4 Aralık 2019 Çarşamba

Devir Filminin Altay-Türük Şamanizmi Nezdinde Okunması | Savaş Çağman Coşkun


Derviş Zaim, 1964 Gazimağusa, Kıbrıs doğumlu bir sinema yönetmeni, senarist, kısacası bir yedinci sanat sanatçısı. Bilenler, onu tanıyanlar 1996 yılında çokça ses getiren Tabutta Röveşata filminden ona aşinadır. Bu filmin müzikleri için Zen deneysel müzik grubu Baba Zula denilen alt grubu kurmuş, bu filmi müziklendirmiş, daha sonra bu film Türk Alternatif Müzik ortamına yeni bir ses kazandırmıştı. Derviş Zaim, eğitimini Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletme okuyarak 1988’de tamamlamıştı. Daha sonra, 1994’de İngiltere’de, Warwick Üniversitesi'nde kültürel çalışmalar dalında master yapmış. Yönetmen, bu arada edebiyat konusunda da üretimlere sahiptir. 1995'te ilk romanı Ares Harikalar Diyarında ile Türkiye'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazanmıştır. Onun kariyerindeki birçok değerli işten benim için en önemli olanı Devir filmi olacağa benziyor. Bir değil, sonrasında defalarca bu filmi izlediğimde, muhakkak bu konuda bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü film, asla göze sokmadan Anadolu’ya Oğuz Göçü ile bu topraklara ulaşan, yerleşen Altay-Türük yaşam biçimi ve Avrasya Şamanizmi’nin inanılmaz yansımalarını taşıyordu.
Filmden affınıza sığınarak, popüler değimle, çokça spoiler vererek bahsedeceğim. O yüzden Youtube’ta bulunan bu filmi izleyip sonra yazıyı okusanız çok yerinde olur…
Ama öncelikle filmin bazı özelliklerinden burada övgüyle bahsetmek gerekiyor. Öncelikle anlatılan konu Burdur ilinin Tefenni Hasanpaşa Köyünün yerel âdeti ve en az 750 senedir süren olan bir festivalle ilgili… Filmin oyuncuları bu köyde, bahsi geçen yarışmaya katılan gerçek kişiler… Bu şenlik Selçuklu ve Osmanlı döneminden beri uzun yıllardır süre gelen, kökenlerinin de Orta Asya olduğu su götürmez olan Yünüm Böğet Şenlikleri’dir. Yünüm Böğet kelimesinde koyun yıkama âdeti olduğu, bunun da bir tür yarışmaya dönüştüğü gözükmektedir. Şenlik her 6 Eylülde, saat 5:00 civarı gün doğumunda yapılır. Bir gece öncesi halk şarkılı türkülü eğlenceler düzenler ve seher vakti yarışmanın yapılacağı akarsu kenarına inerler. Sözcüğün etimolojisine bakıldığı zaman, Ortaçağ Türkçesi’nde (Orhun-Yenisey bengü taşlarının yazı dilinde) yunmak yıkamak anlamına gelirken, böğet kelimesinin ettiren, yaptıran çekimine uğramış türeme sözcüğünün kökü olan böge, böğü, bügü sözcüğü ise dirayetli olan, büyücü, Kam (Şaman) gibi anlamlara gelmektedir. Bunun ilk kökü olan büg ise eğmek bükmek anlamındadır. Kam veya müdahaleci büyü bilen Şaman evreni şekillendiren, büken kişi olduğu için bu kökten türetilmiştir. Dolayısıyla burada, bu törenin, suya girme, sürüleri suyla yıkama töreninin çok önceleri Şamanlar tarafından yönetildiği anlaşılmaktadır. Su, Eski Türkler’de tabu idi. İbn Fadlan, henüz İslam’a girmemiş Oğuzlar arasında yaptığı yolculuğu kaleme aldığı seyahatnamesinde; “Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina eden birini kim olursa olsun (…) cezayı verirler” demektedir. Suya, hele ki akan suya toplu halde girmenin, suyu kirletmeme ve arı bırakma halinin bu inanç dünyasında önemini kolayca görmekteyiz. Ayrıca bu sürüleri sudan geçirme âdetinin saya gezmek olarak anlatılan, bir nesne veya olayı kutlu, uğurlu kılmak için yapılan bir dizi uygulamadan biri olduğunu göstermektedir.
