16 Şubat 2008 Cumartesi

Büyük Denizde Küçük Balık (Makale)


Benim kuşağım katılımcılığın önem kazandığı bir anlayışla müzik üretmekteydi. Bu üretim tarzında, katılımcılık kişisellik karşıtlığı ve özerk hareket ile bir koşutluk da oluşturuyordu. Müzik yapmak isteyenler ya beste yapıp bir topluluğa bunu icra ettirmek ya da doğrudan bir müzik grubu kurmak yoluna gitmekteydi. Doksanlı yıllar, sessiz sedasız geriden atak yapıp yarışa katılan başka bir üretim tarzıyla bizi tanış etti; “elektronik müzik”. Katılımcılığın sınır çizdiği özerk hareket yeni biçimler aldı. Seksenlerin erişim estetiği İnternet ortamında üretilenin paylaşımıyla bütünüyle yepyeni olgular yarattı.
Bu yazıda bir “yalnızlık adası” olarak elektronik müziği başka bir açıdan değerlendirmek istiyorum. Ürünün ortaya konması ve sanatçının değişen konumu hakkında yazacağım. “Yapıt kendisini ona adayan kişiyi olanaksızlığına direndiği noktaya doğru çeker” der Maurice Blanchot. Aslında yapıt sanatçının bütünüyle yalnızlığı ve yabancılaşmasıdır. Kolektif üretim biçimlerinde bile yapıta yabancılaşılır, sonuçta üretim sanatçının yalnızlık adasına dönüşür.
Batı sanatı, “lirik” (şiirsel) anlatıyı özel bir amaç olarak ürünün kişiselleştiği dönemden itibaren sanatçıya dayatır. Bu dönemden önce, yani Giotto’nun yapıta imza atıp ilk kez sanatçıyı zanaatçıdan başkalaştırdığı andan önce, sanatçı “anonimin” bir parçası, geleneğin bir neferiydi. Ürünün imzayla sanatçının bir uzvu haline getirilmesi, sanatın seçkinciliğe dönüşmesinde ilk basamaktır. Bu dönemde sanat anlatımcıydı. Tümüyle anlatımcı, şiirsel bir hal aldı üretim. Böylelikle sanat büyülü, sanatçı tekin olmayana dönüştü. Müzik de sanatın diğer dallarındaki gelişim çizgisini izledi. Altıncı yüzyılda başlayan ilk çok seslendirme girişimleri sırasında kilise korosunda söyleyenler ya da Ön-Rönesans’ta Monteverdi ilk opera kantatlarını sahneye koyarken burada rol alan icracılar, günümüzde olduğu gibi sanatçı değil zanaatçıydı. İmza derinleştikçe sanatçı ile dinleyici arasında ayrım belirginleşti. Yaklaşık altı yüz yıl süren Batı müziğinin serüveni, çeşitli estetik-anlatımcı diller geliştirdi. Bu şiirsel yaklaşımın belki de nedenini en güzel Rilke tanımlar, şiirden bahsederken müziği de kapsayarak; “Dizeler duygular değildir, deneyimlerdir”. Burada anlatılan o dönemin yani Ön-Rönesans’tan başlayarak tüm Klasik dönemde müzik için de geçerlidir. Buradaki deneyim sözünü Maurice Blanchot “varlıkla ilişkili, bu ilişkide insanın yenilenmesi –bir sınama–, ama belirsiz kalan” olarak tanımlanmaktadır. Aslında tanımlar arasında sıkıştırılsa da sanat yine belirsizliğini koruyan bir üretim süreci içerir ve hep aynı soru yinelenir; Sanat nedir? Bu müzik midir? Müziğin gerçekliğini ve sanatsallığını ölçmenin belki de en kolay yolu, önce durumunu, konumunu belirlemek ve içinden sıyrılıp geldiği geleneğe bakarken öncelediği yeni sözü anlamaya çabalamaktır diyebiliriz. Eğer deneysel bir müzik varsa ortada, antitez olarak sunulduğu geleneği doğru kodlamak, sanatsallık tartışmasında kolay sonuca götürebilir.
Adeta bir alt kimliğe dönüşen, iki harfli tuhaf bir mahlas olan DJ, kolektif-şiirsel anlatımın gönüllü hizmetkarı kuşağıma gerçekten de tekinsiz gözükmekte. Bu olguyu anlamak için sanatın önce hazır-nesne estetiği, sonra da Punk’ın erişim estetiğiyle üretim mekanizmalarını değiştirme girişiminden söz etmek gerekir. Kolektif-şiirsel anlatımın ilk eprimeye başlaması Charles Ives’in “Yanıtlanmayan Soru” eseriyle başlar belki de. Yirminci yüzyılın başında, tekrar makamsallığa geri dönen armonik anlayış, geçmişe işaret eden yeni anlatımları arar. Ama bu anlatımlar da kolektif-şiirsel anlatımın kabuk değiştirmesinden ibarettir. Kozadan kelebeğin çıkması için Schönberg ve Webern’in ya da Berg’in “on iki ton müziğini” yapılandırması gerekecektir. Bu ilk adımdır. Çünkü anlatımcılık korunurken yeni müzik şiirselliği neredeyse tümüyle reddeder. Bu önemli ilk adım “elektronik müzik” ve “somut müziğin” kendine yer edinmeye başladığı İkinci Dünya Savaşından sonra kolektiflikten de sıyrılır çünkü besteci aynı anda icracı da olmuştur. Sanatsal atılımın popüler alana inmesi yetmişleri bulacaktır.
