İlkellerin Soyutlamacı, Bezemeci anlayışına götürdü. Bu anlatım ilk katılım savaşında Dada, müzikte Serializm gibi akımlara yönelirken. 1960’larda bir Yeni Dada tekrarı gibi karşımıza çıkan Fluxus oldu. Ama burada gizli bir tarihe, başka bir öncel olarak Gutai Hareketi’ne bir göz atmamız gerekiyor.
Gutai Grubu (具体美術協会 Gutai Bijutsu Kyōkai) Japonya’da İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk köktenci sanat grubuydu. 1954 yılında, Osaka’lı ressam Jiro Yoshihara önderliğinde dönemim sanatsal bağlamına ve bağlantılarına bir reaksiyon olarak başladı. Kökenden tamamen kopma eğilimi gibi görülse de Gutai, vücut ve cisim arasındaki ilişkiyi araştırırken son derece manevi olan Zen Geleneği’nin hareket kuramlarından yararlandı ve bir dizi keşifte bulundu. Gutai, özellikle birçok yayın aracını kullanarak, büyük ölçekli işlerinde, performanslarda ve tiyatro etkinliklerinde özgünlük arayışı içinde vücut ve madde arasındaki ilişkiyi vurguladı. Gutai Hareketi, geleneksel sanat stillerini performatif aciliyet lehine reddetti.
Shozo Shimamoto ve Jiro Yoshihara, 1954'te Gutai'yi birlikte kurdu ve Gutai adını öneren Shimamoto idi. Gu (), anlam ifade aracı, ölçütler veya bir şeyler yapma biçimini, “vermek, sağlamak, sahip çıkmak, sahip olmak” fiilini anlatırken, ikinci sözcük Tai () beden, sağlık, form ve biçimi ifade etmekteydi. Bu iki soyut karakter sanatın merkezinin insan bedeni, haline getirirken nükleer yıkım sonrası hayatın ve cesedin anlamsızlığı, manevi köke yönelmeyi hızlandırmıştı. Bu kavramları Yoshihara bunu "uygulama" ve "somutlama" olarak değerlendiriyor. Grup resmi olarak bu tarihlerden sonra Gutai Bijutsu Kyōkai (Gutai Sanat Derneği) olarak bilinmeye başladı ve bu sanat grubu, sanatın vücut, madde, zaman ve mekân arasındaki ilişkilere dikkat çekerek yeni kavramlar bulması için hayal gücüne meydan okudu.
İşgal Japonya’sında zorunlu sanat değişim programları ile 1951'den hemen sonra San Francisco Antlaşması ile Japonya’nın Batılı Müttefikleri arasında işbirliği arttı ve Gutai kısa sürede denizaşırı ülkelerde sergiler açmaya başladı. Yeni oluşan fikirlerle, doğu ve batı kültürünün yanı sıra modern ve geleneksel birleşerek yeni sanat formları yaratmak için bir düşünsel taban oluşturuldu. Yoshihara'nın ana odak noktası sanat dünyasında, Japon geleneği ile tanınmayı sağladı. 1952-1957 arasında Fransız sanat eleştirmeni Michel Tapié ile Avrupa’da Gutai tanınmaya başlandı, grup daha sonra Yoshihara'nın çabaları ile Jackson Pollock gibi sanatçılarla iletişim kurdu. 1963'de Solomon R. Guggenheim Müzesi'nin küratörü Lawrence Alloway'ın, sanatının evrenselliğini örneklendirmek ve kendi kültürünün özgüllüğüne hayran olmak için gösterisinde Gutai sanatını seçmesini sundu. Gutai sanat performans ve resim özelliklerine meydan okuyor ve ikisinin karmaşık bir karışımı olarak basitleştirilebilir.
Bu özgün ruh, Beuys’ün herkes aslında sanatçıdır, önerisi, Batı’da yükselen Yeni Dada, Non-Art akımı ile kendini göstermeye başladı ama sonradan Fluxus olarak evrilen bu akımlarda Gutai’nin çok önemli katkıları, öncel fikirleri mevcuttu. Peki, bu son derece manevi köklü derinlerde olan Gutai’nin, Fluxus ile bu köklerden arındırıldığı ve sonrasının sadece parodi ve pastişe dönüşen Batı Çağdaş Sanatı’nın Sanatbazlığına zemin hazırladığını söylemek mümkün müdür? Abramowitz’in bir tür Lady Gaga’ya dönüştüğü şu son hallere bakarsak, evet belki de işte tam da böyledir… Batı’da biri öksürse buradakilerin verem olduğunu işin içine katarsak, kültürel kostümlü provasını, gösteri ve teşhirci fantezisini, batı-doğu ortasında kamış o hilkat garibesi ruh halini anlamak, sunulanında sadece Sanat Öldü sloganını desteklediğini görmek, hiç de şaşırtıcı değil. Ama ne yazık sanat ölünce geriye kalanın bir Sirk Gösterisinden ibaret olduğunu da acı acı gülümseyerek izliyoruz. Manevi Kökleri Gutai mi? Çoğu zaman parodiden biçilmiş, karahindiba poleni gibi dağılan Fluxus mu denilince, benim yüzüm hep Gutai’nin ışığına dönüyor. Çünkü ben ressam değilim, sanatçıyım diyen bu akımın izleri, sanatın sınırları konusunda son derece ilham verici…


29 Eylül 2017 Cuma

Sanatbazlık Mı? Sanatşinaslık Mı? | Savaş Çağman

Sanat, sanat ah sanat! İnsanların dilinde epriyip duruyor. İsmimizin önüne yazar, ressam, heykeltıraş yazıyoruz, ama aslında sanatkârız, sanatçıyız, alt başlıklarından bağımsız olarak. Sanat erbabı hangi konuda olursa olsun malzemesini değişse de sanat üretendir. Bir refleks olarak sanat üretenlerin hem yazdığını, hem çizdiğini, hem müzikle uğraştığını görüyoruz şu an çağdaş sanat arenasında. Bir ressamın aynı anda enstalasyon yapması, video üretmesi ve heykel yapması da ondan bekleniyor. Neden? Çünkü contemporar yani çağcıl/çağdaş sanat içinde sanatsever, sanatçının yolculuğunu görmekten haz alıyor. Sanatçı da beden, ses, boya, katı cisimsel materyal, teknolojik ve yahut sadece kavramdan materyalden biçtiği sanatını sunarken, deneyimini de deneyimletiyor.
Gelelim Sanatbazlar’a, hem dünyada hem ülkemde onlardan çok var. Ayırdına varmak çok kolay bir Sanatbaz’ın. Nasıl mı? Ürünüyle değil kişiliği ile mi gürültü koparmaya çalışıyor? Ona sanatı sorulduğunda Pazar çığırtkanı veya bir komedyen gibi mi davranıyor? Popüler olmayı, Star gibi davranmayı mı önemsiyor? Malzemesini deneyimlemiş sanat tarihi içinde bir kesitten kopyalamış mı? Sadece bir sanatsal alanda mı üretim yapıyor? Taklitçi mi? İstifçi mi? Özgün mü? Sanatla gözbağı, hokkabazlık yapan mı? Aynı cambaz kelimesinin çözümünde, özünde canıyla oynayan tanıtı olduğu gibi sanatla oynayan mı?
Sanatşinas olmak, duygu olarak hep sanat aşığı olarak, onu tanıyan bilen, ona değer veren kelime anlamının dışında Sanatçı ve Sanatbaz olandan hariç bir durumu da anlatmakta. Sanatın içi boşaltılmış, anlamsızlaştırılmış, bir apolete veya gösteriye dönüştürülmüş halin değil, onun manevi köklerini, tözünü, değiştiren ve kuran yanlarını öne geçiren heveslilerinin çoğalması dileğiyle Sanatşinas olmaya devam etmeyi umuyorum. 