Âdetin temeli otlatmanın bittiği mevsimin sonunda toplumsal dayanışmayı, çobanlar arası yardımlaşmayı artırmayı amaçlar. Bu sabah vakti yapılan yarışmadan önce sürüye önderlik yapacak elcik denilen koyun seçilir. Bu koyunlar aşı taşı denilen kırmızı taştan elde edilen doğal toz ile kırmızıya boyanır ve gelin gibi süslenir. Burada Orhun-Yenisey Kök Tamga Yazısında karşımıza çıkan Al Tamgasının simgeledikleriyle karşılaşırız. Bu tamga, Altay-Türük Astrolojisinde (Yulug-Kut) Kürüt Yıldızını (Mars gezegeni) anlatır, aynı zamanda bu yıldızın uğuşu (enerjisi) olan kırmızı renk spektrumu, kişinin bencillik ve eril durumu, saldırganlık, savaş ve mücadele kavramlarını ve en önemlisi küçükbaş hayvan sürülerini simgelemektedir, bunun yanında Oğız Ükek (Koç Burcu) bu yıldızın yönetimi altındadır. Kırmızı renk her zaman Eski Türklerde canlılığın, hayatın, hayatta kalma refleksinin bencilliğini ve zorunluluğunu anlatır.
Gelelim filme… Devir filmi, belki de tüm filmin ana teması olan ve bizim Altay-Türük Şamanizm’inde toşmak olarak anlattığımız, tamamlama-birleşme kavramına işaret eden tahta boynuzlu bir alageyik ile açılmakta. Alageyik, Altay-Türük inancında kutsal bir hayvan. Burada filmin ismi olan Devir, tesadüfen seçilmemiş olduğu ve bir zaman algısına işaret ettiği gözden kaçmaz. Altay-Türük dünya görüşünde zaman sonlu değil, tekrar edendir. Bu yüzden döngülerin hemen tüm bireyler tarafından benzer şekillerde tamamlandığına, bunun her toplum ferdi tarafından aynen yaşandığına işaret edilir. An kök tamgası ile anlatılan soyut ve donuk zaman kavramı, kişi tarafından akışkan olarak algılanır, bunun da bir yanılsama olduğu bilinir. Özellikle bir masal başlangıcında karşımıza çıkan “ben dedemin beşiğini sallar iken” ifadesinde olduğu gibi zamanın bir saçıntı olarak algılanması düşüncesi vardır.
Filmin başkişisi ve yaşlısı (aksakalı) olan Ramazan Dayı’nın bir rüyadan uyandığını filmdeki zamansal ve uzamsal devir-daimin ilk imgesi olacak tahta boynuzlu geyik görüntüsünün, onun rüyası olduğunu, o uyanınca anlarız. Burada hemen tüm filmde, bir sinematografik zorunluluk olan bu düş mü gerçek mi ikilemi tümden belirtilmemiş olması son derece Altay-Türük Şamanizm’inin hayat görüşünü çağrıştırır ve aynı soruyu sorar; Bu rüya mı? Sinema dilinde kahramanın rüya gördüğü bir şekilde belirtilir, ama filmde karşımıza çıkan iki rüya; Ramazan Dayı ve Ali’nin rüyası gerçekle rüya arasındaki sinematografik geçkiye yer vermez. İşte bu da tam anlamıyla Kamlık İnancı ile ilgilidir. Çünkü bu inançta rüya-gerçeklik, yaşam-ölüm ikilemlerinin aynı şeyin yansımaları olduğuna inanılır. Bunlar arasında kategorik bir farktan bahsedilmez. Hem Ramazan Dayı’nın, filmin ilerilerinde göreceğimiz hem de Ali’nin rüyası izleyene sonradan “hım bu rüyaymış” dedirtir. Bunun muhteşem bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum.
