Derviş Zaim, 1964
Gazimağusa, Kıbrıs doğumlu bir sinema yönetmeni, senarist, kısacası bir
yedinci sanat sanatçısı. Bilenler, onu tanıyanlar 1996 yılında çokça ses
getiren Tabutta Röveşata filminden ona aşinadır. Bu filmin müzikleri
için Zen deneysel müzik grubu Baba Zula denilen alt grubu kurmuş, bu
filmi müziklendirmiş, daha sonra bu film Türk Alternatif Müzik ortamına yeni
bir ses kazandırmıştı. Derviş Zaim, eğitimini Boğaziçi Üniversitesi'nde
İşletme okuyarak 1988’de tamamlamıştı. Daha sonra, 1994’de İngiltere’de,
Warwick Üniversitesi'nde kültürel çalışmalar dalında master yapmış.
Yönetmen, bu arada edebiyat konusunda da üretimlere sahiptir. 1995'te ilk
romanı Ares Harikalar Diyarında ile Türkiye'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü
kazanmıştır. Onun kariyerindeki birçok değerli işten benim için en önemli olanı
Devir filmi olacağa benziyor. Bir değil, sonrasında defalarca bu filmi izlediğimde,
muhakkak bu konuda bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü film, asla
göze sokmadan Anadolu’ya Oğuz Göçü ile bu topraklara ulaşan, yerleşen Altay-Türük
yaşam biçimi ve Avrasya Şamanizmi’nin inanılmaz yansımalarını taşıyordu.
Filmden affınıza sığınarak, popüler
değimle, çokça spoiler vererek bahsedeceğim. O yüzden Youtube’ta
bulunan bu filmi izleyip sonra yazıyı okusanız çok yerinde olur…
Ama öncelikle filmin bazı
özelliklerinden burada övgüyle bahsetmek gerekiyor. Öncelikle anlatılan konu Burdur
ilinin Tefenni Hasanpaşa Köyünün yerel âdeti ve en az 750
senedir süren olan bir festivalle ilgili… Filmin oyuncuları bu köyde, bahsi
geçen yarışmaya katılan gerçek kişiler… Bu şenlik Selçuklu ve Osmanlı
döneminden beri uzun yıllardır süre gelen, kökenlerinin de Orta Asya olduğu su
götürmez olan Yünüm Böğet Şenlikleri’dir. Yünüm Böğet kelimesinde
koyun yıkama âdeti olduğu, bunun da bir tür yarışmaya dönüştüğü gözükmektedir.
Şenlik her 6 Eylülde, saat 5:00 civarı gün doğumunda yapılır. Bir gece öncesi
halk şarkılı türkülü eğlenceler düzenler ve seher vakti yarışmanın yapılacağı
akarsu kenarına inerler. Sözcüğün etimolojisine bakıldığı zaman, Ortaçağ
Türkçesi’nde (Orhun-Yenisey bengü taşlarının yazı dilinde) yunmak
yıkamak anlamına gelirken, böğet kelimesinin ettiren, yaptıran çekimine
uğramış türeme sözcüğünün kökü olan böge, böğü, bügü
sözcüğü ise dirayetli olan, büyücü, Kam (Şaman) gibi anlamlara
gelmektedir. Bunun ilk kökü olan büg ise eğmek bükmek anlamındadır. Kam
veya müdahaleci büyü bilen Şaman evreni şekillendiren, büken kişi olduğu için
bu kökten türetilmiştir. Dolayısıyla burada, bu törenin, suya girme, sürüleri
suyla yıkama töreninin çok önceleri Şamanlar tarafından yönetildiği
anlaşılmaktadır. Su, Eski Türkler’de tabu idi. İbn Fadlan, henüz
İslam’a girmemiş Oğuzlar arasında yaptığı yolculuğu kaleme aldığı
seyahatnamesinde; “Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar.
Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina
eden birini kim olursa olsun (…) cezayı verirler” demektedir. Suya, hele ki
akan suya toplu halde girmenin, suyu kirletmeme ve arı bırakma halinin bu inanç
dünyasında önemini kolayca görmekteyiz. Ayrıca bu sürüleri sudan geçirme
âdetinin saya gezmek olarak anlatılan, bir nesne veya olayı kutlu,
uğurlu kılmak için yapılan bir dizi uygulamadan biri olduğunu
göstermektedir.
Âdetin temeli otlatmanın bittiği
mevsimin sonunda toplumsal dayanışmayı, çobanlar arası yardımlaşmayı artırmayı
amaçlar. Bu sabah vakti yapılan yarışmadan önce sürüye önderlik yapacak elcik
denilen koyun seçilir. Bu koyunlar aşı taşı denilen kırmızı taştan
elde edilen doğal toz ile kırmızıya boyanır ve gelin gibi süslenir.
Burada Orhun-Yenisey Kök Tamga Yazısında karşımıza çıkan Al Tamgasının
simgeledikleriyle karşılaşırız. Bu tamga, Altay-Türük Astrolojisinde (Yulug-Kut)
Kürüt Yıldızını (Mars gezegeni) anlatır, aynı zamanda bu yıldızın uğuşu
(enerjisi) olan kırmızı renk spektrumu, kişinin bencillik ve eril durumu,
saldırganlık, savaş ve mücadele kavramlarını ve en önemlisi küçükbaş hayvan
sürülerini simgelemektedir, bunun yanında Oğız Ükek (Koç Burcu) bu
yıldızın yönetimi altındadır. Kırmızı renk her zaman Eski Türklerde
canlılığın, hayatın, hayatta kalma refleksinin bencilliğini ve zorunluluğunu
anlatır.
Gelelim filme… Devir filmi,
belki de tüm filmin ana teması olan ve bizim Altay-Türük Şamanizm’inde toşmak
olarak anlattığımız, tamamlama-birleşme kavramına işaret eden tahta
boynuzlu bir alageyik ile açılmakta. Alageyik, Altay-Türük
inancında kutsal bir hayvan. Burada filmin ismi olan Devir, tesadüfen
seçilmemiş olduğu ve bir zaman algısına işaret ettiği gözden kaçmaz. Altay-Türük
dünya görüşünde zaman sonlu değil, tekrar edendir. Bu yüzden döngülerin hemen
tüm bireyler tarafından benzer şekillerde tamamlandığına, bunun her toplum
ferdi tarafından aynen yaşandığına işaret edilir. An kök tamgası ile
anlatılan soyut ve donuk zaman kavramı, kişi tarafından akışkan olarak
algılanır, bunun da bir yanılsama olduğu bilinir. Özellikle bir masal
başlangıcında karşımıza çıkan “ben dedemin beşiğini sallar iken” ifadesinde
olduğu gibi zamanın bir saçıntı olarak algılanması düşüncesi vardır.
Filmin başkişisi ve yaşlısı (aksakalı)
olan Ramazan Dayı’nın bir rüyadan uyandığını filmdeki zamansal ve
uzamsal devir-daimin ilk imgesi olacak tahta boynuzlu geyik görüntüsünün, onun
rüyası olduğunu, o uyanınca anlarız. Burada hemen tüm filmde, bir
sinematografik zorunluluk olan bu düş mü gerçek mi ikilemi tümden belirtilmemiş
olması son derece Altay-Türük Şamanizm’inin hayat görüşünü
çağrıştırır ve aynı soruyu sorar; Bu rüya mı? Sinema dilinde kahramanın rüya
gördüğü bir şekilde belirtilir, ama filmde karşımıza çıkan iki rüya; Ramazan
Dayı ve Ali’nin rüyası gerçekle rüya arasındaki sinematografik
geçkiye yer vermez. İşte bu da tam anlamıyla Kamlık İnancı ile
ilgilidir. Çünkü bu inançta rüya-gerçeklik, yaşam-ölüm ikilemlerinin aynı şeyin
yansımaları olduğuna inanılır. Bunlar arasında kategorik bir farktan bahsedilmez.