20 Eylül 2017 Çarşamba

Dastan | Savaş Çağman

Bir halkın tarihine, oluşuna, DNA kodlarına kadar işlemiş kültür mirasından habersiz, hala diline pelesenk olmuş, günlük hayatında yaşattığı geçmişten bihaber, genel geçer siyasi olaylar vuku bulurken ağzından salyalar saçarak neler neler yaptığına hala tanık oluyoruz. Arakan Sorunu patlak verdiğinde, bu güne kadar hiç var olmayan bir Budizm düşmanlığı oluşturuldu. Ermeni düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığı derken bir de şimdi listeye bu eklendi. Birinin Buddha heykelini terlikle dövdüğü bir viral halen Youtube’ta dönüp duruyor. Ama ne yazıktır ki Türklerin en eski edebiyat metinlerini üretmiş Çısuya Tutung, ya da muhteşem Ki-Ki’nin Türk Budistleri olduğu, bu dinin Türklerin en eski örgütlü dini olduğunu, hatta hala bazı Türk toplumlarının bu dinde olduğunu bilmiyor. Diyeceksiniz ki, “aman geçmiş olmuş bitmiş, bize ne ki Budizm’den, şimdi bırakmışız, Müslüman olmuşuz,” ben de diyeceğim ki, hala kültürümüz içinde izleri var ve hala yaşıyor. Mesela hayvanların yuvalarını bozmamak, eşiğe basmamak, üçlemek diyerek bir şeyi üç kez tekrar etmek bunlar işte o eski Türk Budizm’inden bize miras kalanlar. Ama bir tanesi var ki, hepimiz onunla büyüdük. Bu ezbere bildiğimiz tek ninni “Dandini dandini dastana, develer girmiş bostana…” diye başlar. Malum develer Fergana’ya uğrayan İpek Yolu’nun kervanlarında, Budist olan Türkler vejetaryen olduğu için Han’ın buyruğu ile çobanlar bostancılığa başlamış ortaçağda, o bostan işte o bostan. “Dan din” sesi çanı anımsatıyor değil mi? Davet için Budist Tapınaklarında üç kere çalınır. Diyeceksiniz ki ne ilgisi var, var kardeşim var, Dastan kelimesi Teleütçe, Sayan-Altay bölgesinde ve ortaçağda Türk Budist tapınaklarına verilen isim. Yani, çan çalındı hadi Dastan’a git, ama dikkat et boş bıraktığın bostana İpek Yolu kervanından deve dadanmasın, çünkü o sebzeler öğle yemeğin. Bu çok ama çok eski ninniyle büyümüşsün Buddha heykelini terlikle dövsen de bu senin DNA kodunda hala yaşıyor, atalarını üzme, eli silahlı teröriste refleks ile saldıran bir zalim devlete de Budizm inancını kötülemek için iftira atma, aslını bilmeyen çünkü başkasının silik bir fotokopisi olur…

15 Eylül 2017 Cuma

Papus’e Göre Yükselen Burç ve Fiziksel Özellikler | Savaş Çağman

Papus bir önceki yüzyılın en önemli Hermetik Astroloğu desek yeridir. Ptoleme’den ve Lilly’den bu yana aktarılan Kadim Astroloji geleneğinin devamı olan Papus, özellikle Astroloji ile uğraşanlar için büyük sorun taşıyan Yükselen Burç meselesine gelenekten süzülen bir bilgi ile yaklaşır. Yükselen Burç, bizim doğum haritamızda doğum saatimiz ile belirlenen ve Birinci Evi teşkil ettiği için tüm haritayı şekillendiren bir veridir. Bu veri olmadan çok da doğru bir sonuç elde edilemez, ama danışanların fiziksel özellikleri ve en azından gündüz mü gece mi doğduğunu tayin etmek işi kolaylaştırır. Papus sıra ile Yükselen Burç konumlarının verdiği fiziksel özellikleri sıralamakta;
Koç Burcu yükselen burç konumunda kişiye; heybetli olmamakla birlikte kuvvetli atletik bir beden verir, kadınlarda ise bu özellik Erkek Fatma dediğimiz tipleme ile karşımıza çıkar. Yükselen Koç, orta boylu, uzun yüzlü, kaşları kalın kişilerdir. Boyun hayli uzun, belirgin ve köşeli çeneleri kuvvetli gözükür. Yükselen Koç’ta ten esmere yaklaşır. Yine Koç yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine daha cesur, istekli, korkusuz, inatçı, kavgacı, vakur olma özelliklerini ekler.
Boğa Burcu yükselen burç konumunda kişiye; orta bir boy, kuvvetli ve biçimli bir beden, geniş bir alın, kısa kalın boğa gibi boyun verir. Yükselen Boğa’da koyu renk saçlar, donuk bir ten ve hayli bir geniş ağız olarak yüzde belirginleşir. Bu kişiler yükselen burç konumu Boğa ile geleneksel, alışkanlıklarına ve rahatına düşkün, eli açık, para tutamaz, oyuna ve kazanmaya düşkün, iddiacı biraz soğuk ve kapalı, yeme içmeye düşkün, kolay öfkelenmez ama kızarsa dağları devirecek bir mizaç verir.
İkizler Burcu yükselen burç konumunda kişiye; kuru, uzun ve düz bir beden verir, bu kişiler konuma açıya göre çok uzun boylu olabilirler. Yüzleri uzun, ten pembe, saçlar kumral ya da koyu renk, gözler kahve ya da gri olacaktır, zekâları gözlerinden gözüken dili tatlı, ikna edici, çapkın bakışlı kişilerdir. Bu keskin bakışlı İkizler Burcu yükselen burç konumunda kişiye ana burcu özellikleri yanında hızlı, hareketli, uçucu, flört seven ve vefasız olma özellikleri de eklenecektir.
Yengeç Burcu yükselen burç konumunda kişiye; orta bir boy, beden üst kısım alt kısımdan daha genişi olduğu bir yapı verir. Yüzü küçük ve yuvarlaktır, ten soluk ve hassas olur, saçlar kahve ve genelde gözler küçük düşünceli ve gr renkte olabilir. Yine Yengeç yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine daha ılımlı, erkekse biraz daha huysuz, konuşkan uzlaşmacı, hoş, pasif-agresif olma özelliklerini ekler.
Aslan Burcu yükselen burç konumunda kişiye; oldukça hoş, geniş bir beden, orta boy, cüsseli, havalı, omuzları geniş olma gibi fiziksel özellik verir. Bu kişiler saçlarına önem gösterir veya uzatma eğilimdedir. Gözler büyük ve belirgin, yüz oval, ten kızılımsı, saçlar açık renk ya da kızıl olacaktır. Aslan yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine yüksek ruhlu, kararalı, gururlu, cömert, yönetmekten hoşlanan, onurlu, tutuklu olma özelliklerini de ekleyecektir.
Başak Burcu yükselen burç konumunda kişiye; orta cüsseli beden, çok zarif ve sıkı esmer bir ten verir. Yüz hatları geometrik, şekilli ve sağlıklı bir havaları vardır. Bu kişiler çok zeki çalışkan ve mizahi olurlar. Başak yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine düzenli, sağlığına dikkatli, tertipli, düzenden hoşlanan, iyi ve süssüz olma özelliklerini de ekleyecektir.
Terazi Burcu yükselen burç konumunda kişiye; uzun zarif bir beden, kusursuz güzel saçlar, anlamlı ve zarif bir yüz verir. Bu kişiler genelde kahverengi saçlı, mavi ışıltılı gözlere sahip olurlar, açık renk gözleri olmasa da çok hoş bakışlıdırlar. Terazi yükselen burç olduğunda bu kişi ince şeffaf tenli, mizacı soylu ve dostane, iyi yüksek düşünceli, güzelliğe hayran olan bir kişilik olur. 
Akrep Burcu yükselen burç konumunda kişiye; kuvvetli ve hayli yapılı bir boy verir, cüsselidir veya şişmanlamaya meyillidir, esmerce kızıl bir teni, koyu saçları olur. En belirgin özellikleri kartal gibi burun şekilleri veya sert hatlarıdır. Akrep yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine kızgın, gururlu, içine kapanık, kendi kendine, inzivaya çekilen, ağzı oldukça sıkı, düşünceli ve bireysel olma özelliklerini de katacaktır.
Yay Burcu yükselen burç konumunda kişiye; genelde erkekse yakışıklı, kadınsa çok güzel olur. Hatları oldukça alışıla gelmişten farklı ve yabancı milletlerden kişilere benzer. Yay yükselen konumu, ortada uzun boylu, kozmopolit gözüken, kanlı canlı, oval yüzlü, şişmanlamaya ve ya kas yapmaya meyilli, parlak saç renkli, aydınlık gözlü kişilerdir. Yay yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine tez canlı, aceleci, buyurgan, sebat etmeyen, neşeli, özgür olma özelliklerini de dâhil edecektir.
Oğlak Burcu yükselen burç konumunda kişiye; orta cüsseli, oranlanmış ya da çelimsiz rastgele bir hat verir. Bu kişiler çocukken “büyümüşte küçülmüş” veya her yaşta yaşlı ruhlu kişilerdir. Oğlak Burcu yükselen burç konumunda uzun sivri çeneli, melankolik, kapalı, dar omuzlu, gözleri küçük delici fiziksel özellikler verir. Bu burçta yükselenler ana burçlarının özelliği dışında çok çalışkan, işinde azimli, işkolik kişiler olurlar.
Kova Burcu yükselen burç konumunda kişiye; orta boylu, biçimli, sağlıklı görünüm, olumlu berrak, kanlı canlı, sarı veya kahverengi, bazılarında daha koyu kahverengi saçlar verir. Kova yükselen burç konumunda dış görünümü etkileyici, edalı, flört seven, arkadaşlarına çok önem veren, sevecen, iyi tabiatlı özellikler de verir.
Balık Burcu yükselen burç konumunda kişiye; kısa kemikli bir beden, kahverengi saçlar, soluk bir ten, nemli sulu gözler verir. Bu kişilerin genelde Ay gibi ve küçük yüzleri olur. Balık yükselen burç olduğunda kişi ana burcu özelliklerine olumsuz, karamsar, çekimser, çekingen, hareketsiz, zararsız, dostlardan kolay etkilenen özellikleri de dâhil eder.