Duchamps ile başlayan sıradanın sanata dönüştüğü Dada estetiği Batı Sanatında ilk kırılma noktasını gösterir. Artık her sanatçı bir gelenek yaratma iddiasındadır ve sanatını üretirken usta bir sabotajcı gibi davranmaktadır. Rus Devrimiyle yıkım estetiği özellikle sanatın çehresini değiştirir. Müzikte bu dönemde özellikle yeni makamsal (modal) anlayışlar, çoktonluluk, çifttonluluk, tonsuzluk (atonalizm), on iki ton diziselliği, serbest dizisellik gibi yeni anlayışlar oluşur. Özellikle dizisellik yeni bir kompozisyonu karşımıza çıkarır; tekrar edilen küçük birimlerden oluşan bir ezgi anlayışı. Bu da günümüz elektronik müziğinde sıkça rastladığımız bir olgu.
Günümüzün elektronik müziği yukarıda saydığım (yeni makamsal, çoktonlu, çifttonlu, atonal, on iki tonlu, serbest dizisel) birçok üretim tarzına işaret eden bir hal almakta. Bu da elektronik müziği çağlar arası bir yere yerleştirmekte. Bu zor kodlanan alanda böylelikle blöf kolaylaşmakta. Benim kuşağımın müzisyenlerinin bir kısmı o yüzden elektronik müziği tümden yok sayma eğiliminde ve bu müziği yeni kazanımlar sunan bir üretim ortamı olarak görmemekte.
Yetmişli yılların sonuna doğru tüm kodları değiştiren bir anlayış karşımıza çıkar; Punk. Aynı Dada gibi yıkıcı, hatta kıyıcı olan bu akım fanzinlerle gelişen bir erişim estetiğini önerir; kolaydı, ucuzdu sen de yap! Düzenle paralelleşen Rock müziğine karşıt olarak gelişen bu akım sonradan DIY (Do-It-Yourself) müziğine de alt yapı hazırlayacaktı. Bu dönemin oluşmasında Duchamps’ın klozetinin yarattığı şok dalgası, Fluxus’un rastlamsal üretim arayışı, yeni ekonomik koşullar ve teknoloji sayesinde üretim sürecinin farklılaşması da rol oynar. Punk’ın ortaya çıkışı sadece İngiltere’nin imparatorluktan bir ada devletine dönüşmesinin yarattığı hayal kırıklığı olamaz. Parodi ve pastijin önem kazandığı bu yeni bakış açısıyla Punk, Batı’nın yüzüne onun tüylerini diken diken edecek bir heterodoks sloganla haykırır; Gelecek Yok! Artık zamanın kodlanmasına da yıkıcı bir yorum getirilmiştir. Bu da Punk’ın benzeşsizliğine işaret eder.
Takvimler 1978’i gösterdiğinde, özerklik ve hakikilik, “kendin yap” estetiği ile yoğrulunca, İngiltere’de 231 bağımsız plak şirketi ortaya çıkar. Bu olgu 1980’de 800 bağımsız plak şirketiyle doruğa ulaşır. Paul Rosen “İngiliz Müzik Sanayiinde Teknoloji ve Anarşi” yazısında “Üretimin tekelleşmesine yükselen bu tepki yepyeni bir üretim biçimini sundu. Bu biçemin belirgin bir siyasallığı olmasa da kendi içinde siyasal bir amaçtı içkin istikrarsızlığı seçmesi” der. Bu seçim gerçekten de belki de Punk’ın en şuurlu tarafıdır. Büyük bir denizde küçük balık olmayı seçmektir aslında bu. Bağımsız bir müzik sanayii elektronik müzik üretiminde de önemli bir olgudur ve bunu neredeyse Punk’tan ödünç almıştır.
Elektronik müziğe bireyselleşmenin yeni bir kalesi olarak bakmaktan çok, insani olanı arama çabası olarak bakmayı yeğlerim. Sanatın önemli sorunsallarında olan “deneyimlendirme” süreci üzerine elektronik müzik belki de diğer türlerden daha çok eğilmekte. Bunu çağının geldiği noktadan, geçmişin deneyimlerine işaret ederek yapmakta. Burada en önemli araç tabi ki PC; ama PC bir çalgı değil, bir ortam. Dolayısıyla müzik daha önce hiç rastlamadığı bir olguyla karşı karşıya. İşte sırf bu nedenle bize “elektronik müzik, müzik değildir” savı sunulmakta. Ama üretim unsurlarını değiştirmiş her kavramsal müziğin gerçekliği tartışılırsa müzikte ilerlemenin önü tıkanmış olmaz mı?
Elektronik müzik kompozisyonunda aynı dizisellik anlayışında olduğu gibi sıralamanın önemi ortaya çıkıyor. Kompozisyon anlayışı frekans eşiklerine indirgenmiş çalgı kökenli olmayan sesleri de heyecan veren bir şekilde müziğin içine dahil etmekte. Gürültünün malzeme olarak kullanılması yanında, olayların belge olarak kaydedilmesi de müziğin konusu haline gelmekte. Belge-müzik, bellek-müzik, müzikdışı-müzik gibi yeni tanımlarla çok yakında karşılaşmamız çok olası. Belirli bir kavram ve estetikle müdahale edilmiş olan her ses katmanı müzik olarak tanımlanmaya başlanması yakın gelecekte tanık olacağımız başka bir olgu. Burada sanatçının ya da Bay DJ’in sadece her sessel dokuyu kodlaması ve diziler oluşturup bunları harmanlaması üzerinden yeni bir yaklaşım oluşmakta. Asıl ilginç olan da bu sanırım.
Yüksek sanattan eşitler arası sanata yöneldiğimiz bu çağda, özekliğini ve hakikiliğini fark ettiğimiz her ürünün heyecanını paylaşmak gerektiğini düşünüyorum. Burada önemli olan içinde yüzdüğümüz gelenek denizinde küçük balıklar olduğumuzu unutmamız. Çin simgeciliğinde bilgi olarak kodlanan su, burada bilerek seçildi ve anıştırmaya bilerek malzeme edildi. Bilginin önemsenmediği bir sanatın sanat olmayacağını zikretmek gereksiz. Ama Mayakovski’nin söylediği gibi “aşağılanma denizin üstünde bir ben kayası” olmayı seçenlerin de gözümüzde saygın bir yeri var.