Ramazan Dayı, bir suyun yanında Arapça yapılan yağmur duasına katılmak için uyanır. Apar topar duaya katılır. Burada şu anda nasıl bir inanç çerçevesine sığdırılmaya çabalansa da kutlu alageyik rüyasına giren bu kişinin atalarla olan bağının kesintisiz devam etmiş bir yaşlı (aksakal) olduğunu duyumsarız. Bu kısım bana birçok şey anımsatır... Onuncu yüzyılda Orta Asya’yı, dolayısıyla Oğuzları ziyaret eden Arap gezgini İbn Fadlan seyahatnamesinde şöyle aktarır; “İçlerinden biri, Bana Kuran oku dedi. Okuyunca hoşuna gitti. Tercümana dönerek, ona susmamasını söyle dedi. Bir gün bu adam tercüman vasıtasıyla bana Bu Arap’a sor. Rabbinizin karısı var mı? dedi. Ben ise, onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. O da, benim gibi tövbe etti ve estağfurullah dedi. Türk'ün âdeti böyledir. Bir Müslümanın tekbir ve tehlil getirdiğini duyarsa onun söylediğini tekrarlar” demektedir. Burada anlatılan psikolojiye katkıda bulunan İbn Fadlan kitabında şöyle bir ek yapıyor; “Türkün âdeti böyledir. Müslümanı tesbih ve tehlil derken duyarsa onu gibi yapar”… Filmin başlangıcında böyle bir katılma halini sezeriz, saplantılı bir dindarlığı değil. Ki Arap gezgin İbn Fadlan; “Bir dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar, kıl çadırlarda oturan ve konup göçen yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi, sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibadet etmezler,” de demektedir. Burada İbn Fadlan’ın da altını çizdiği gibi, Eski Türklerin Ortadoğu’da göze çarpan yalın putperestliğe veya dinlere benzer bir görüşte olmadıklarını anlamaktayız.
Daha sonraki sekansta, neşeyle erkeklerin birbirini suya attığı bir şakalaşmaya tanık oluruz. İbn Fadlan seyahatnamesinde; “Oğuzlarda, Cürcenlerde, Moğollarda su tabu idi. Onu kirletmemek gerekiyordu. Vücudu, elbiseleri suda yıkamak yasaktı. Onlara göre suda yıkanma kötü ruhları celp eder, şimşeklerin, yıldırımların boşanmasına sebep olurdu. Suyun yere dökülmesi suçtu” der. Suya çok nadir temas edildiği, bunun akan su olmasının tercih edildiği anlaşılıyor. Sadece bu şenlik gününde şaka olarak suya atılmaya izin olduğunu düşünebiliriz. Zaten suya atılan kişi en çabuk biçimde sudan çıkıyor. Ayrıca bu şakalaşmada erilin, dişil olan su ile buluşturulması, yukarıda bahsettiğimiz Kürüt Yıldızı (Mars) simgeleri ile donatılmış eril unsuru yönetimindeki sürünün su unsuru yönetimindeki ırmakla buluşturulmasının bir sinematografik girizgâhıdır.
Yarışma öncesinde adetten olduğu gibi sabah herkes yemek yemektedir. Ramazan Dayı, daha sonra nasıl bir eylem olduğunu kavrayacağımız bir harekette bulunur; yediği etin kemiklerini ayırıp toprağa gömer. Bundan sonra diğer iki yarışmacı olan Mustafa ve Ali’nin mermer sahasından aşı taşı (kırmızı taş) bularak aldıklarını izleriz. Mermer ocağı açılmış bu açık alanda Mühendis ile karşılaşırlar. Genç Mühendis onlara, şimdilik kırmızı taş alabileceklerini, ama bir dahaki gelişlerinde izin almaları gerektiğini söyler. Motosikletle bu iki genç namağlup Ramazan Dayı ile buluşmak için köy meydanına gelir. Köy meydanında, hemen her köyde karşımıza çıkan bir Atatürk Büstü vardır. Ama bu büstün çevresi Altaylarda en kutsal olan çember şekli oluşturulacak şekilde Ardıç Ağacı dikilmiştir. Çok daha şaşırtıcısı, bu ağaçların yine kutlu sayı olan dokuz adet olmasıdır. Ardıç çemberinin içinde oturup çay içen Ramazan Dayı, gençlere artık yaşlandığını, onun zamanının geçtiğini artık gençlerin zamanının geldiğini anlatır. Gençlerin onun nasıl defalarca bu yarışmayı kazandığını kavrayamamış olduğu da anlaşılmaktadır. Burada aksakalın, toplumun en gencine töreyi aktarma isteğindeki alçak gönüllüğü görürüz. Ama çağın gereği gençler acelecidir. Gençler aldıkları kırmızı taş boyasından bir kısmını Ramazan Dayı’ya verirler.