25 Temmuz 2017 Salı

Töz | Savaş Çağman

Asya’nın orta yeri Sayan-Altay bölgesinde günümüz Türkçesindeki anlamından biraz daha farklı kullanılan Töz kelimesi, şu aralar yine yoğun bir Nikolay Şodoyev okuması yaparken aklıma takılıp duruyor. Bu bilge adamın kullandığı şekliyle Töz, manevi kökler anlamına geliyordu. Manevi kökler bir eylemi, bir ürünü, bir sözü daha dokulu hale getiren çok önemli bir kavram bence. Ve ne yazık ki Türkiye’de birçok Modern Sanat veya Deneysel Müzik işinin bu manevi kökten yoksunluğu onu bir blöfe, tırnak içinde cool olmak için yapılan boş bir uğraşa, sanatla yalan söylemeye dönüştüğünü de yazmadan edemeyeceğim.
Verimli topraklarda yetişen bitki veya ormanlara baksak da, bazen verimsiz topraklardan da ürün almak mümkündür, yeter ki bu konuda açık fikirli olunabilsin. Bakınız İsrail’in yeşerttiği çöllük arazilere veya bir hektardan üç tür ürün almaya odaklı tarım anlayışına. Yani iklim düşmanınız, elinizdeki malzeme ayak bağınız bile olsa siz bunu avantaja dönüştürebilirsiniz.
Uzun uzun köksüzlüğümüz hakkında dem vurmayacağım, malum bunu hepimiz biliyoruz. Devamlı müdahale edilen bir tarihselliğimiz var. Tarihsel kesintiler, zaten kısıtlı olan tecrübenin aktarılmaması bu kopukluğu ve tarihsel yanılma algısını güçlendiriyor.
1750’lerden başlayan ülkemin batılılaşma hareketi, Genç Cumhuriyet ile neredeyse sosyal bir deneye dönüşürken, şekilci, içi boş bir eğileme de gebe kaldı. O dönemde, birçok evrensel kültür ile bütünleşmiş münevver varken, bir yandan kaçınılmaz şekilde Mon Cher karikatürleri de türemişti. Ama şaşırmayalım, entelejansiya Farsça’dan anekdot gevelerken bunun yerine artık Fransızca’yı katık ediyordu artık, eğilimde değişen bir şey pek yoktu.
Batılılaşma ya da İnsanlığın Ortak Evrensel Mirası ve Deneyimi ile bütünleşme Ortadoğu’da naif bir safdillikle parmakları çaprazlama olduğu, şu an ülkemizdeki durumla hepimiz biraz olsun artık anlıyoruz; göle maya çalındı, ya tutarsa… Bunun sonunda Mon Cher karikatürleri daha çok İngiliz Kolonisinde büyümüş Bangladeşli ruh hali ile hayali bir tarihin ürünü He-Man milliyetçisi arasında gidip gelen bir hal aldı. Ecnebiler yapar biz yapamayız ile Bir Türk dünyaya bedel sloganı arasında sıkıştık kaldık; bu da sanata yansıdı ve yansımaya da devam ediyor. Bu abartılmış Eril-Milliyetçilik ile Üçüncü Dünyalı Aşağılık Kompleksinin kimseye bir yararı dokunmadığını da uzun uzun yazmaya gerek duymuyorum.
Bu tozun dumanın içinde birileri, birilerimiz sanat yapmaya çabalıyoruz değil mi? Ama Evrensel Kültürle bütünleştiğini iddia eden ama Töz’den muaf işlerle karşı karşıyayız. Manevi Kök derken dini, ideolojik veya anlamı daha daraltılmış bir Kök’ten bahsetmiyorum. Yeter ki o manevi kökünüzle ilgili bağınız samimi olsun; Cinsel Kimlik, Sol, Feminizm, Anarşi, Punk, Fluxus ya da yerel kültür, bunların bir önemi yok hepsi sizin manevi kökünüz olabilir. Mühim olan o manevi kök sizin şifanız mı aynı zamanda? Yaptığı kumaş yerleştirmeyi kadının kesilmiş dili veya bir kanayan yara olarak vajina olduğunu anlatan Feminist bir kadın sanatçıyı dehşetle anımsıyorum. Bedenine bu kadar olumsuz bakan bu hastalıklı halden nasıl şifa veren bir sanatın çıkabileceğinden bahsedebiliriz. Hani sanat Katharsis idi? Hani şifa verirdi, hani kitleleri değiştirebilirdi? Bu olumsuzlukla daha da hasta bir toplum inşa etmek artık Modern Sanat olarak mı adlandırılıyor? Bence sanatın işlevine biraz daha odaklanmalıyız… Hele ki göçüğün altında kuşakların kaldığı şu dönemde…