1-7.4.2005 Ankara

Vadi Ağzında (Makale)

İlk iki yazıda saptamak ve kaydetmek üzerinde durduk. Önce saptanan sonra kaydedilen sonuç olarak aktarılacaktı. Bu yazıda aktarmanın işlevi ve dönüştüğü olgular irdelenecek. Aslında aktarmak gerçektende saptamanın ve kaydetmenin nihai sonucudur. Saptamanın ve kaydetmenin asıl amacı onu zamanın yıpratmasına karşı korumayı amaçlar. Böylelikle tecrübe ya da o toplum için hatırlanması gereken değer bir sonraki kuşağa aktarılır. İnsanoğlunun bedeni dışında yardımcı aletler üretmesi, kısa sürede bedeninden yabancı ama bedenini tamamlayıcı nesnelerle birlikte yaşamasını getirmiştir. İşte bu kültürün başlangıcıdır.
Peki aktarmanın işlevi nedir? Aktarmak, yeni kuşağa bir önceki kuşağın deneyimini iletmekten ibaret gibi gelebilir, ama aslında sadece bu işe yaramaz. Aktarmak o topluluğun kimliğini de oluşturur. Bu kimlik kısa sürede o topluluğun ortak mirası haline gelir, ki bu da insana özgü bir şeydir.
Örnek oluşturması için burada bir laboratuar toplum yaratalım. Bu topluluğun adını Á olarak seçelim. Á halkı iki tepenin arasında, bir vadide, bir ormanın kıyısında yaşayan toplayıcı bir topluluk olsun. Bu insanlar dağlık bir bölgede, dolayısıyla iklim şartlarının sertliğiyle mücadele ettiklerini düşünelim. Çocuk ölüm oranının yüksek olacağı bu toplumda doğum ve ölümün anlamını düşünelim. Kısa sürede doğuma yardım eden yaşlı kadınların önem kazanması, dinsel bir anlama bürünmesi kaçınılmazdır. Bu kadınlar doğumla, çocuk hastalıklarıyla ilgi deneme-yanılma yollu tecrübelerini kızlarına aktarmaktadır diyelim. Bu kısa sürede Á toplumunda dinsel işlevi olan bir kadın grubunun oluşmasına ve bu grubun dinsel bir işlev kazanmasına neden olacaktır. Bitki şifacılığını öğrenme -ki bu da bir tür tecrübe aktarma yoludur- bu kadın kastını, toplayıcı Á halkında saygınlar haline getirir. Bu kadınlara şifacı-ebeler diyelim ve onları Á(a) olarak adlandıralım. Toplum toplayıcılık yanında bazı kuşları da avlamaktadırlar. Bu ilkel avcılık kadınlardan çok genç erkeklerin işi olmaya başlayınca, topluluk içinde aktarılacak bir bilgi kümesi daha oluşur. Önce tesadüfe dayanan av yöntemleri bir kuşak içinde yeni avcılık biçemlerine dönüşecektir. Bu topluluk kısa sürede sadece toplayıcı olan Á toplumunun çevresini ve içyapılarını değiştirir. Bu topluluğa da avcılar diyelim ve onları Á(b) olarak tanımlayalım. Her iki topluluk da kısa sürede kendi iktidar alanlarını belirleyecektir. Bu da bu toplulukta ikili bir tecrübe aktarımını doğuracaktır.
Aktarmak niye ve kimler tarafından önemsenmiştir sorusuna bu laboratuar toplumundan yola çıkarak yanıt arayabiliriz. Á(a) ve Á(b) alt-toplumları aktardıkları tecrübenin kapalı kalmasını, bir topluluğun malı olmasını düşünür. Bu gizli topluluk o toplumun ön gördüğü ayinsel tutumların, kültürün ana hattını oluşturabilir. Ama Á topluluğu bir vadi ağzında değil de bir çölde olsaydı ve kadınlara bırakılmış olan küçük yemişleri toplama işinden hiç haberdar olmasalardı durumları çok farklı olabilirdi. Aynı Á halkını Amazon ormanlarına yerleştirseydik ve iklim koşullarını değiştirseydik başka sonuçlarda karşılaşabilirdik. Aslında bir toplumun aktarma sorunsalına nasıl bir çözümle yaklaştığı kolay kolay formüle dökülebilecek gibi görünmemekte. Á toplumumuzda iki grup arasında oluşacak olası ilişkiler örneğin; [Á(a) büyüktür Á(b)] ya da [Á(a) küçüktür Á(b)] ve ya [Á(a) eşittir Á(b)], o toplumun aktarma biçimlerini belirleyen bir başlangıç noktası oluşturabilir. [Á(a) küçüktür Á(b)] durumunda avcı alt topluluğu şifacı-ebe topluluğu üzerinde söz hakkı sağlamıştır. Bu toplumda genç erkeklerin erginleme (ergenliğe geçiş) ayinlerine rastlanır; bu müziğe ve kültüre damgasını vuran bir epik (kahramanlık) yaklaşımı, aşama yapma isteğini su yüzüne çıkartır. [Á(a) büyüktür Á(b)] durumunda şifacı-ebe olarak adlandırılan kadın seçkinler toplumun önderleridir. Bu toplumda şifacı şamanlar görülmektedirler. İktidar biçimi çok çeşitli olabilir. Danışman olarak yer alan bir kadın şaman, bir eril figürün toplum lideri olmasına rastlanabilir. Ama bu biçimiyle Á toplumu salt ya da karma anaerkil bir modeli benimsemiştir. [Á(a) eşittir Á(b)] biçimi ise, yani iki alt-grubun neredeyse eşit olmasına ise örneğin Bora-Witoto dilleri konuşan Amazon Yerlilerinde rastlanan bir durumdur. Bazı Tibet-Burman toplumlarında da benzer koşullar vardır ama belirttiğim gibi bu duruma çok sık rastlanılmamaktadır.
Yukarıda koşulları basit olarak tasarlanmış küçük bir toplumdan bahsetmekteyiz. Ama çağlar geçtikçe toplumların oluşturduğu formüller de karmaşıklaşmaktadır. Örneğin Roma toplumu için Ŕ dersek belki de kısaca; Ŕ[1Ŕ(a) büyüktür Ŕ(b) küçüktür Ŕ(c) eşittir 2Ŕ(d) büyüktür Ŕ(e) küçüktür Ŕ(f)] / Ŕ[3Ŕ...] / Ŕ[4Ŕ...] / ... şeklinde aktarılabilirdi. Bu kabataslak formül sadece işin çapraşıklığını anlatmaya çalışmakta.