Filmin burasında gençlerden Ali ve diğer sekansta gelenekle bağı devam eden Ramazan Dayı’nın seçtikleri koyunları nasıl boyadıklarını görürüz. Ramazan Dayı, kırmızı taşın tozunu (aşı taş boyası) koyunun yününe döker, ağzına bir miktar su alıp koyuna püskürtür ve eliyle ıslanmış boyayı koyuna yayar. Ali ise döktüğü toz boya üstüne plastikten kullanılmış bir camsil şişesine koyduğu suyu sıkmaktadır. Ramazan Dayı buna bedenini, tükürüğünü ruhunu katarken, Ali daha pratik bir şekilde bu sprey fışkırtma yöntemini yeğlemiştir. Bu sahne beni çok çarptı. Çünkü özellikle Altay-Türük şifacılığında tükürmek kullanılan bir yöntem. Ayrıca efsanelerde anlatıldığı üzere insan yaratılırken, yaratmaya müdahale eden Erlik insan bedenine tükürmüştür. Suyun tükürükle birleştirilmesi ve boyaya katılması, ruhun sürünün lideri kızıla boyanan koyuna geçirilmesi için törensel bir anlam taşır. Oysa Ali bu ayrıntıyı kavramamış gözükmektedir.
Hazırlanan koyunlar ve sürü tostos denilen yürüyüşe çıkarılır. Tostos kavramının töz, tös, töstös gibi son derece Altay-Türük kavramlarıyla örtüştüğünü söyleyebilirim. Bu kavram Altay-Türük Şamanizmi’nde dublelemek, ikilemek, ikizlemek kavramına işaret eder. Bu dünya görüşünde dublelemek, ikinci bir kopya yapmak evreni taklit etmekle ilgili bir eylemdi. Rus dilbilimci ve antropolog A. V. Anohin, aktardığına göre Altaylarda yukarı kategorideki ruhlar ve bunlar için Erlik, tös temel-esas olarak daha aşağıdaki daha temiz ruhlar aru-körmösı ise tayganım yani desteğim olarak açıklanmaktadır: Her temiz ruh kendi tös’üne sahiptir. Altay dilinde toro-tozo fiili meydana gelmek, doğmak anlamına gelir. Tös hem esas, hem başlangıç hem de öz kavramlarına denk gelir. Bu kavramın devamı olan anahsıt tördö Altaylarda boynuzlu hayvanın kökü anlamına gelmektedir. Türkiye’deki bazı Yoz Şamanist çevrelerde tös’lerin put olduğu, dolayısıyla Eski Türklerin putperest olduğu propagandası yapılmasına karşın, Altay-Türük toplumlarında diğer toplumlarda rastlanan put, idol, inşa edilmiş tapınak kavramlarına rastlanmaz.
Filme dönersek, şenlik başlangıcında göğe silah atışını görürüz. Savaş hazırlığında göğe ok atmak çok eski bir Oğuz âdeti olduğu bilinmekte, yeniçağda ok ve yayın yerini silah almış diyebiliriz. Sürülerin hazırlığı tamamlanır. Gece olunca ozanların konser verdiği bir eğlence düzenlenmektedir. Sabaha karşı nehre doğru inerlerken yaşlı bir kadının "Seherde uğradım ben bir geline" demesi oldukça manidardır. Seher vakti ilk sürünün suya girmesiyle yarış başlar. İlk sürü nehri geçemiyor. Sonraki sürü Ramazan Dayı’ya ait ve nehri geçip yarışmayı kazanıyor. Burada suyun dişiliği, sürülerin erilliği ile birleşiyor, burada tüm filmdeki toşmak (evrensel tamamlanma, birleşme) kavramının ilk görünüşü karşımıza çıkar. Ramazan Dayı yarışmayı yedinci defa kazanmıştır. Eve dönüp eşine haber verir ve olanları televizyonda izlemek için açmak ister. Televizyonun uydu dekoderinin bozulmuş olduğunu düşünür. Bozulmuş dekoderi alıp kasabaya iner. Ama açma kapama düğmesinde kapandığı için çalışmamıştır. Eve dönen Ramazan Dayı televizyonda şenliklerin haberini ve onunla yapılan röportajı dinleyerek keyiflenir.