Peki, sapla saman nasıl ayrılır? Bir işin manevi kökten muaflığı yarattığı goy goy, çıkardığı gürültü, modaya veya o dönemin siyasi eğilimine kurban verilmesiyle hemen kendini gösterir. Aynı Gezi sonrası, hazır gıda kültürüne teslim edilen Veganlık gibi. Nasıl hayatın kaynağı bedense, sanatın da kaynağı tam işte orasıdır, iki göğüs kafesinin arası yani kalbiniz. Tüm o bilgi yüklerimiz omzumuzda olsun, lakin kalbin size ne söylediğini de unutmayın. Medya size bir sanatçıyı şişirip sunabilir. Oysa iki gözünü, en önemlisi kalbiniz var. Bazıları hakkında konuşamıyor muyuz? Bazı kutsal isimlere dokunamıyor muyuz? Eh artık söylemenin vakti geldi. Çünkü Modern Sanat, Deneysel Müzik sizin defacto, yaptım oldu alanınız değildir hanımlar, beyler! Evren Ortak İnsanlık Mirasının yüzyıllarca deneyim biriktirdiği, estetik oluşturduğu, milimi milimine tanımlanmış bir alandır; sizin sunduğunuz gibi bir muamma değildir. Bir sanatçı sanatını tanıtlayamıyorsa, yani kendi geometri dünyasını ve kavramlarını sabit bir biçimde açıklayamıyorsa, orada sadece blöf vardır. Sanatını bir muamma veya kuralsız bir özgürlük alanı olarak adlandıranlar yalanlarını söyleye dursun, ben ülkemden çıkan gerçek sanatçılarla hep övünmeye devam edeceğim. Zaten o sanatçılar sınırları aşıp başkalarına ulaşmış, buranın yerel Deve Güreşi tadında sanat ortamıyla da pek haşır neşir değil…
Eğer üretiminizde veya yaşam biçiminizde manevi bir kök yoksa her eylem sadece bir poz vermeye dönüşür. Gençliğinde uyguladığı Martin Degville fotokopisi Drag Queen’liği Punk olmak sanan şimdinin pek bir cafcaflı sanatçısının, bir dergide sorulan soru üstüne işini hiçbir ibare olmamasına rağmen çok siyasi ve cinsiyetçilik karşıtı iş olarak göstermeye çabalayan o röportajı anımsıyorum; süslü laflar, tribünlere oynayan bir beyaz Türk siyasiliği, kısaca boş laf... Zatı muhterem eğer bahsettiği şeyler resminde olsaydı bunun dört yaşında bir çocuk tarafından bile algılanabilirdi, çünkü sanatın bir de böyle yalın bir yanı var, biz unutsak bile. Bu bana sadece, ülkemde, sanatla yalan söylemenin adetten olduğunu çağrıştırıyor. Zaten bu ülkede sanat eleştirisinin ay çok beğendim, harika olmuş ile sınırlandığını da anımsıyorum bir yandan. Eh keçinin olmadığı yerde koyuna Monsieur Abdurrahman deme halleri, acı acı gülümsüyorum. Töz, Sayan-Altay’ın beni sarsan bir kavramı; manevi köklere, bizi biz yapan tüm deneyimlere sahip çıkıp bununla sanat üretilmesi gereğini de anımsatan bir kavram...


20 Temmuz 2017 Perşembe

Çağdaş Müzik Zibidileri | Savaş Çağman

Ayranım ekşi diyemeyenler Ekşisözlük’te bir sürek avına çıktı şu son on ay. Önceleri işin rengi latife kıvamında ve masumdu. Sonra işin rengi topuktan vururum, yok darp ederim, yok senin ta ananı halini aldı. Ne hoş değil mi entelektüel bu sol kanat bireyler arasındaki bu seviye?
Olayın başlangıcı Ekşisözlük’ün bir adeti üzerine mahlasla yazma şeklinde idi. Biri veya birileri buna takmış vay ortaya çıksın, vay kendini belli etsin, falan. Bu sosyal mecrada kim bu güne dek kendini açık etti? Kim adını açıkladı da siz bunu istiyorsunuz? Ayrıca buradaki amaç ne? Söyleyeyim, bu kişiyi belirleyip sonra onu müzik aleminden silene dek elinden geleni arkaya koymamak. Peki, bu kişinin suçu ne? Birilerinin müzik diye yaptığı kepazeliğe, hiç süslemeden kepazelik demek. Pardon da, şimdi ben de aynını yazıyorum; siz müzik yalancısısınız, yeteneksizsiniz, ayrıca magandasınız
Ha, alenen yazmak mı gerekiyor kim olduğunuzu? Onun da zamanı gelecek, eğer uslanmazsanız. Bugüne kadar siz Çağdaş Müzik Zibidilerini bir kez bile yazmadım, çünkü yazılmaya değer bir ürününüz yoktu. İsim vermeden, gönül kırmadan bahsettim, belki insan olmayı seçerseniz de, kendinize gelirsiniz de, güzel bir ufka doğru birlikte yürürüz diye. Neden biliyor musunuz? Çünkü hep bu ülkede yepyeni gelen nesille bu işlerin yükseleceğine inandığım için. Hep ayağıma çelme takarken siz, ben kolunuza girmeye çalıştığım için. Çünkü tüm zibidiliğinize, magandalığınıza rağmen sizi bir değer gördüğüm için. Gelişebileceğinize (ki hepimiz gelişiyoruz evrenin yasası dahilinde), doğruyu bulacağınıza, şu sulu zırtlak yerellikten çıkıp ürünlerinizle evrenselleşeceğinize salak gibi inandığım için...
Buradan alenen şunu söylüyorum, sizin o aylardır yürüttüğünüz linç kampanyası yüzünden eğer ekşisözlük’teki eleştiriler son bulursa bu blog’tan isim vererek, tarih vererek, screen shot’ları yayımlayarak yaptığınız her rezilliği teker teker ifşa edeceğim. Eteğinde taş biriken bir siz değilsiniz… Emin olun o taşları dökmek heyelana neden olacak…