Aktaranın ve aktarılanın doğasına gelince. Aktaran o toplumda muhakkak değer verilen kişi olacaktır. Bu en ilkel toplumdan, en modern topluma değin böyledir. Aktaranlar Á toplumunsa şifacı-ebeler ve avcılardır. Modern toplumlarda sanat-kültür adamları, bilim adamları, o toplumun aydınlarıdır aktaranlar. Hoş ülkemizde bilen bildiğini mezara götürme eğilimdedir ama zaten burada aktarma sıradüzeni bozulmuş milletlerden söz etmemekteyiz. Aktarılanın doğası ise simgelerde kendini gösterir. Bu o toplumun kimliğini oluşturur. Dünyadaki tüm bireylerin, Ohio’da oturan o bön Protestan’a benzetilmeye çalışıldığı günümüz dünyasında, aktaranın ve aktarılanın anlamı daha da önem kazanmakta. Bu süslerden arınma sürecinde her toplum küreselleşmenin zımparalamasına ya da cilalamasına maruz kalmakta. Aktaran aktardığının anlamını değiştirmekte. Bu bozulma süreci tek renkli, bir biçim, üniformalı bir dünyaya doğru götürüyor bizi.
Aktaranlar ilk başta hafızaya dayanan ezberciler, nota ve harf biriktirenler, kütüphane kuranlar ve kütüphane yakanlardı. Ama şu sıralar biriktirilen ve aktarılan kavramları sanal bilgi havuzları (örneğin PC, İnternet) sayesinde birbirine karışmışa ya da birbirine dönüşmüşe benziyor. Bilgisayar sonuçta bir cihaz ama diğer cihazlardan farklı olarak aynı anda da bir ortam. Bu da bilginin depolanması ve aktarılması biçimlerini çağımızda daha çapraşık hale getirmekte. Á toplumunda ilk kuş avcılarının ortaya çıkışı o toplumu değiştirmişti anımsarsanız. Peki ya PC nelere sebep oldu?
Aktaranlar eğer ezberleyen değilse, yani sadece hafızasına güvenmiyorsa muhakkak cihaz kullanır. Bu çağlar içinde çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Aktarma araçları harf, sayı ve resimler öğelerdir. Naxi halkının Yunnan (Güney Çin) bölgesinde yeşeren Dong-ba inancını aktardığı ve hala kullandığı Naxi hiyeroglifleri günümüzde yaşayan ve aktarılan belki de tek resim-yazıdır. Günümüze değin harf ve sayı sistemleri olgunlaşmıştır. Aktarmanın araçları modern çağda farklı saptama ve kaydetme cihazıyla değişime uğramıştır. Artık an kesitlerini de kaydedip aktarabiliyoruz. Aktarılan bir süre sonra depolanması gerekene dönüşmekte.
Bu süreçte zamana yenik düşmeyenler de vardır. Bu da bir aktarma aleti olarak hafızadır. Hala bazı toplumlarda okur-yazar olmamak nedeniyle hafızasına kaydedenler bulunmaktadır. Kaydetmenin, saptamanın ve aktarmanın ilk biçeminin bu olduğunu defalarca zikrettik. Ama Á halkı için geçerli olan bu çağda o kadar da yaygın değil.
Aktarmada en etkili yöntem, anı saptamakta inanılmaz bir yetisi olan müzik aslında. Her toplumda müzik bir bellek işlevi de görmektedir. Müziğin belleği o toplumun kimliği için önemlidir. Á toplumunda ayinlerin her biri için müzik kaçınılmaz bir hatırlatma nesnesi olarak o toplumun kimliğini belirler. Toplumun yeni üyelerine topluluğun geçmişi kuşaklar boyunca öğretilen efsanelerin seslendirildiği şarkılarla aktarılır. Müzik bu yüzden hala kimlik oluşturan ve aktaran bir işleve sahiptir. Çağdaş toplumda da hala müzik kişinin statüsünü belirlemektedir. Bu olgu, erginleme ayinlerini unutmuş Batı Toplumunda ortaya çıkan alt-kültürlerde gençlerin çevresinde toplandığı yeni kimliklere işaret eder. Bakınız Hippi akımı, Punk ve bunun gibi...
Aktarmanın zaman içinde eğlenceye dönüşmesiyse gerçekten ilginçtir. Kutsal olanlar anlamlarında sıyrılmış, bireye keyif veren nesnelere dönüşmüştür. Aktarma nesneleri tarih içinde insan hafızası dışında kağıt, taş, tahta ve benzeri işlene bilen dayanıklı malzemelerdi. Günümüzde ise teyp bandı, CD, plak ve diğerleridir. Bu dönüşüm kavramsal olduğu kadar somuttur da. Aktarmanın zorunluluğu sonraları, aktarılanın bireyselleşmesiyle ilk kişisel koleksiyonculuğun ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır.
Tasarladığımız o vadi ağında yaşayan Á toplumu tarih içinde birçok değişime maruz kalacaktır. Ama bu değişim süreci küreselleşmenin pençesinde bulunan her toplumun başına gelen bir etiketlenmeye de dönüşebilir. Televizyonda her izlediğimde dehşete düştüğüm şu National Geographic programında, yemek pişirirken sanki nesli tükenen bir hayvan türü gibi görüntülenen ihtiyar Karaim kadın aklıma geliyor. Artık birkaç kişinin konuştuğu dilde yemeğin tarifini verirken programın bir tokat gibi yüzünüze inen sloganıyla karşılaşıyorsunuz; farklılıkları alkışlamak mı ne? İşte öyle bir şey. Dediğim gibi bu süslerden arındırılma sürecinde umarım her toplum aktardığının değerini, kimliğinin oluşunu sağlıklı bir biçimde kavramaya devam eder, aynı vadi ağzında eski şarkılarını söylemeyi sürdürür.