Bu sırada yarışmada üçüncü olan Ali duruma kahrediyor ağıla giriyor, kızıl koyun ondan kaçıyor, Ali içki içmekte ve üzgündür. Ali yarışmayı kaybetmesine neden olduğu kızdığı kızıla boyanmış koyunu ağıldan çıkarır. Hayvanı kapı dışarı ettiği için koyun başıboş uzaklaşır. Birden karda kışta sahipsiz kalan koyunu yabancı iki kişi alıp kestiğini görürüz. Aynı filmin başında olduğu gibi sinematografik hazırlıkla belirtilmeyen bir rüyadır. Ali yatağından kalkar, o sırada odanın duvarda İsa'nın çoban kıyafetinde koyun sürüsü güttüğü bir duvar halısını görürüz. İşte tam burada yine Eski Türklerin adetleri, başka inançlara bakışları ile ilgili eşsiz yaklaşım kendini gösterir. Daha önce İbn Fadlan alıntısında olduğu gibi, eğer başka bir inançtan bir objenin uğuruna inanılıyorsa, bu konuda tereddüt edilmeden kullanılır. İsa’nın Agnus Dei ikonografisi, sürülerin çobanı olması gibi Eski Ahit kökenli bir görsel, sadece Ali’nın hem kendi hayatına eş görmesi ile bu halıyı benimsemiş olabilir, onun için bunun başka bir dinin objesi olasının hiçbir önemi yoktur. Bu Eski Türk inancında dua, sunak, tapınak olmayışı. Duaların alkış (ululama) veya tileg (dileme) şeklinde oluşu psikolojisinin güzel bir anlatımıdır. Aslında tüm Eski Türk İnancı, aynı Ön-Taoizm’inde (Wu Şamanizmi) olduğu gibi bir dizi uğur, sakınma ve saygı duymaktan ibaret olduğu görülebilir. Ayrıca burada sinema dili olarak birinci ve ikinci rüyanın tasarı mı, öngörü mü olduğu belirtilmeden sunumu, tamamen Altay-Türük düşünesinde rüyaya ve gerçeğe ilişkin bakış açısını eşsiz bir biçimde betimler. Rüyasının etkisinde kalan Ali hemen dışarı çıkıp kızıla boyalı koyunu bulur, sever. Onu geri almaz ma bir başkasının çitini açıp diğer sürüye katar.
Ali akşam yemeği için Ramazan Dayı ve Mustafa’nın yanına gelir. Burada Ramazan Dayı’ya şehre çalışmak için gideceğini sürüsüne bakıp bakamayacağını sorar. Ramazan Dayı evet yanıtı verir. Yemekte kemikli et yerler. Ramazan Dayı kemikleri ayırmalarını, atmamalarını söyler. Bu ısrarı diğerleri anlamaz. Ramazan Dayı topladığınız kemikleri gömün der. Nedenini sorarlar, Ramazan Dayı da; "hayvan sağlam doğsun" der. Bu sözler binlerce yaşındadır. Konuyu anlamayan Ali sorar; "İyi de dayı kemiklerin hepsini bulmayız ki der". Ramazan Dayı "bulabildiğin kadarını koy eksik kalan olursa yerine tahta koy" der. Rus Antropolog Andrey Markoviç Sagalyev, Ural-Altay halkları hakkında; “Ağacın kökleri gövdesi dal ve yaprakları üç boyutlu evrenle ideal olarak uygunluk gösterir ve onun doğal zaman döngüsüne dâhil olması, insan varlığının süresi ve onun döngüsü hakkındaki düşüncelere sebep olur” diye yazar. Sagalyev, tös kavramı için Şaman’ın kopyası olan gerçek boyutta tahta bir kukla yapılması, Şaman ölünde bu kuklanın kayın ağacının içindeki bir kovuğa gömüldüğü anlatılır. Bunun yanında yine Sagalyev, hayat ağacı görünümünün bir önemli yönü de insan kemiğiyle ağacın özdeştirilmesini belirtir. Altaylarda soy kelimesi aynı anda kemik anlamına da gelir. Özellikle Saha-Yakut halkında ağacın insan bedenine benzetildiğine de rastlanır. Burada tahta, kemik yerine tamamlayıcı büyüyen ve yaşayan, ölüme karşın arta kalan sonsuz yaşam ilkesine atıfta bulunur.
Ali şehre çalışmaya gitmeye karar vermiş, şehre giden dolmuşa biner. Dolmuş yolda bozulmuş bir araba ile karşılaşır. Filmin başında kırmızı taş aldıkları genç Mühendis bu arabanın sahibidir. Adama yardım edip arabasını çalıştırırlar. Ali İstanbul’a varıp bir kesim ve besi çiftliğinde çalışmaya başlar. Koyunları kesim için bir bir ağıldan çıkarmaktadır. Burada otomatik hareketlerle çalışanlar hayvan keser. Ali mola sırasında gidip sürüdeki koyunlara adeta büyük bir ihtiyaç duyarak dokunur, şehirdekilerin hayvan ile ilişkisinin kopukluğu ve soğukluğu burada görünür hale gelir. Burada ikonografik olarak Ali kırmızı renk giymiştir, ama bu sürü ile insanın ilişkisi olmayan soğuk ve donuk bir durum söz konusudur. Ali’nin koyunlara dokunuşu şefkat değil, doğal bir reflekstir. Aynı Altay-Türük inancındaki atalarımızı doğaya karşı oglagu (dikkati nezaket) ve aya (saygı, hürmet) hissinde oluşu gibi. Diğer çalışanlarda böyle bir bu refleks yoktur. Otomatiğe bağlayarak söylenen bir tekbir ile hayvan keserler. Bu yabancılık ve kabul görmeme Ali bir kafeye girmek isteyip içeri alınmayınca daha da açığa çıkar. Bu arada neredeyse bir yıl çalıştığını düşünürüz, çünkü bir yıl sonraki şenlik zamanı gelmiştir. Ama aynı zaman kavrama algısı yüzünden sinematografik zaman geçti betimlemesi ile karşılaşmayız.