25 Haziran 2017 Pazar

Almanya’daki Türkler | Savaş Çağman

Almanya’daki Türkler | Misafir İşçilikten Ulusötesi Bağların Oluşumuna Geçiş Süreci, Birsen Şahin’in Phoenix Yayınevinden 2010’da yayımlanan kitabı. Dünya’daki nüfusa vurulduğu zaman göç hareketleri konusunda Çin, ikinci sırada Hindistan, üçüncü sırada İsrail, dördüncü sırada ise Türkiye gelmektedir. Almanya’ya göç tarihi 50nci yılına gelmiştir. Kitap birçok nedeni araştırırken özellikle konumuz için önemli olan Türk işçilerin Almanya’da kalma nedenlerine de değinmektedir. Bu konuda etnik-market yani yerel ürünlerin satıldığı pazarların Almanya ekonomisi ve Türkler için anlamı üzerinde de durulmuştur. Kitapta Almanya’ya göç beş aşamada anlatılır;

● 1956’lı yıllar: Bireysel girişimciler ve özel aracılar
● 1960’lı yıllar: İkili anlaşmalara dayanarak devletlerarası artan işgücü ihracı
● 1970’li yıllar: Ekonomik kriz, yabancı işçi alımının durdurulması, turist göçmenlere yasal statü kazandırılması, aile birleşimleri
●1980’li yıllar: Çocuk eğitim sorunları, getto yaşamı, dernekleşme hareketleri, sığınma isteklerinin artması, vize zorunluluğu, dönüş özendiren yasalar
● 1990’lı yıllar: Yabancılar yasası, yabancıların kimlik kazanması, artan yabancı düşmanlığı, etnik işletmelerin çoğalması, etnik ve dinsel faaliyetlerin yaygınlık kazanması, siyasal hakların istenmesi.  

Etnik-market uygulaması sadece döner dükkânları ile sınırlı değil. Bunun yanında TV yayınları başlamadan önce Türk filmlerinin video olarak pazarlanması ve müzik kasetleri Almanya’daki Türkler için önemli bir pazarı oluşturur. Almanya’daki Türkler ilkin özellikle Türkiye’ye yatım yapma eğilimde olsalar da sonradan Almanya’da mülk edinme durumu daha yaygınlık kazanmıştır.
1999 yılında Almanya’da doğan yabancı ailelerin çocuklarına vatandaşlık hakkı düzenlemesi yapılmış, buna göre anne-babasının herhangi biri Alman vatandaşı olanların otomatikman Alman vatandaşı olabilme ya da 18 yaşına geldiğinde kendi tercihini yapabilme hakkı verilmiştir. (Vatandaşlıkla ilgili yasal ayrıntılar s.45-47’dedir, istisnai durumlar da belirtilmiştir)
Almanya’daki Türklerin asimile olmama sebeplerinden biri de akrabalık bağlarıdır. Kitapta Almanya’daki Türklerin kuşaklar arasında dil kullanımı olarak Almanca-Türkçe karışık bir kama dili 2nci kuşaktan itibaren tercih ettikleri görülmektedir. İlk kuşak özellikle dil bilmenin Almanya için anahtar olduğunu düşündüğü için, hemen çocuklarının hızla Almanca konuşmaya özendirmiştir.
Almanya’daki Türkler arasında, görücü usulü evlilik yapanların oranı %54 tanışarak evlenenlerin sayısı ise %46 olarak hesaplanmıştır. Evlilikte yabancı eş seçimine %64 hayır olmaz derken, Alman bayanla evlenmeye biraz daha sıcak bakılmakta, ama ilerde Türkiye’ye geri göçte bu Alman kızın aile ile gelmeyeceği korkusu vardır. Din ve cenaze gibi işlerde bir fark ortaya çıkar ve aile dağılır endişesi oldukça güçlüdür.
Türk toplumunun %80 eğer koşullar bir gün uygun olursa Türkiye’ye geri dönerim demesine rağmen aslında geri dönme oranı oldukça düşüktür. Birinci kuşağın dönme nedeni vatan hasreti, kendini ait hissedememe şeklindeyken, İkinci kuşağınki vatan hasreti, kendini ait hissedememe, iklim hava koşulları ve ırkçılık olarak görülür. Üçüncü kuşakta ise nedenler; iklim hava koşulları, ırkçılık, daha iyi yaşam koşulları bulmak şeklindedir. Almanya’da kalma nedenleri; Birinci kuşak için ekonomik koşullar, çocuk ve torunlar başta olmak üzere, sağlık imkânları ve hayat koşulları yasaların düzenli olması şeklindedir. İkinci kuşak; ekonomik koşullar, çocuk ve torunlar, sağlık imkânları ve hayat koşulları yasaların düzenli olması yanında haklarını öldürmemek için Almanya’da kalmaktadır. Üçüncü kuşak ise; sağlık imkânları, hayat koşulları yasaların düzenli olması ve ekonomik koşulları daha önemsemektedir.
Birinci kuşakta çocuklarını okutmak konusunda önemli bir eğilim gözlemlenmektedir. Bunun yanında Almanya’daki Türk işçiler hem Almanya hem de Türkiye’den emeklilik hakkı alma yoluna gitmektedir. 2nci ve 3ncü nesil de tersine beyin göçü yaşar; yetişmiş ve üniversite okumuş olanlar Türkiye’ye dönmektedir. Tüm hayatım boyunca Almanya’da kalmak istiyorum diyenlerin oranı %0,4’tür.
1nci ve 3ncü kuşakların hemen hepsi Türkiye’de gömülmek istemektedir. Türklerin çoğu uyum konusunu dil olarak almakta, din ve örfler konusunda daha katı tutum izlemektedir. İşçi Türklerin çoğunluğu, kendilerini pek çok konuda Almanlara benzemediğini düşünmektedir.
Almanya’da Türk TV yayıncılığının başlaması Almanya’da Türk bilincini ve dilini güçlendiren bir durum yaratmıştır. Artık Alman medyasından daha fazla Tük medyası izlenmektedir. Irkçı saldırılardan sonra Türk ve Almanlar arasına ister istemez bir uzaklaşma girmiştir. Dinsel topluluklar (Alevi, Kürt, Süleymancı, Nurcu ve diğer) kesin bir ibadethane bazında bölünme söz konusudur. Camii binalarının çoğunda alışveriş ve ticarethane bölümleri bulunur. Aynı şekilde camiiler kültürel ve sosyal merkez işlevi görür. İlk siyasi dernekleşmeler 1960’ların sonunda başlar ama 1980 sonrası hemen hemen tüm Türk işçileri siyasallaşır.
Türkiye ile sıkı bağ, seyahatlerin 1980 sonrası terör, askeri darbe ve yaşam koşullarının bozulmasıyla azaldığına tanık olunur. Aynı şekilde ev ziyareti de azalmış, herkes ailesi ve yakın akrabaları ile iletişim kurmaya başlamıştır.
Duvarın yıkılmasından sonra Polonyalı ve Bulgar ucuz işçi gücü Türkler içinde işsizliğin artışına sebep olur. Kuşaklara arası çatışma genellikle benlik bilincini ve bireyselliği aşılayan Alman eğitin sistemi ve büyüklerin karşısında fikir belirtmeyen geleneksel Türk aile yapısının çatışması şeklindedir. Berlin’deki Çin mahallesinde Çinlilerin hiç entegre olmamasını sorun etmeyen Almanların neden Türklerin entegrasyonu ile bu kadar ilgilendiği genelde Türkler arasında önemli bir soru, aynı şekilde Hıristiyan olan diğer göçmenlerin daha kolay kabul edildiklerini düşünüyorlar.