1.1.2005 Ankara

12 Şubat 2008 Salı

Git Düşün ve Sonra Geri Dön! (Deneme)

Batı Uygarlığı, tarihi, Tevrat’tan kaynaklanan bir eğilimle çizgisel bir istikamette ilerleyen ve kesin amacı olan bir nitelikte tanımlar. Bu tarih kavrayışı onu kişisellikten ve tanımsızlıktan kurtarır. Oysa herkes bilir ki tarih tekrarlardan ibarettir. Bu tekrar, çizgisel tarih akışı üzerinde oluşan fiyonklar ya da geri dönüşler midir? Yoksa tarih döngüsel bir çember midir? Bu kitapta tartışılmayan bir mesele tarihin niteliği. Ama bu kitapta, bir ses renginin zaman içinde revaçta oluşu, gözden düşüşü ve tekrar gündeme gelişi anlatılacak.
Geçmiş, şu an, gelecek yan yana yazıldığında, bu üçü arasında eğilimlerin yolculuk ettiğini ya da tekrarlandığını görüyoruz. Bu eğilimler sanata, uygarlığa biçim vermekte. Batı uygarlığındaki başat eğilim, adeta hayali bir geçmişe, bir ulaşılmaz altın çağa saplanmış kalmıştır. Batının, daima kendini ona göre akort ettiği titreşim, Klasik Roma-Yunan uygarlığından kaynaklanır. Sanat ya da sanatçı ne zaman bundan uzaklaşsa, yeni bir akımmış gibi Klasik Roma-Yunan düşüncesine atıfta bulunan, yeni isim konulmuş bir tekrar yaratılır. Bu döngü içinde, bir öncesinde yer alan unsurlar tekrar gözden geçirilir, yenisiyle değiştirilir. Tabi alışkıl müziksel anlatımda yeni bir ifadeyi simgeleyen On İki Ton Tekniği, Somut Müzik ile plastik sanatlarda ekspresyonizmle başlayan ve figüratif anlatımı bütünüyle terk eden kopuşu bunun dışında bırakırsak, bu tümüyle böyledir diyebiliriz. Eski olan yeniyle değiştirilirken, tanımlar geleneğe karşı tekrar yazılırken aslında fotokopinin fotokopisi çekilir. Erkek Alto şarkıcının başına gelen de işte budur; yenisiyle değiştirilme.
Chomsky’nin de işaret ettiği gibi fiziksel bedenin iç yapısı dünyanın her yanında aynıdır; iki yüz sekiz kemik, iki böbrek, dört uzuv, bir kalp ve diğer organlar. Ancak oyun, çalışma gibi bedenin dış aktiviteleri kültürden kültüre değişir. Nakletme muhakkak dönüşme ve uygulama süreçlerinden geçer, gelenek olan her şey değişerek aktarılır. Bu değişimde dönemim beğenisi, yaşamsal mekan, sanatın üretildiği kaynak, üretim biçimi ve nedeni büyük rol oynar. Çağın koşullarındaki eğilimler çoğu zamanda öncüler yönlendirir.
Şarkı ve şarkıcının işlevi de bu oynak zeminde kimi zaman yerini bulup hareket etmemiş, çoğu zaman da yerini aramıştır. Batı çoksesliliğinin oluştuğu dokuzuncu yüzyıldan itibaren, şarkıcılar arasında kategoriler, üst başlıklar oluşturma zorunluluğu hasıl olmuştu. Fena halde tasnifçi batı bu zorunluluğu kendince oluşturduğu kavramlar sözlüğüne yazmıştır. Böylelikle insan sesi kadında tizden pes sese soprano, alto, kontralto; erkekte ise tenor, bariton, bas olarak isimlendirilmiştir.
Ne yazık ki sınıflandırma yanında çelişkileri de getirir. Çünkü insan sesi parmak izi gibi kişiye özeldir. Bazı sesler bu sınıflandırmanın içine sığmaz en başından beri. Bizim gibi iyi dublaj yaparak batılılaşan toplumlarda bu katı tasnif harfi harfine benimsenir, uygulanır. Sınıflandırmaya uymayan parçalar bedenden derhal, acımasızca ayrılır. Şan eğitimi sırasında bolca gözyaşı dökülür, afoni durumu oluşur, nodül sahibi olunur, larenjit ve farenjitle tanışılır, hatta ahbaplık kurulur.
Erkek sesi eğer doğaya müdahale edilmemişse yirmili yaşların ilk çeyreğinde olgunlaşır. Şarkıcının hançeresi, göğüs çeperi, boynunun uzunluğu kafatası biçimi, burnu, diş ve ağız şekli onun ses renginin oluşmasında önemli unsurlardır. Hatta buna iklimi ve beslenme biçimini bile ekleyebiliriz. Kuzey soğuk iklimlerinde bas ve bariton sesle sıklıkla karşılaşılırken, Akdeniz havzasında bolca tenor sese rastlamış olmak tesadüf değildir.
Erkek şarkıcı şan eğitiminde daha şanslıdır denir. Çünkü diyaframa nefes almaya karşı doğal bir eğilimleri vardır, bu eğilim de genelde kaybolmamıştır. Bedeni doğum için tasarlanmış kadında diyafram daha dardır. Ama erkek şarkıcının başında büyük bir bela vardır: ergenlik. Ergenlikle birlikte erin bedenine oldukça yabancı çatlayan, kararsız bir sesle karşılaşır... Bu dönemde seste zorlamalar kalıcı hasarla sonuçlanır, bu yüzden şan eğitimine bu yaşlarda ara verilmelidir. Sesin çatallaştığı yıllarda kesinlikle şarkı söylenilmemelidir.
Doğada tizden pese erkek sesi, tenor, bariton ve bas olarak sıralanır demiştik. Fakat doğa içinde, müdahale olmaksızın, nadir olarak erkek sesinin en tizi olan tenor sesten de tiz bir ses bulunmaktadır. Bu ses renginin adı; Fransızların verdiği isimle contreténor ya da haut-contre, İtalyanların verdiği isimle contretenor, İngilizlerin verdiği isimle male alto, yani erkek ses aralığın en tiz partisini söyleye bilen erkek alto ya da başka bir değişle kontrtenor sestir. İşte bu kitabın konusu da dosdoğru budur. Düz, titreşimsiz, cinsiyetsiz, kadife yumuşaklığında, billur şeffaflığında bir ses rengi! Evet doğada az rastlanan bir ses rengi! İlkin revaçta, sonra gözden düşen ve tekrar ihtişamla geri gelen bir ses rengi! Bu kitapta da sayacağımız yaklaşık yüz erkek alto şarkıcı halen icra-i sanat eylemekte. Yeryüzü üzerinde her şey işe yaradığı sürece varlık gösterir, hatta bu yüksek sanat bile olsa. Bir sanat eseri, eğilimi, yaklaşımı ona yüklenen anlamla var olur. Her eski, yeniyle yer değiştirir. Bunlar kaçınılmaz olanlar. Ama unutulmamalı ki, her gözden düşen tarih içinde yitip gitmez, bazen tekrar anlam kazanabilir. Bazı düşünceler biz hadi canım daha neler derken mezarından çıkıp karşımıza dikilebilir. Hendel’in ünlü operası Guillio Ceasare’ın birinci perdesi, altıncı sahnesinde Cleopatra’nın hain kardeşi Tolomeo’nun, silahtarı Achilla’ya söylediği gibi anlatıyorum erkek altoların hikayesini : “Vanne, pensa e poi torna!” (İtalyanca – Git, düşün ve sonra geri dön!)