Hem Ramazan Dayı’nın, filmin ilerilerinde göreceğimiz hem de Ali’nin
rüyası izleyene sonradan “hım bu rüyaymış” dedirtir. Bunun muhteşem bir ayrıntı
olduğunu düşünüyorum.
Ramazan Dayı, bir suyun
yanında Arapça yapılan yağmur duasına katılmak için uyanır. Apar topar
duaya katılır. Burada şu anda nasıl bir inanç çerçevesine sığdırılmaya
çabalansa da kutlu alageyik rüyasına giren bu kişinin atalarla olan bağının
kesintisiz devam etmiş bir yaşlı (aksakal) olduğunu duyumsarız. Bu kısım bana
birçok şey anımsatır... Onuncu yüzyılda Orta Asya’yı, dolayısıyla Oğuzları ziyaret
eden Arap gezgini İbn Fadlan seyahatnamesinde şöyle aktarır; “İçlerinden
biri, Bana Kuran oku dedi. Okuyunca hoşuna gitti. Tercümana dönerek, ona
susmamasını söyle dedi. Bir gün bu adam tercüman vasıtasıyla bana Bu Arap’a
sor. Rabbinizin karısı var mı? dedi. Ben ise, onun bu sözünü büyük bir
günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. O da, benim gibi tövbe etti
ve estağfurullah dedi. Türk'ün âdeti böyledir. Bir Müslümanın tekbir ve
tehlil getirdiğini duyarsa onun söylediğini tekrarlar” demektedir. Burada
anlatılan psikolojiye katkıda bulunan İbn Fadlan kitabında şöyle bir ek
yapıyor; “Türkün âdeti böyledir. Müslümanı tesbih ve tehlil derken duyarsa onu
gibi yapar”… Filmin başlangıcında böyle bir katılma halini sezeriz, saplantılı
bir dindarlığı değil. Ki Arap gezgin İbn Fadlan; “Bir dağdan geçtikten
sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar,
kıl çadırlarda oturan ve konup göçen yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi,
sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu. Çok
güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına
başvururlar. Hiçbir şeye ibadet etmezler,” de demektedir. Burada İbn Fadlan’ın
da altını çizdiği gibi, Eski Türklerin Ortadoğu’da göze çarpan yalın
putperestliğe veya dinlere benzer bir görüşte olmadıklarını anlamaktayız.
Daha sonraki sekansta, neşeyle
erkeklerin birbirini suya attığı bir şakalaşmaya tanık oluruz. İbn Fadlan
seyahatnamesinde; “Oğuzlarda, Cürcenlerde, Moğollarda su tabu idi. Onu
kirletmemek gerekiyordu. Vücudu, elbiseleri suda yıkamak yasaktı. Onlara göre
suda yıkanma kötü ruhları celp eder, şimşeklerin, yıldırımların boşanmasına
sebep olurdu. Suyun yere dökülmesi suçtu” der. Suya çok nadir temas edildiği,
bunun akan su olmasının tercih edildiği anlaşılıyor. Sadece bu şenlik gününde
şaka olarak suya atılmaya izin olduğunu düşünebiliriz. Zaten suya atılan kişi
en çabuk biçimde sudan çıkıyor. Ayrıca bu şakalaşmada erilin, dişil olan su ile
buluşturulması, yukarıda bahsettiğimiz Kürüt Yıldızı (Mars) simgeleri
ile donatılmış eril unsuru yönetimindeki sürünün su unsuru yönetimindeki
ırmakla buluşturulmasının bir sinematografik girizgâhıdır.