Almanya’da Bir Türk | Savaş Çağman

Ozan Ceyhun’un, Sis Çanı Yayınlarından 1995 yılında basılan kitabı “Almanya’da Bir Türk” Alman Yeşiller hareketi içinde yer almış, Almanya’da milletvekili ve Yeşiller Partisi içinde yönetici pozisyonda bulunan Ozan Ceyhun’un çeşitli yazıları ve röportajlarından oluşan bir kitap.
Ozan Ceyhun, Almanların Alman klişesine çok benzemediği (fiziksel ve ruhsal) örneklerle başladığı kitabında esprili bir dille Alman vatandaşlık sistemi, sığınmacı haklarına değiniyor. Aslında kitap özellikle Yeşiller hareketinin öz eleştirisi yanında, iki Almanya’nın birleşmesi sonrasında yaşanan hizipleşmelerden de bahsediyor. Ceyhun, Almanya’nın İkinci Dünya savaşından pek bir ders almadığını belirtiyor. Özellikle Mölln ve Solingen şehirlerindeki Türklere yönelik ırkçı saldırlar sonrası Alman politikacıların umursamaz tavrını örnek gösteriyor. 1993’de on bini geçen vakaya rağmen politikacıların bazılarının ırkçılara verilen cezaların çok olduğunu söylemesini de ekliyor. Kitapta, özellikle Ceyhun’un Türk olduğu için kendilerini kışkırttığı gerekçesi ile dava açan Neo-Nazi Cumhuriyetçi Parti’den de bahsediyor. Parti, belgelerle programlarının Nazi yanlısı olduğunu ortaya koyan Ceyhun’a dava açmıştı.
Kitapta Süddeutsche Zeitung dergisinin bir denemesi üzerinde oldukça esprili bir bölüme yer verilmiş. Bir melez kız kafede bir milletvekili ile röportaj yaparken bir ırkçı genç (aslında tiyatrocu) kendisine hakaret ederken, politikacının ne tepki vereceği gözlemlenmiş. Çeşitli partilerden gelen politikacıların sağdan sola olayı görmezlikten geldiği, sadece Yeşiller milletvekilinin ırkçıya tepki gösterdiği görülmüştür. Bölümün sonunda Ceyhun; “İki oğlum var, babalarının sırf Türk olduğu için neden oyuncakları arasında evde ip merdivenler ya da yangın söndürücüler olduğuna, neden evin sokağa bakan pencerelerinde tel kafesli kepenk takıldığına (…) akıl erdirmeklerine eminim” diye yazıyor.
Ceyhun’a göre kırk yıldır Doğu ve Batı kimliklerinde büyüdüklerine mutlu olan iki Alman kuşağının büyük Almanya ideali konusunda kafa karışıklığı yaşadığından bahsediyor. Ceyhun’a göre eski kimliklerinden hoşnut olan iki Alman Kuşağı yeni hoşnutsuzluklarını yabancılara yansıtıyor.
Solcu Türk yazar Demirtaş Ceyhun’un oğlu olan politikacı kendi sığınma deneyimini de anlatıyor kitabında. Yazar özellikle Türk-Kürt karşıtlığının Almanya’da arttığını, alış verişte bile ilişkinin bozulduğunu söylüyor.
Milletvekili olduktan sonra Türkiye’deki insan hakları ihlalleri üzerine konuştuğu için Türk basınında sırttan bıçaklayan, PKK sorunu içinse barışçıl çözümü önerdiği için Türkiye yanlısı ya da şovenist olarak suçlanan Ceyhun, Almanya’da Türk olmak yanında, Türk kökenli siyasetçi olmanın da zorluğundan bahsediyor (s78). Hatta bu yüzden Türklerden aldığı tehdit mesajlarında artış olduğunu belirtiyor. Onur Öymen’in büyükelçilik yaptığı dönemde, bu diplomatın iyi niyetine rağmen Alman basınında eksik Almancası ile demeç vermesi yüzünden alay konusu olduklarını, elçinin iyi niyetli olmasına rağmen Türk toplumunun işini zorlaştığından bahsetmekte. Kitabın 98nci sayfasından sonra genelde Almanya’da koalisyonlar ve Yeşillerin durumu hakkında kaleme alınmış düşünceler bulunmakta.


Almanya Yeni Yurt | Savaş Çağman

Almanya Yeni Yurt | Son Göçün Anatomisi, Recep Karagöz’ün Fide Yayınları 2007 yılında çıkan bir kitabı. Kitap İslam hayat görüşünün bakış açısı ile yazılmış bir kitap. Daha çok eğitimde ve günlük hayatta başörtüsü sorunu ve Almanya’daki İslami örgütlenme, camiiler ve 11 Eylül sonrası ortam hakkında konulara değinmekte, geri kalanı ise büyük oranda propaganda içeriyor. Kitapta yazar Almanya ve Avrupa’da tüm Müslümanların kendilerine Batı Avrupa Müslümanları demesi gerektiği tezini savunuyor. 1978–1983 Milliyetçilerin ve İslamcıların Almanya’da örgütlendiği yıllardır. 23 Kasım 1992 Mölln şehrinde yapılan ırkçı saldırı sonrası Almanya’daki durum değişmiştir. 2000 yılında, Berlin Eyaletinde, Berlin İslam Federasyonu eğitim müfredatına din dersinin eklenmesini sağlamıştır.
Bunun yanında kitapta özellikle Almanlaşmamak için Müslümanlar arasında tek kimlikli bir Asimilasyon özendirilmektedir. Yani Boşnak, Türk, Kürt, Faslı, Arap demeden hepsini tek bir Müslüman Toplumu olarak kabul etmek gerektiğinin altı çizilir. Kimlik bunalımından çıkışın ancak bu yolla olacağı savunuluyor. Dile değil dine vurgu yapılmasını savunan yazar kız erkek ayrı sınıfların kurulmasını Alman eğitimcilerin de savunduğunu söyleyecek kadar işi ileri götürüyor. Kitabın sonunda Hatemi’nin bir konuşması bulunmakta. Kitap belki de sadece İslamcıların bakış açısını anlamak için işe yarar…  

İkincisi | Savaş Çağman

İnançlar hayatlara yön veriyor. Bu tanıt içinde ideolojiyi de inanç olarak okuyorum. İnanç hayatımızın kafesi mi? kafeslerimizin anahtarı mı? Seçim yapılması gereken sanırım işte tam da bu...
Aslında şuradan bakalım biraz; İnanç falan diye bir şey yok! Sadece iki öğreti var; birincisi nefret, şiddet ve ayrım üstüne, ikincisi ise aşk ve uyum üzerine. Şimdi dinlerin isimlerini unutalım, sadece inandığımız öğreti bunlardan hangisi. İkinicisi o kadar güçlü ki! Yüzyıllar içinde hangi inanç katılaşsa onun duvarını aşındıran su gibi çatlaklardan sızmaya, duvarın içinden geçmeye devam etmiş; bu yüzden Tasavvuf olmuş, Gnostizm olmuş, Hermetik olmuş, Aşk olmuş. Ah çocuk ah, sadece aşk var şu kubbenin altında, hınçtan duvarları yemyeşil ormanlarımız bürüyecek, kibir kuleleri ıssız kalacak, bırak uğraşsınlar, onlar zafer-yengi oyunu oynaya dursun, ne olursa olsun sadece aşk olacak, aştan ibaret olacak bu tüm kutsal hayatlar...