Dört Oktavlık Asansör (Hiciv)

O Türkiye’ye Jivkov Paşanın zulmü altında inleye inleye varmıştı. Her fırsatta televizyona çıkar ablak yüzünde çarpık bir gülümseme SSCB konserinde, demirperde gerisinde Ermeni muhabirini nasıl bozduğunu anlatır, blöflerine aşırı sağın ulumalarını da boca ederdi. Pazar günü programlarıdır onun sirk gösterilerine başlayışı. Tam da TRT’likti o. Şu Fransız tarzı abuk kuşak eğlence programları vardır ya hani, Fransızlar kilisede sıkılmıştır Katolik pek Katolik, e kafamız dağılsın diye çok kanallı radyo misali, ateşyutanlar rap şarkıcılarına, abuk subuk şovlar soğuk esprilere, kutulu kutusuz yarışmalar telefon bağlantılarına karışır ve çitlembik çitlemek bile içinizden gelmez izlerken, işte tam da öyle bir tanesinde çıkmıştı ilkin. Ateş yutanlardan önce miydi sonra mıydı anımsamıyorum diğer soruya geçiniz. Ama hatırımdan hiç çıkmadı, Porgy and Bess hallaç pamuğu gibi çırpılmış, sesle akrobasi yapılmış, oktavlar arasında parendeler atılmıştı. O güzeldi belki bir zamanlar, (hoş ben güzel olduğu bir lahzayı bile seçemedim) ama gözlerindeki o vahşi pırıltı da neyin nesiydi kuzum? Dur bakalım nereye kapak atacak derdim o ellerini ovuştururken.
Zaman geçmeye dursun a dostlar! ANAP asilzadeleri yerlerini Beyaz Türk Tatlı Su Milliyetçisi Kemalistlerine bırakıvermesinler mi? Artık kiminin karısı tiyatro müdiresi, kiminin sevgilisi yağlı kıçına bakmaksızın bir balede baş rol endam eder. Aman kırmızı karanfiller, Mamak’ta bir kahvehanenin buğulu anıları, eski solcu Ali’siz Alevi kimlikler havalarda uçuşur. Başkentte adı kayalı semtte partiler birinci olur, Büyükşehir Belediyesinde takunya tıkırtıları, Çankaya’da senfoni mırıltıları! Sen o köşeyi kap ben bu köşeyi mevsiminin tatlı heyecanları. Doksanların ilk çeyreği gönlümüzde ağır kızartma yağlarından hafif beslenmeye geçiş kadar iz bırakır.
Ama ya o? O bambaşkadır! Kırk yamalı Ukrayna malı deri montu, entelektüel edaları giriverir başkentin en müstesna üniversitesinde caz cuz muz aman her neyse dersi vermeye. Kayıtlar dinletir, anılarını anlatır, teklif üstüne teklif almıştır ama Türkiye onun vatanıdır, gözler yaşarır, mendiller ıslatılır. Azıcık Meredith Monk, birazcık Sarah Vaughan, üstüne Lorry Anderson serp çalkala yavrum çalkala, işte sana tanıdık bir sima. Özgün olduğunu savunur, blöfünü yapar, yiyen varsa. Arada sırada çalgı sesi taklidine girişir, saksofon sesi dediği şeyi (adlandırmak çok güç, tanımlamak ise yürek ister) yaparken gırtlağına kaçan bir şeyi çıkarmak istiyormuş da boğuluyormuş sanırsınız, olsun o sanatçıdır. Dinlediğiniz şey, ne kadar abuk olsa da, sanattır vesselam.
Gel zaman git zaman politikayla süren flört mutlu sonla nihayete erer. Nihavent bir düğün, rüya gibi, Barbara Carttttttland ve Ayşe Teyzeli deterjan beyazları ufka yerleşir. Tam işte bu sırada yeniyetmenin biri sırf dili dışarıda ve ayran budalası olmasından mebni bu müstesna kampusun kapısından kimliksiz kaçak maçak içeri dalar. Onu görmektir dileği, senede bir gün. Görür de görmesine, meğer davulun sesi uzaktan hoş gelmekteymiş.
O yeniyetmeyi dinler. Dudak büker. Hoş bulur. Beş gider. Yapıcı yapmayıcı eleştiriler savurur, hatta yeniyetmeyi över. Eh o koskoca primadonna yahu, över de söver de. Sonra bir an fark eder bu bir kaçaktır, o müstesna kurumu kirleten bir yabancıdır, yani o üniversitenin öğrencisi değildir. Der ki acıların kadını, demirperdenin gülü, üstün şahsiyet, dört oktavlık nadir mahlukat hak yiyemem ve çocuk hayran kalır, hem dört oktava, hem erdeme. Nadide eğitim kurumunda bu dersi almak için bir sürü kişi birbirini ezmektedir. Üstün şahsiyet de birinin hakkını yememek istemektedir.
Ayran budalası, ağzından salyaları akarak, salya sümük ağlayarak, erdemin yüceliğine hayran, gel sen bana tırman olayları, kampusun iki yanı ağaçlı yolundan kapıya dek yürür, yer de kar bile vardır, olsun sanatta her yol mubahtır.
O bir mite dönüşürken yeni yetme bir kız arkadaşından telefon alır. Bu kız Devlet Çoksesli Çok Torpilli Korosuna girmeye niyetlenmiştir. Hem babası da TRT çalışanıdır, e bal tutan parmak yalıyor ya hani kız kendini över de över. Ayran budalası ne şanslı insanlar var diye düşünür. Koroda o yıl alto açığı vardır. Kız alto, babadan da torpil sağlam, oh keyif keka. Ayran budalası şimdiden kutlarım bile der.
Aradan bir ay geçer, ayran budalası başkentin en işlek kitapevinde torpilli kızın torpil manyağı edildiğini, topuğuna topuğuna sıktırıldığını öğrenir. Kız koroya girememiştir. Tek bir alto alınacaktır ve daha torpilli biri vardır sırada, hatta torpili Kültür Bakanındandır. Acaba kim diye düşünürler, kokusu da iki hafta sonra çıkar. Duruma fena halde bozulan torpilleyemeyen baba olayı araştırır. Koroya O alınmıştır, dört oktavlı, mağrur, üstün şahsiyet. Babanın edindiği bilgiler bir iki mevsim daha meşgul eder onları. Hiçbir koro çalışmasına katılmamaktadır ama maaşını alacağı veznenin önünde, eski bir Sosyalist ülke alışkanlığı olsa gerek hemen ayın birinde kuyruğa girmektedir. Doğru yere dükkan açmanın, blöfünü iyi yapabilmenin para ettiği bir Üçüncü Dünya Ülkesinde ayran budalası sırıtır, gözlerinde garip bir ifade durdurun asansörü inecek var diye bağırır bir Cenap Ant Vakfı konserinde.