Ramazan Dayı, Ali’yi telefonla arar. Kırımızı taş boya almaya geldiklerinde madenciler yasaklamış der bir çitle saha kapatılmıştır. Ramazan Dayı, “olmazsa sen şehirden toz boya al” der. Bu arada başka yerlerde kırmızı taş aramak için Mustafa ile gezinen Ramazan Dayı dağda akkuyruk otunu gösterir, “bu ot koyunların yarasını iyileştirir” der. Genç Mustafa’ya bunu kaynatınca koyunun yarasına iyi geleceğini anlatır. Kırmızı taş bulamazlar ama otu alıp geri dönerler. Burada çok ilginç bir şekilde her sene işlerine yarayan bu kırmızı taşı depolamadıklarını, her sene bulup alıp uyguladıklarını anlarız. İstifçiliğin bir Avrasya Göçebesi için hiçbir anlamı yoktur. Şehirde ise Mustafa kırmızı taşı ararken karlı bir yere gelir ve bir geyikle karşılaşır, geyik kaçar. Mustafa “taş bulamadım” der, yaşlı Ramazan “buluruz, buluruz” der. Bunları konuşurken bir yandan akkuyruk otunu kaynatmaktadır. Kırmızı taş aramak, amaç değil adeta bir reflekstir. Onların önlerine çıkan engel bu refleksi engelleyemez. Yani töre tümüyle içten gelen bir reflekstir.
Ali şehirde boyacıdan kırmızı boya alır. Otel odasında bir post üstünde boyayı dener, o sırada TV'de genetiği ile onanmış koyun ve sakatlığı hakkında bir haber vardır. Hayvancılık üzerinde aslında kristalleşen bu duygu durumu Ali’nin nihayetinde sıkılıp köye geri dönmesine neden olur. Bu arada dağ balına hala kırmızı taş arayan Mustafa, yolun kenarında önüne taş yığılmış bir ağaç görür, yanına gider, eline aldığı taşları oraya atar ve el açıp dua okur. Duası bitince bir örümceğin ağını bozmadan atlar, bu refleks bu insanlara sevapla gidilen cenneti pazarlamak mümkün müdür diye düşündüğüm andır bu an.
Ali dönmüş ve işe koyulmuştur. Şehirden aldıkları boya ile koyunları boyamaya başlarlar. Bu arada Mustafa ve Ramazan Dayı koyunların memelerindeki yaralara iyi gelsin diye akkuyruk otunun haşlama suyunu sürmektedir. İşlevsel olarak baktıkları hayatta çözüm olarak kullandıkları sentetik boyanın sonuçsuz kaldığını görmektedirler. Şenlik başlar, sürülerini Mustafa sudan geçirmeyi başarır. Ramazan Dayı tekrar birinci olur. Diğerleri üzülürken, o yıl üç birinci seçildiği ilan edilir. Mustafa da birincilerden biri olmuştur. Sevinçle bunu kutlarlar.
Şenlikten sonra genç Mühendis bir şoföre bulmak umuduyla köye gelmiştir. Ali şoför olmayı kabul eder. Ali çalışmaya başlar sofrada otururken çalışan kadından bir bardak ister. Kadın bardağı kırar, Ali "bardak kırmak uğur getirirmiş" der. Kadın da “cana geleceğine mala gelsin” der. Ali de “inanır mısın böyle şeylere, bardak kırılınca uğur getirdiğine falan” der kadına. Kadın da "bazen, sen?" der. Ali de "tek tük" der. Kadın merakla "neye mesela" der. Ali de, önceki sahnede Mustafa’nın dua ettiği yeri anlatır; "bizim orda mesela, yaylada bir ağaç vardır onun dibine taş atarız, ailede kaç kişi varsa ona göre taş atarız" der. Bunun uğur getirdiğini belirtir. Gördüğünüz üzere sevap için değil uğur için yapılan eylemler bütünüdür inançları, aynı Altay-Türük Şamanizmi’nde olduğu gibi. Onuncu yüzyılın Arap Gezgini İbn Fadlan seyahatnamesinde bir Oğuz Yabgusu için; “Bir gün hükümdara sordum. Ülken geniş, malın çok, vergilerin fazla... Niçin, Halife'den bir kale yapmak için önemsiz miktarda para istedin? dedim. O da Halife'nin parasından uğur gelmesini beklediğim için bahsedilen parayı istedim" diye aktarmaktadır. Görüldüğü üzere uğurlu, kutlu kabul edilen eylemlerin tekrarı ile var olan bir inanç dünyası görülmektedir.