Yarışma öncesinde adetten olduğu gibi
sabah herkes yemek yemektedir. Ramazan Dayı, daha sonra nasıl bir eylem
olduğunu kavrayacağımız bir harekette bulunur; yediği etin kemiklerini ayırıp
toprağa gömer. Bundan sonra diğer iki yarışmacı olan Mustafa ve Ali’nin
mermer sahasından aşı taşı (kırmızı taş) bularak aldıklarını izleriz. Mermer
ocağı açılmış bu açık alanda Mühendis ile karşılaşırlar. Genç Mühendis
onlara, şimdilik kırmızı taş alabileceklerini, ama bir dahaki gelişlerinde izin
almaları gerektiğini söyler. Motosikletle bu iki genç namağlup Ramazan Dayı
ile buluşmak için köy meydanına gelir. Köy meydanında, hemen her köyde
karşımıza çıkan bir Atatürk Büstü vardır. Ama bu büstün çevresi Altaylarda
en kutsal olan çember şekli oluşturulacak şekilde Ardıç Ağacı
dikilmiştir. Çok daha şaşırtıcısı, bu ağaçların yine kutlu sayı olan dokuz adet
olmasıdır. Ardıç çemberinin içinde oturup çay içen Ramazan Dayı,
gençlere artık yaşlandığını, onun zamanının geçtiğini artık gençlerin zamanının
geldiğini anlatır. Gençlerin onun nasıl defalarca bu yarışmayı kazandığını
kavrayamamış olduğu da anlaşılmaktadır. Burada aksakalın, toplumun en gencine
töreyi aktarma isteğindeki alçak gönüllüğü görürüz. Ama çağın gereği gençler
acelecidir. Gençler aldıkları kırmızı taş boyasından bir kısmını Ramazan
Dayı’ya verirler.
Filmin burasında gençlerden Ali ve
diğer sekansta gelenekle bağı devam eden Ramazan Dayı’nın seçtikleri koyunları
nasıl boyadıklarını görürüz. Ramazan Dayı, kırmızı taşın tozunu (aşı taş
boyası) koyunun yününe döker, ağzına bir miktar su alıp koyuna püskürtür ve
eliyle ıslanmış boyayı koyuna yayar. Ali ise döktüğü toz boya üstüne
plastikten kullanılmış bir camsil şişesine koyduğu suyu sıkmaktadır. Ramazan
Dayı buna bedenini, tükürüğünü ruhunu katarken, Ali daha pratik bir şekilde
bu sprey fışkırtma yöntemini yeğlemiştir. Bu sahne beni çok çarptı. Çünkü
özellikle Altay-Türük şifacılığında tükürmek kullanılan bir yöntem.
Ayrıca efsanelerde anlatıldığı üzere insan yaratılırken, yaratmaya müdahale
eden Erlik insan bedenine tükürmüştür. Suyun tükürükle birleştirilmesi
ve boyaya katılması, ruhun sürünün lideri kızıla boyanan koyuna geçirilmesi
için törensel bir anlam taşır. Oysa Ali bu ayrıntıyı kavramamış gözükmektedir.
Hazırlanan koyunlar ve sürü tostos
denilen yürüyüşe çıkarılır. Tostos kavramının töz, tös, töstös
gibi son derece Altay-Türük kavramlarıyla örtüştüğünü söyleyebilirim. Bu
kavram Altay-Türük Şamanizmi’nde dublelemek, ikilemek, ikizlemek
kavramına işaret eder. Bu dünya görüşünde dublelemek, ikinci bir kopya yapmak
evreni taklit etmekle ilgili bir eylemdi. Rus dilbilimci ve antropolog A. V.