Pir-e Her U Her Ya Da Tersine Bir Gnosis Yezidilikte Yaratıcı Tanrı Kavramı ve Dinsel Sembolizm (Makale)


Yezidiler yakın doğudaki belki de en ilginç dinsel topluluktur. Onları ilginç kılan yalıtılmış bir coğrafyada benzersiz inançları ya da etnik kökenleri ve ya adetleri değildir. Onları diğer inançlar arasında ilginç hale getiren başlangıç noktalarındaki düalizmi ret ederek vardıkları benzersiz monik evren tasarılarıdır.
Yezidiliğin ilginç semboller dünyasında birçok unsur yan yana yer almaktadır. Bu, Moğol istilası öncesi Harran ovasından Sancar dağlarına sığınan çeşitli inançlardan ve kökenlerden gelen halkların zaman içinde kaynaşmasından oluşur. İlginç olan bu çeşitli inançların tek bir başlık altında değil, tek bir payda yani ortak bölen altında toplanmasıdır. Bu da tersine işletilen bir düalizm gnostik yaklaşımını özetler.
Yezidiliğin kökenlerinde bir iz olarak kalmış olsa da Hermesçi Harran gizemciliğinin etkileri tartışılmazdır. Bu yazıda Pir-e Her u Her yani sonsuzluğun ve sürekliliğin piri ismiyle adlandırılan Melek Tavus yani Yezidiliğe göre dünyanın yaratıcısı tanrının tanımlanmasında Harran gizemciliğinin izlerini sembollerden yararlanarak arayacağız.
Yezidilik içinde birçok kült iç içe geçmiş olarak bulunmaktadır. Mesela Şeyh Adi, Halife Yezit, Güneş kültü, Melek Tavus kültü. Yezidiliğin kutsal metinlerinden olan Kitab-el Asvad “Başlangıçta Tanrı, kendi özünden Beyaz İnciyi yarattı ve bir kuş yarattı ki adı Anfar’dır” diyerek başlanmaktadır. Kitapta daha sonra sırasıyla Yezidilikte adı geçen diğer melekler yaratıldıkları güne göre sıralanırlar. Melek Azazil pazar günü yaratılmıştır. Pazar, Hermesçi gizemcilikte Güneşin yönetimindedir ve Aslan bucunda olgunlaşır, altın gibi saflığın ve nurani ışığın sembolünü taşır. Azazil, Melek Tavus’un diğer ismi şeklinde sunulur ve metinde “...işte o, hepsinin başkanı olan Melek Tavus’tur” denmektedir. Melek Tavus’un güneşle ilişkilendirilmesi kurban törenleriyle de açığa çıkar.
Laliş Tapınağındaki haç mekanı olan Şeyh Adi türbesinin girişindeki tarak, baston, beş yapraklı çiçek, Venüs gezegeninin yani insan çoğalması ve aşkın eski çağlardaki sıkça kullanılan işareti altı köşeli Süleyman Mührü anlaşıldığı üzere astrolojik sembollerdir. Bu sembollerden Süleyman Mührü ile, Hermesçi gelenekte dört unsur ve “quinta essentia” yani esir olarak da adlandırılan beşinci unsur, haç ya da eş merkezli beş daire ile anlatılmaktaydı. Süleyman peygamberin mührü içinde de aynı unsur sembolizmine rastlanmaktadır. Ucu aşağıya dönük üçgen ateşe, ucu yukarıya dönük üçgen ise suya karşılık gelir. İçlerinde bir çizgi taşıyan üçgenler ise hava ve toprağı temsil eder bunların birleşimi ise unsurların sentezini belirtir, bu sembolün Laliş’te, Şeyh Adi türbesinde arınma için kullanılan bir çeşmenin üstünde iki adet bulunması, ki iki sayısı Ay ve suyla ilişkilidir, gerçekten de çok manidardır. Unsurları sembolize eden iç içe beş çember Laliş tapınağında giriş kapılarının birinin taç bölümünde bulunmaktadır. Hermesçi hikmette yan yana ya da iç içe daireler ateş, toprak, su, hava ve esir unsurlarına işaret eder ve dairelerden en baştaki ya da içteki toprak, ki buna orta nokta ve ya yaradılışın başlangıcı denmektedir, en dıştaki daire de ateş dairesidir ve yaradılışın son halini anlatır.Kitab-el Asvad, insanının yaratılmasını aktarırken, Melek Tavus’un, Cibrail isimli meleğe dünyanın dört yanından toprak getirmesini söylediği belirtilir ve “Cibrail’e, dünyanın dört bucağından toprak getirmesini buyurdu; Toprak, hava, ateş ve su.” denilmektedir. Cibrail denilen meleğin aynı kitapta Çarşamba günü yaratıldığı belirtilir. Çarşamba, Harran Hermesçi cemaatlerinde Merkür’ün yani Hermes peygamberin, hikmetin sahibinin günü kabul edilmekteydi. İbn Arabi, felekleri sayarken İsa peygamberin Merkür göğünde ikamet ettiğini belirtmesi, İslam tasavvufunda Cebrail isimli meleğin kalbe karşılık gelmesi, kalbin güneşi sembolize etmesi tabidir ki rastlantı değildir. Melek Tavus her ne kadar Pazar günü yaratılmış dense de bazı kaynaklarda onun Çarşamba günü yaratıldığı söylenir, bazen Cibrail isimli meleğin başka bir isminin de Melek Tavus olduğu belirtilir. Bu da Harran gizemciliğinden aktarılan bir dizi ortak anlamı hala Yezidiliğin barındırdığına işaret eder. “Kitab-el Asvad” yani Kara Kitapta Melek Tavus’tan başka, Pazartesi gününün Melek Dardail’e, Salı gününün İsrafil’e ait olduğu belirtilir.Yezidilikte tüm gnostik inançlarda karşımıza çıkan astrolojik simgeler bulunmak çok da şaşırtıcı
olmamalıdır. Bu simgeleri çeşitlendirmek ve sıralamaksa uzun bir araştırmanın konusu olabilir kolayca. Ben kısaca değinmeyi de yararlı buluyorum.