14 Haziran 2017 Çarşamba

Günümüzün İki Seçeneği: Ya Sezen Ol Ya Grup Vitamin | Savaş Çağman

Aslında Pop hakkında yazmak alternatif işler için yazmaktan daha çok rant ve alkış alıyor. Pop Kültür karşıtı değilim, ama bu hafif eğlencenin çok daha derin düşünceyi kaidesinden sallamasından ve şapın şekere karışmasından rahatsızım. Bu olanlar ne zaman oldu da, şu oldu tarihselci saptamasından daha eşzamanlı bir zemine ihtiyacım var; neden bu iki zavallı kod arasına sıkıştık?
1980 Fay Hattı kırılması, bizi zaten güdük olan yakın tarihten koparmaya yetti de arttı. O kısa birikim de çöp oldu. 1980 sonrası hala suya sabuna dokunamayanlar iki eğilim arasında kristalleşti; çok engelli cinselliğinin tahnitini yapan ağlak özyıkımcı aynı zamanda narsist gerçeklik ve yahut diğeri; ölüsevici karamsarlıktan fışkıran sulu zırtlak komedi…
Çok engelli cinsellik sağı solu her yanı kapsıyordu, otuzlarında geç açan kabak çiçekleri, bir Sezen Aksu yaratıyordu; burada Sezen Aksu’yu gerçek bir kişilik değil ikame bir kavram olarak değerlendiriyorum. Sezen Aksu’da, aynı Zeki Müren amfibiyanı gibi çift mekanlı, çift yaşamlı bir varlık grubuna işaret eder. Gerektiği kadar radikal, gerektiği kadar toplum önünde eğilen... Ama ölesiye tekçi, tekelci, kendine patetik ve çözümsüzlük odaklı süsü veren… Sezen Aksu kötücüllüğü aslında sıkça karşımıza çıkan bir kavram sadece; tuzu kuruyken, hiç umurunda değilken ay Kürt çocuklar yahu ikiyüzlülüğü, hep bir türbinlere oynama halleri, hedefe giderken gerekirse faşistin eteği de öpülür eli de tavizleri, ünlü olmak ve tek olabilmek için her şeyi dümdüz edebilmeler ve bu pervasızlığı maskelemek için timsah gözyaşı şişecikleri ile gezmeler…
Diğeri ise pastiş eğiliminin cortladığı: Grup Vitamin. Sadece alay, içi boş absürtlük, amaçsızlık, boşluk, çözüm-sorun ikilemi yaşamayan, köşe dönmeci, ruhsuz, ama bir o kadar da eğlenceli, kıkırtılı, bedeni hareket ettiren. Ölüsevici ve Paranoyak bir kültür içinde doğmuştu bu komedi. Meraklısına açıklarsak; bu kültür ölüsevicidir çünkü varlığını şu andaki durum için ölmüşlere bağlayan ve bunu kutsar, paranoyaktır çünkü içte ve dışta devamlı düşman arar, düşmanla kendi varlığını tanımlar. Bu kapkara tablo içinde ha alim olsan ha zalim olsan ölümlü dünya sözlerinin tanımladığı boşunalık hissi, içinden bu alaya alma hissini güçlendirdi.
Türkiye’de çağdaş Sanat üretenler, Kadıköy’den oldukça deneysel uzaya kafaları kadar boş peyk falan yollayan Rock tandanslı gruplar ve o âlemin alüminyum folyo ile sahneye çıkan Sitareleri ve niceleri ve niceleri… Bu tanım altında ya Sezen Aksu ya da Grup Vitamin olmak dışında üçüncü bir yolu bulamaz şekilde ağızlarında laf geveleyip sanat yaptıklarını sanmaya devam ediyor.
İsmi lazım değil bir kadın plastik sanatçı ile sohbetimde, sanat objesi olarak tasarladığı bir ürünü; kanayan dil, vajina gibi açık bir yara olarak tanımlaması kanımı dondurmuştu. Kendi cinselliğini hastalık, bedeninin bir kısmını yara olarak kabul eden bu Sezen Aksu yaklaşımını daha birçok çağdaş sanat işinde görmemiz mümkün. Bu olumsuz cinsel kimliklerin kangrenli halleri içinde sanat nasıl şifaya dönüşür? İşte asıl sorumuz bu olmalı…
Köşe dönmeci, illa ünlü olmaya takık, Sezen Aksu fotokopileri, kendilerine kazıdıkları yollarında, sadece yerel kalmak durumundalar; çünkü Dünya Sanat Simsarları onlara oryantal bir baharat olma hali biçmezse, bakınız Elif Şafak, bakınız Orhan Pamuk, başka da bir şansları yok.
Sanatın kutsiyetini reddetme Holiganlığı ve Hipster’lığını bir yana bırakırsak ki ona da saygım hiç yok, şu müzikle ve plastik sanatla yalan söyleme halleri ya Sezen’cik ya Grup Vitamin olma halinden başka bir kapıya sizi çıkarmıyor. Politik veya sanatsal Ajdar’ların bu hafif dünyasında işi gerçekten sağlıklı üretimlerden geçenlerin sayısı da az değil, ama onların borusunun ötebilmesi için şu toplumsal hastalıklardan kurtulmak lazım. Kadıköy’den ucuz politika, çirkin söz, sarhoşluk ve uyuşturucu kafasını övme halleri, boşunalık, şaklabanlık, kötü rifler, kötü müzik gustosu içermeyen bir üretimi benimseniş Rock grupları çıkacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum. Lütfen üne, şana takık olmaya, cool olmak için saçma sözler yazmaya azcık ara verin de kulağımızın pası silinsin…



26 Mart 2017 Pazar

Pépé Mon Méc | Savaş Çağman

Vodvil, bir orta sınıf eğlencesi olarak gayet açık saçık, cüretkâr ve mizah yönü ağır basan, gösteriye, kurmacaya, durum komiğine yatkın bir türdü. Bunun Kıta Avrupa’sında karşılığı, daha da teatral bir şekliyle Kabare olarak karşımıza çıkar.
Yıllar boyu, Black Spirtual, Gospel, opera, Caz, Cabaret, müzikaller, Kanto, Türkçe Tangolar ve deneysel müzik konularında ortak zevkleri ve projeleri paylaştığım sevgili dostum Suna Suner, Viyana’da kurduğu vaudville ve cabaret trubu Music For Separees için 2013’de kaleme aldığım Fransızca Cabaret parçasıdır Pépé Mon Méc. Vaudville, Burlesque, Cabaret, Minstrel gibi gelenekler, bunların bir devamı olarak Osmanlı’da ortaya çıkan Kanto her zaman ilgimi çeken sahne müziği gelenekleri olmuştur.

PEPE MON MEC (FRANÇAIS)
Deux filles sont en attendant sous les piliers de cabaret ; ce sont  La Blonde et La Brunette . La Brunette  est pensive et a un air romatique. Et finalement, La Blonde sait mauvais gré à cette romantisme de La Brunette . Quand elle chante, La Blonde fait la mou...