Anohin, aktardığına göre Altaylarda yukarı kategorideki ruhlar ve bunlar
için Erlik, tös temel-esas olarak daha aşağıdaki daha temiz
ruhlar aru-körmösı ise tayganım yani desteğim olarak
açıklanmaktadır: Her temiz ruh kendi tös’üne sahiptir. Altay dilinde toro-tozo
fiili meydana gelmek, doğmak anlamına gelir. Tös hem esas, hem başlangıç
hem de öz kavramlarına denk gelir. Bu kavramın devamı olan anahsıt tördö
Altaylarda boynuzlu hayvanın kökü anlamına gelmektedir. Türkiye’deki bazı Yoz
Şamanist çevrelerde tös’lerin put olduğu, dolayısıyla Eski
Türklerin putperest olduğu propagandası yapılmasına karşın, Altay-Türük
toplumlarında diğer toplumlarda rastlanan put, idol, inşa edilmiş tapınak
kavramlarına rastlanmaz.
Filme dönersek, şenlik başlangıcında göğe
silah atışını görürüz. Savaş hazırlığında göğe ok atmak çok eski bir Oğuz âdeti
olduğu bilinmekte, yeniçağda ok ve yayın yerini silah almış diyebiliriz.
Sürülerin hazırlığı tamamlanır. Gece olunca ozanların konser verdiği bir
eğlence düzenlenmektedir. Sabaha karşı nehre doğru inerlerken yaşlı bir kadının
"Seherde uğradım ben bir geline" demesi oldukça manidardır. Seher
vakti ilk sürünün suya girmesiyle yarış başlar. İlk sürü nehri geçemiyor.
Sonraki sürü Ramazan Dayı’ya ait ve nehri geçip yarışmayı kazanıyor.
Burada suyun dişiliği, sürülerin erilliği ile birleşiyor, burada tüm filmdeki toşmak
(evrensel tamamlanma, birleşme) kavramının ilk görünüşü karşımıza çıkar. Ramazan
Dayı yarışmayı yedinci defa kazanmıştır. Eve dönüp eşine haber verir ve
olanları televizyonda izlemek için açmak ister. Televizyonun uydu dekoderinin bozulmuş
olduğunu düşünür. Bozulmuş dekoderi alıp kasabaya iner. Ama açma kapama
düğmesinde kapandığı için çalışmamıştır. Eve dönen Ramazan Dayı
televizyonda şenliklerin haberini ve onunla yapılan röportajı dinleyerek
keyiflenir.
Bu sırada yarışmada üçüncü olan Ali
duruma kahrediyor ağıla giriyor, kızıl koyun ondan kaçıyor, Ali içki içmekte
ve üzgündür. Ali yarışmayı kaybetmesine neden olduğu kızdığı kızıla boyanmış koyunu
ağıldan çıkarır. Hayvanı kapı dışarı ettiği için koyun başıboş uzaklaşır.
Birden karda kışta sahipsiz kalan koyunu yabancı iki kişi alıp kestiğini görürüz.
Aynı filmin başında olduğu gibi sinematografik hazırlıkla belirtilmeyen bir
rüyadır. Ali yatağından kalkar, o sırada odanın duvarda İsa'nın çoban
kıyafetinde koyun sürüsü güttüğü bir duvar halısını görürüz. İşte tam burada
yine Eski Türklerin adetleri, başka inançlara bakışları ile ilgili eşsiz
yaklaşım kendini gösterir. Daha önce İbn Fadlan alıntısında olduğu gibi,
eğer başka bir inançtan bir objenin uğuruna inanılıyorsa, bu konuda tereddüt
edilmeden kullanılır. İsa’nın Agnus Dei ikonografisi, sürülerin çobanı
olması gibi Eski Ahit kökenli bir görsel, sadece Ali’nın hem
kendi hayatına eş görmesi ile bu halıyı benimsemiş olabilir, onun için bunun
başka bir dinin objesi olasının hiçbir önemi yoktur. Bu Eski Türk inancında
dua, sunak, tapınak olmayışı. Duaların alkış (ululama) veya tileg (dileme)
şeklinde oluşu psikolojisinin güzel bir anlatımıdır. Aslında tüm Eski Türk
İnancı, aynı Ön-Taoizm’inde (Wu Şamanizmi) olduğu gibi bir dizi
uğur, sakınma ve saygı duymaktan ibaret olduğu görülebilir. Ayrıca burada
sinema dili olarak birinci ve ikinci rüyanın tasarı mı, öngörü mü olduğu
belirtilmeden sunumu, tamamen Altay-Türük düşünesinde rüyaya ve gerçeğe
ilişkin bakış açısını eşsiz bir biçimde betimler. Rüyasının etkisinde kalan Ali
hemen dışarı çıkıp kızıla boyalı koyunu bulur, sever. Onu geri almaz ma bir
başkasının çitini açıp diğer sürüye katar.