     Ali ile Mühendis yaylaya çıkar. Elinde silah olan Mühendis’in avlanmaya niyeti vardı. Karların üstünde bir alageyik ile karşılaşırlar. Burada iki rüyada olduğu gibi yerde ince bir kar vardır. Şaman inancındaki rüya ve gerçekliğin iç içe oluşu burada güzel yansıtılmıştır. Mühendis alageyiği vurur. Alageyik yere düşer düşmez koşarak yanına gider ve boynuzlarını keser. Bedeni orada bırakarak arabaya dönerler. Ali olaya bir anlam verememektedir. Oldukça sarsılmıştır. Arabada İngilizce bir Pop şarkısı çalmaktadır “Gonna be strong baby” (Güçlü olacaksın bebeğim), Ali oldukça gergindir. Ali, Ramazan Dayı’nın evine gelir, telaşla geyik boynuzu olup olmadığını sorar. Nedenini soran yaşlı adamı geçiştirir. Sonra ondan tahta ister. Aldığı tahtaları keserek geyik boynuzu şeklinde bir birine çalar. Ali tahta geyik boynuzu yapma işine devam ederken Mühendis’in alageyik boynuzlarını mermer ocağındaki barakasının önüne astığını görürüz.
Ali ormana geri döner. Yaptığı tahta boynuzları geyiğin yanına bırakır atar. Öyle üzülerek falan değildir davranışı bir tamamlama telaşı vardır. Burada kutsallık yoktur. Sadece tamamlanması gerekliği duygusu vardır, çünkü kişi evrensel düzende eksik bırakamaz. Dağda dolaşan Ali o sırada büyük bir kayaya rastalar. Eliyle dokunduğunda ve biraz karla ovuşturduğunda bunun koyunları boyamak için kullandıkları aşı taşı olduğunu fark eder. Taşı orada bırakır ve bir an durur, yürümeye devam eder. Bu anda, Ramazan Dayı’nın yağmur duasındaki düşü, Ali’nin düşü, alageyiğin vurulması ile oluşan üçlü görüm tamamlanır. Mermer ocağının kırmızı taş kullanma yasağına, şehirlilerin unutmuş ve uzaklaşmış duyarsızlığına rağmen, Kut nedir anlayan kişi eğer tamamlarsa (toşmak) hayat ona yeni alternatifler sunacaktır. Bir inancın yansıması işte bu kadar muhteşem anlatılabilir. Derviş Zaim’e teşekkürü borç bilirim.  



5 Ocak 2019 Cumartesi

Aile Dizimi ve Jill Purce Hakkında | (Tedüçi) Savaş Çağman Coşkun

Yakın bir geçmişten bu yana Aile Dizimi denilen şeyi kulaklarımız işitiyor. Hatta yakınlarda Gülse Birsel komedi dizisinde bunu yerden yere vurarak tiye bile aldı. Dizideki alt gelir grubundan iki karakterden kadın olanı Aile Dizimi, saçı Rasta’lı ama fakir olarak çizilen dizi karakteri ise güya besin danışmanlığı ve spiritüel danışmanlık, ortaya karışık bir şeyler yapılıyor. Gülse Birsel’in kalemine takılan bu avamlaşma söz konusu. Ama avamlaşma var diye bu konunun doğru uygulayıcıları ve bu teknik bu kadar kolay taşlanmalı mı?