          EN CHANTANT
          LA BRUNETTE  – Dis-moi, l’amour est silencieux ?
                                        C’est pire que les mots de l’adieu
                                        Pépé mon méc... Il a suivi un sillage
           LA BRUNETTE  – Dis lui de venir s’il te plaît
           LA BLONDE  –  Un zèle frivole !
           LA BRUNETTE  –  C’est pire que les mots du babillage, Pépé !
           LA BLONDE  –  Il est vilain !
           LA BRUNETTE  –  Mon méc ! 
           BRUNETTE / BLONDE  – Mais cettes paroles sont vaines

           REGITATIF
           LA BRUNETTE  – (En soufflant) Mon Pépé...
           LA BLONDE  – Ah ça suffit ! Écoutes-moi...

           EN CHANTANT
           LA BLONDE  – Pépé est mignon mais c’est un briseur de cœur, tu n’est pas vu
                                    Il est marin et l’amant volage, oui, ça c’est très claire
                                    De son avis les femmes sont les babioles belles, tu n’ai pas cru
                                    Il est bouffi de sa voudrouille, eh, ça c’est sa surete
                                   Je sais qu’il est pilier de cabaret
                                   Je ne peux pas lui lâcher la bride
                                   Pépé mon méc, je lui serai fidèle

            REGITATIF
            LA BLONDE  – Justement?
            LA BRUNETTE  – À oui!
            LA BLONDE  – Fidèle? Toi?
            LA BRUNETTE  – Oui...
            LA BLONDE – (En posant) Eh, Manuel?
            LA BRUNETTE  – Il était banal...
            LA BLONDE  – Bartolome?
            LA BRUNETTE  – Il dit seulment « s’il te plait... »
            LA BLONDE  – Hernan?
            LA BRUNETTE  – Il est amusement de présant...
            LA BLONDE  – Édouard?
            LA BRUNETTE  – C’est un autre histoire...
            LA BLONDE  – Cortez?
            LA BRUNETTE  – Qui?
            LA BLONDE  – Cortez, je me souviens très bien de son gros nez...
            LA BRUNETTE  – Nez? (En marqant son nez)
            LA BLONDE  – (En jouant) Non, non (Elle montre au-dessous) Deuxième... nez...
            LA BRUNETTE  –  (En rirant) Ce n’est pas une mince affaire!
            LA BLONDE  – (En rirant) Enrique? Emenuelle? Erasmo et Cristoval?
            LA BRUNETTE  – Ils sont justement avales
            LA BLONDE – Francisco? Vito ? Fabio ? Hugo?
            LA BRUNETTE  – Ils sont beaux...

            EN CHANTANT
            LA BRUNETTE  – Mais Pépé, mon pépé, c’est un homme qui a du chien, ça c’est...
     
            REGITATIF
            LA BLONDE – Je dis toutes les chose du bien de toi, n’est-ce pas ?
            LA BRUNETTE  – D’accord... d’accord... Je peux trouve un autre méc !
          
           EN CHANTANT
           BRUNETTE / BLONDE  – Pépé est mignon mais c’est un briseur de cœur,
           LA BRUNETTE  – J’ai vu et j’ai vu
           BRUNETTE / BLONDE  –  Il est marin et l’amant volage, oui, ça c’est très claire, oui..
           BRUNETTE / BLONDE  – De son avis les femmes sont les babioles belles,
           LA BRUNETTE  – J’ai cru et j’ai cru
           BRUNETTE  / BLONDE  –  Il est bouffi de sa voudrouille, eh, ça c’est sa surête

PEPE MON MEC (TÜRKÇE)
Kabare sütunları altında bekleyen iki kız. Bunlar Sarışın ve Kumral. Kumral düşünceli ve hülyalı bir havadadır. Sonuç itibariyle, Sarışın, Kumral’ın bu hülyalı hallerden pek hoşnut değildir. Ne zaman o şarkı söylemeye başlar, Sarışın somurtur...
ŞARKI SÖYLEYEREK
KUMRAL – Söyle bana, aşk sessiz midir? Bu aşk kelimesinden bile beter. Pepe, erkeğim benim, bir geminin dümen suyunu takip etti. Lütfen ona geri dönmesini söyle…
SARIŞIN  –  Hafifmeşrep bir uğraş…
KUMRAL –  Bu deli saçması gevezelik kelimesinden bile kötü, Pepe!
SARIŞIN  –  O bir alçak!
KUMRAL –  Erkeğim benim 
KUMRAL ve SARIŞIN  – Ama bunlar beyhude kelimeler…
REJITATIF
KUMRAL – (Fısıldayarak) Pepe’m...
SARIŞIN – A yeter, beni dinle…
ŞARKI SÖYLEYEREK
SARIŞIN – Pepe yakışıklıdır ama bir kalp kırıcı o, sen görmüyorsun
           O bir denizci ve maymun iştahlı bir sevgili, evet bu, bu kadar açık
           Ona göre kadınlar güzel oyuncaklardır, sen inanmıyorsun
           O çapkınlığı ile şişinir, eh, bu konuda dürüst…
SARIŞIN – Biliyorum o bir meyhane kuşu
           Ne halin varsa gör diyemem
           Pepe erkeğim benim, sana sadık kalacağım…
REJITATIF
SARIŞIN  – Sahiden mi?
KUMRAL – Evet…
SARIŞIN  – Sadık? Sen?
KUMRAL – Evet…
SARIŞIN – (Sorarak) Peki, Manuel?
KUMRAL – Çok banal…
SARIŞIN  – Bartolome?
KUMRAL – Sadece lütfen diyebiliyor
SARIŞIN  – Hernan?
KUMRAL – O şu anın zevki…
SARIŞIN  – Édouard?
KUMRAL – O başka hikâye…
SARIŞIN  – Cortez?
KUMRAL – Kim?
SARIŞIN  – Cortez, hatırladığım kadarıyla büyük bir burnu vardı…
KUMRAL – Burun? (Burnunu işaret ederek)
SARIŞIN  – (Muzip) Hayır, hayır (Aşağı tarafı işaret ediyor) İkinci… Burun...
KUMRAL –  (Gülerek) Kolay iş değildi…
SARIŞIN  – (Gülerek) Enrique? Emenuelle? Erasmo ya Cristoval?
KUMRAL – Sadece avallar…
SARIŞIN – Francisco? Vito? Fabio? Hugo?
KUMRAL – Yakışıklılar…
ŞARKI SÖYLEYEREK
KUMRAL – Ama Pepe, benim Pepe’m, şeytan tüyü olan bir adam, olay bu…
REJITATIF
SARIŞIN – Her şeyi senin iyiliğin için söylüyorum, değil mi?
KUMRAL – Tamam... Tamam...  Başka bir erkek bulabilirim!
ŞARKI SÖYLEYEREK
           KUMRAL ve SARIŞIN  – Pepe yakışıklıdır ama bir kalp kırıcı o, sen görmüyorsun
           KUMRAL – Görüyorum, görüyorum
           KUMRAL ve SARIŞIN  –  O bir denizci ve maymun iştahlı bir sevgili, evet bu, bu kadar açık
           KUMRAL ve SARIŞIN  –  Ona göre kadınlar güzel oyuncaklardır
           KUMRAL – İnandım, inandım
           KUMRAL ve SARIŞIN  – O çapkınlığı ile şişinir, eh, bu konuda dürüst…