Ali akşam yemeği
için Ramazan Dayı ve Mustafa’nın yanına gelir. Burada Ramazan
Dayı’ya şehre çalışmak için gideceğini sürüsüne bakıp bakamayacağını sorar.
Ramazan Dayı evet yanıtı verir. Yemekte kemikli et yerler. Ramazan
Dayı kemikleri ayırmalarını, atmamalarını söyler. Bu ısrarı diğerleri
anlamaz. Ramazan Dayı topladığınız kemikleri gömün der. Nedenini
sorarlar, Ramazan Dayı da; "hayvan sağlam doğsun" der. Bu sözler
binlerce yaşındadır. Konuyu anlamayan Ali sorar; "İyi de dayı
kemiklerin hepsini bulmayız ki der". Ramazan Dayı "bulabildiğin
kadarını koy eksik kalan olursa yerine tahta koy" der. Rus Antropolog Andrey
Markoviç Sagalyev, Ural-Altay halkları hakkında; “Ağacın kökleri
gövdesi dal ve yaprakları üç boyutlu evrenle ideal olarak uygunluk gösterir ve
onun doğal zaman döngüsüne dâhil olması, insan varlığının süresi ve onun
döngüsü hakkındaki düşüncelere sebep olur” diye yazar. Sagalyev, tös
kavramı için Şaman’ın kopyası olan gerçek boyutta tahta bir kukla yapılması,
Şaman ölünde bu kuklanın kayın ağacının içindeki bir kovuğa gömüldüğü
anlatılır. Bunun yanında yine Sagalyev, hayat ağacı görünümünün bir
önemli yönü de insan kemiğiyle ağacın özdeştirilmesini belirtir. Altaylarda soy
kelimesi aynı anda kemik anlamına da gelir. Özellikle Saha-Yakut halkında
ağacın insan bedenine benzetildiğine de rastlanır. Burada tahta, kemik yerine tamamlayıcı
büyüyen ve yaşayan, ölüme karşın arta kalan sonsuz yaşam ilkesine atıfta bulunur.
Ali şehre
çalışmaya gitmeye karar vermiş, şehre giden dolmuşa biner. Dolmuş yolda
bozulmuş bir araba ile karşılaşır. Filmin başında kırmızı taş aldıkları genç
Mühendis bu arabanın sahibidir. Adama yardım edip arabasını çalıştırırlar. Ali
İstanbul’a varıp bir kesim ve besi çiftliğinde çalışmaya başlar. Koyunları
kesim için bir bir ağıldan çıkarmaktadır. Burada otomatik hareketlerle
çalışanlar hayvan keser. Ali mola sırasında gidip sürüdeki koyunlara adeta
büyük bir ihtiyaç duyarak dokunur, şehirdekilerin hayvan ile ilişkisinin
kopukluğu ve soğukluğu burada görünür hale gelir. Burada ikonografik olarak Ali
kırmızı renk giymiştir, ama bu sürü ile insanın ilişkisi olmayan soğuk ve donuk
bir durum söz konusudur. Ali’nin koyunlara dokunuşu şefkat değil, doğal
bir reflekstir. Aynı Altay-Türük inancındaki atalarımızı doğaya karşı oglagu
(dikkati nezaket) ve aya (saygı, hürmet) hissinde oluşu gibi. Diğer
çalışanlarda böyle bir bu refleks yoktur. Otomatiğe bağlayarak söylenen bir tekbir
ile hayvan keserler. Bu yabancılık ve kabul görmeme Ali bir kafeye
girmek isteyip içeri alınmayınca daha da açığa çıkar. Bu arada neredeyse bir
yıl çalıştığını düşünürüz, çünkü bir yıl sonraki şenlik zamanı gelmiştir. Ama
aynı zaman kavrama algısı yüzünden sinematografik zaman geçti betimlemesi
ile karşılaşmayız.