Önce bu Aile Dizimi nedir ona bir bakalım. Bu tekniğe İngilizce Family Constellations denilmekte. Buradaki constellation sözcüğü, takımyıldızlar gibi belirli bir sıraya koymak kavramını anlattığı için dilimize dizim kelimesi ile aktarılmış. Bu tekniğin, Güney Afrikalı Zulu kabilesinden ödünç alındığı söylenmekte, ama tekniğe büyük katkıları olan Jill Purce, özellikle Tibet Budizmi, Tantra ve Çin kültüründeki atalara saygı geleneklerinden etkilendiği de söylenebilir. Bu teknik psikolojik, alternatif bir şifa yöntemidir. Sorunların kaynağı olan sistematik dinamiği bulmak için aile geçmişinin değerlendirilmesi yöntemidir, en yalın anlatımı ile. Kişilerden geçmiş sorunlar hakkında canlandırma yapmaları istenmektedir. Burada o kuşağı kilitleyen ana davranış motifinin değiştirilmesi amaç edinilmektedir. Kişiler geçmişleri ile karşılaşılır, geçmişin temsilcileri ile yapılan bu buluşma gerçeklerin kabulü ile sonlanır. Bir çözülme, anlama ve kabul süreci yaratılır.  
Aile Dizimi, geleneksel bilişsel, davranışsal ve psikodinamik psikoterapi biçimlerinden önemli ölçüde farklılaşır. Bu teknik, Fizikçiler tarafından kuantum problemi olarak tanımlanmıştır ve kurucusu Bert Hellinger, Morfik Rezonans hakkındaki fikirlerini bu tekniği açıklarken dâhil eder. Terapinin olumlu sonuçları, Öneri ve Empati gibi geleneksel psikolojik açıklamalara bağlanmıştır. Genelde bu tekniğe pozitif bilimden gelen tavır budur. Bert Hellinger, bu tekniği geliştirirken onun karşısına çıkan Jill Purce ve eşidir. Yazının da ana konusunu bu ilginç çifttir. Aile Dizimi konusunda çalışmaları olan Franz Brentano, Edmund Husserl, Martin Heidegger, Jacob Moreno, Iván Böszörményi-Nagy, Milton Erickson, Eric Berne, Virginia Satir ise bu konuda başka referans konularıdır.
Hellinger, yaklaşık on altı sene Güney Afrika’da bir Katolik rahibi olarak yaşadı. Bu dönemde 1960’a dek olan bu süreçte Zulu kabilesi üzerine bir dizi çalışma yapabildi. Onların dünya görüşü ve ritüelleri hakkında derinlemesine bilgiler edindi. Kabilenin ebeveynler ve atalar olan tutumları onu çok etkiledi. Bu tipik bir Avrupalının tutumundan çok farklıydı. Heidegger, insan olmanın, kendini açık bir mantıksal, ontolojik ya da ahlaki yapıya sahip olmayan bir dünyaya bulunmak olduğunu düşünüyordu. Benlik hissi onlarda daha değişikti,  geleneksel Zulu halkı, ataların merkezi odak noktası olduğu dini bir dünyada yaşıyor ve hareket ediyor, çok derin bir güven duygusuna sahip oluyordu. Bu güven kavramı Eski Türk Kamlık inancındaki Qut kavramına çok benzer. Hellinger, bu bağlamda anahtarın atalarla buluşmak/barışmak olduğunu düşünmeye başladı. Aile Dizimi terimi, ilk olarak Alfred Adler kullandı. Kısaca bu teori, bireyin aile sisteminin diğer üyeleri ile ilişkili olduğu ve onunla bağlantılı olduğu fenomenini ifade etmek için biraz farklı bir bağlamda kullanılmıştır.
İşte burada, 1947 doğumlu Jill Purce çıkar. Kendisi Orta Asya kökenli ve Tibet’te de rastlanan gırtlak şarkıcılığı, insan mandalası kurarak Aile Dizimi’ne farklı bir yön veren bir ses sanatçısı ve ruhsal öğretmendir. Aslında hikâye onda başlar, çünkü bu teorinin ilk oluşturan kişileri onunla da temas etmiştir. Yani hem bu tekniğin yaratıcı düşüncesinde yer almış, daha sonra da ona kendi yorumunu vermiştir. Otuzu aşkın kitap üretmiş, Londra’da King’s College’de Biofizik bölümünde çalışmalar yapmış, ünlü Alman Çağdaş Müzikçi Stockhausen ile müzik üretmiştir. Onun ana konusu ses ve titreşimin ruhani alandaki tezahürüdür diyebiliriz kolayca. O Aile Dizimi ile şarkı söylemeyi birleştiren eşsiz bir teknikle karşımıza çıkar. Bu kadar önemli birinin, bu kadar ülkemizde tanınmıyor ve bilinmiyor olmasına (bir yozlaşmaya kurban gitmesi olasılığı göz önünde bulunurken) sevinmeli miyim üzülmeli miyim bilemiyorum?