Ramazan Dayı, Ali’yi
telefonla arar. Kırımızı taş boya almaya geldiklerinde madenciler yasaklamış
der bir çitle saha kapatılmıştır. Ramazan Dayı, “olmazsa sen şehirden
toz boya al” der. Bu arada başka yerlerde kırmızı taş aramak için Mustafa ile gezinen
Ramazan Dayı dağda akkuyruk otunu gösterir, “bu ot koyunların yarasını
iyileştirir” der. Genç Mustafa’ya bunu kaynatınca koyunun yarasına iyi geleceğini
anlatır. Kırmızı taş bulamazlar ama otu alıp geri dönerler. Burada çok ilginç
bir şekilde her sene işlerine yarayan bu kırmızı taşı depolamadıklarını, her
sene bulup alıp uyguladıklarını anlarız. İstifçiliğin bir Avrasya Göçebesi için
hiçbir anlamı yoktur. Şehirde ise Mustafa kırmızı taşı ararken karlı bir
yere gelir ve bir geyikle karşılaşır, geyik kaçar. Mustafa “taş
bulamadım” der, yaşlı Ramazan “buluruz, buluruz” der. Bunları konuşurken
bir yandan akkuyruk otunu kaynatmaktadır. Kırmızı taş aramak, amaç değil adeta
bir reflekstir. Onların önlerine çıkan engel bu refleksi engelleyemez. Yani töre
tümüyle içten gelen bir reflekstir.
Ali şehirde
boyacıdan kırmızı boya alır. Otel odasında bir post üstünde boyayı dener, o
sırada TV'de genetiği ile onanmış koyun ve sakatlığı hakkında bir haber vardır.
Hayvancılık üzerinde aslında kristalleşen bu duygu durumu Ali’nin nihayetinde
sıkılıp köye geri dönmesine neden olur. Bu arada dağ balına hala kırmızı taş
arayan Mustafa, yolun kenarında önüne taş yığılmış bir ağaç görür, yanına
gider, eline aldığı taşları oraya atar ve el açıp dua okur. Duası bitince bir örümceğin
ağını bozmadan atlar, bu refleks bu insanlara sevapla gidilen cenneti pazarlamak
mümkün müdür diye düşündüğüm andır bu an.
Ali dönmüş ve
işe koyulmuştur. Şehirden aldıkları boya ile koyunları boyamaya başlarlar. Bu
arada Mustafa ve Ramazan Dayı koyunların memelerindeki yaralara
iyi gelsin diye akkuyruk otunun haşlama suyunu sürmektedir. İşlevsel olarak
baktıkları hayatta çözüm olarak kullandıkları sentetik boyanın sonuçsuz
kaldığını görmektedirler. Şenlik başlar, sürülerini Mustafa sudan
geçirmeyi başarır. Ramazan Dayı tekrar birinci olur. Diğerleri
üzülürken, o yıl üç birinci seçildiği ilan edilir. Mustafa da
birincilerden biri olmuştur. Sevinçle bunu kutlarlar.
Şenlikten sonra genç Mühendis bir
şoföre bulmak umuduyla köye gelmiştir. Ali şoför olmayı kabul eder. Ali
çalışmaya başlar sofrada otururken çalışan kadından bir bardak ister. Kadın
bardağı kırar, Ali "bardak kırmak uğur getirirmiş" der. Kadın
da “cana geleceğine mala gelsin” der. Ali de “inanır mısın böyle şeylere,
bardak kırılınca uğur getirdiğine falan” der kadına. Kadın da "bazen, sen?"
der. Ali de "tek tük" der. Kadın merakla "neye
mesela" der. Ali de, önceki sahnede Mustafa’nın dua ettiği
yeri anlatır; "bizim orda mesela, yaylada bir ağaç vardır onun dibine taş
atarız, ailede kaç kişi varsa ona göre taş atarız" der. Bunun uğur
getirdiğini belirtir. Gördüğünüz üzere sevap için değil uğur için yapılan
eylemler bütünüdür inançları, aynı Altay-Türük Şamanizmi’nde olduğu
gibi. Onuncu yüzyılın Arap Gezgini İbn Fadlan
seyahatnamesinde bir Oğuz Yabgusu için; “Bir gün hükümdara sordum. Ülken
geniş, malın çok, vergilerin fazla... Niçin, Halife'den bir kale yapmak için
önemsiz miktarda para istedin? dedim. O da Halife'nin parasından uğur
gelmesini beklediğim için bahsedilen parayı istedim" diye
aktarmaktadır. Görüldüğü üzere uğurlu, kutlu kabul edilen eylemlerin tekrarı
ile var olan bir inanç dünyası görülmektedir.
Ali ile Mühendis yaylaya çıkar. Elinde silah olan Mühendis’in
avlanmaya niyeti vardı. Karların üstünde bir alageyik ile karşılaşırlar. Burada
iki rüyada olduğu gibi yerde ince bir kar vardır. Şaman inancındaki rüya ve
gerçekliğin iç içe oluşu burada güzel yansıtılmıştır. Mühendis alageyiği
vurur. Alageyik yere düşer düşmez koşarak yanına gider ve boynuzlarını
keser. Bedeni orada bırakarak arabaya dönerler. Ali olaya bir anlam
verememektedir. Oldukça sarsılmıştır. Arabada İngilizce bir Pop şarkısı
çalmaktadır “Gonna be strong baby” (Güçlü olacaksın bebeğim), Ali
oldukça gergindir. Ali, Ramazan Dayı’nın evine gelir, telaşla geyik
boynuzu olup olmadığını sorar. Nedenini soran yaşlı adamı geçiştirir. Sonra ondan
tahta ister. Aldığı tahtaları keserek geyik boynuzu şeklinde bir birine çalar. Ali
tahta geyik boynuzu yapma işine devam ederken Mühendis’in alageyik
boynuzlarını mermer ocağındaki barakasının önüne astığını görürüz.
Ali ormana geri
döner. Yaptığı tahta boynuzları geyiğin yanına bırakır atar. Öyle üzülerek
falan değildir davranışı bir tamamlama telaşı vardır. Burada kutsallık yoktur. Sadece
tamamlanması gerekliği duygusu vardır, çünkü kişi evrensel düzende eksik
bırakamaz. Dağda dolaşan Ali o sırada büyük bir kayaya rastalar. Eliyle
dokunduğunda ve biraz karla ovuşturduğunda bunun koyunları boyamak için
kullandıkları aşı taşı olduğunu fark eder. Taşı orada bırakır ve bir an
durur, yürümeye devam eder. Bu anda, Ramazan Dayı’nın yağmur duasındaki
düşü, Ali’nin düşü, alageyiğin vurulması ile oluşan üçlü görüm
tamamlanır. Mermer ocağının kırmızı taş kullanma yasağına, şehirlilerin unutmuş
ve uzaklaşmış duyarsızlığına rağmen, Kut nedir anlayan kişi eğer
tamamlarsa (toşmak) hayat ona yeni alternatifler sunacaktır. Bir inancın
yansıması işte bu kadar muhteşem anlatılabilir. Derviş Zaim’e teşekkürü
borç bilirim.