Halil Turanlı'nın En Sevdiğim Kitabı Anarşik Armonik (Kitap Eleştiri)

Anarşik sıfatı tahakkümü ortadan kaldırmayı hedefleyen her türlü eğilimi betimler. Armoni ise bir önerilen eksen etrafında sesleri belirli bir sıradüzene sokma sanatının ismidir. Bu isim ve sıfat yan yana geldiğinde ismin sıfat içinde bozulması söz konusu olmakta, yani sıradüzenin tahakkümden sıyrılması. İşte Halil Turanlı’nın 2003 yılında yayımlanmış bu kitabı, Anarşik Armoni de tam bunu anlatıyor. 1960’larda biçimlenmeye başlayan yeni Sol muhalefet hareketinden 1999 yılında Dünya Ticaret Örgütünü protesto eden eylemcilere dek uzanana yeni fikirlerin sese nasıl büründüğü ile ilgili bir kitap. Denemelerde bu fikirlerin bükünlenişi aktarılmakta. Önsözde yazar tarafından belirtildiği gibi yeni isyancı kuşağın müziğini, bu müziğin köklü geçmişini tanıtmayı amaçlıyor, umutsuzların dünyasına umut taşıyan itaatsiz bilincin sesinden dem vuruyor.
Kitabın ilk bölümü Doğrudan Eylem ve Estetik Etkinlik adını taşımakta. Birinci bölümün ilk denemesi Büyük Reddediş Herbert Marcus isimli düşünürün politik devrimle bağ kuran sanat elbette ki yıkıcıdır savından yola çıkarak tarih içinde örneklerle örülmüş bir yazı. Avangard kavramının ilk kullanışı, kökenlerine değinilirken Fütüristlere, Spartakistlere, Sovyet Devrimine dek uzanan bir çağı çözümlemekte. Living Theatre oyuncularının Odeon’u işgalinden özgür caza (free jazz) 30 kasım 1999 Seattle sokak gösterilerine dek geniş bir tarihi dilimi baş döndürücü bir hızla, birbirine bağlamlı olarak aktarmakta.
Birinci Bölümün ikinci denemesi John Cage’in Hiyerarşileri Yıkan Müziği ismini taşımakta. Adından da anlaşıldığı üzere Yirminci Yüzyılın en önemli öncü müzisyen ve kompozitörlerinden olan John Cage ve müziği bu denemede konu edilmiş. Cage, tüm kitapta bir leitmotif olarak karşımıza çıkmakta. Hoş bu kaçınılmaz çünkü gerçekten de çağdaşımız hemen hemen tüm öncü müzisyenler ya ondan etkilenmiştir ya da onun karşı tezi bir müziği üretmeye çabalar. Denemede aktarıldığı gibi Cage’e göre müzik, eşitlikçi toplumun analogu, ideal toplum yönünde atılmış bir adım olmalı, politik ve toplumsal değişimleri duyurmalıdır. Cage’in seyir defteri aktarılırken özellikle batı çalgılarının kraliçesi piyanonun sesini bozmakla işe başlaması hoş bir anekdot olarak aktarılmış. Seslerin doğal ortamlarında, doğal hallerinde duyulmasını istemesi sonucunda ona müzik tarihinde yapılacak en son şeyi de yapmasına neden olmuştur; 4’33 isimli eser. Beste bestecinin denetimi altına girmemiş özgür, efendisiz seslerin müziği olarak yazar tarafından sunulmakta. 4’33 yapıtından bahsetmemiz gerekirse; eser piyanonun kapağını açarak nota kağıdında dört dakika kadar süren susları izlemesi yani çalgının çalınmaması üzerine kurulmuştur. Yazıda tonal bir çeken üzerine odaklanan batı müziğinin yerine kromatizmi ya da diziselliği öneren çağdaş müziğin amacından da bahsedilmekte fazla derinlemesine olmasa da. Yazı Cage’in müzikal yöntemi hakkında güzel örneklemelerle bezenmiş. Cage’in politik tavrına da değinilmiş. Örneğin ölümünden yaklaşık bir yıl önce Almanya’daki otonomcu grupların ev işgaline destek vermesi gibi. Cage’in müziği onun anarşist ve pasifist dünya görüşünden yararlanarak çözümlenmiş.
Birinci bölümün diğer denemeleri Sesleri Özgürce Örgütlemek, 21. Yüzyıl Müziğinde Konçerto, Yeni Bir Armoni İçin Disiplinli Bir Araştırma ile devam etmekte. İlk deneme Stockhausen’in öğrencisi olmuş İngiliz çağdaş müziğinin önemli isimlerinden Cornelius Cardew hakkında. Cardew kolektif doğaçlamaya ağırlık veren tarzını geliştirirken aldığı yol işaretçileri olarak müzik eğitimi almamış icracıları, amatörleri de müziğinin içine katmaya çalışan bir özgürlükçü olarak anılmakta. Onun içinde yer aldığı AMM isimli müzik grubunun Pink Floyd’un Syd Barrett’li dönemini oldukça etkilediği de yazıda aktarılmakta. İkinci yazı 21. Yüzyıl Müziğinde Konçerto ise yine AMM topluluğunda olan piyanist John Tilbury’nin eserleri aktarılmakta. Besteci Cage cephesinde yer almış ve diziselliğe tepki duyan ve hiyerarşiyi reddedenler arasına katılmıştır. Tilbury daha sonra Keith Rowe’un kurduğu Mimeo topluluğu ile de çalışmalarda bulunmuştur. Mimeo, aktarıldığı üzere, dijital teknolojiden ve sample tekniklerinden yararlanarak laptop’larla, yapıbozuma uğramış gitarlarla, dönüştürülmüş elektro-akustik çalgı ve araçlarla müzik yapan, maraton uzunluğundaki konserleriyle tanınan bir topluluk. Yeni Bir Armoni İçin Disiplinli Bir Araştırma başlıklı yazıysa besteci Frederic Rzewski hakkında. Bu radikal bestecinin 1950’lerde Amerika’da ana akım haline gelen Milton Babbitt’in tümel diziselliğine hiçbir zaman yakınlık duymaması, aldığı bursla gittiği Avrupa’da Stockhausen’in topluluğuna piyanist olarak katılması ve özgün müziğini geliştirmesi aktarılmakta. 1960’ların özgür cazcılar ve yeni arayışları olan çağdaş bestecilerin buluştuğu Roma’da Alvin Curran, ve Richard Teiltelbaum ile özgür doğaçlama topluluğu MEV’i kurmuş, özellikle yazıda aktarılan karşı müzik ya da yerleşik müziğin bilinen kalıplarını aşma konusunda deneylere girişmesi anlatılmış. Yazıda bahsedilen ve MEV tarafından geliştirilen işgal edilen mekan, yaratılan mekan, ayrıca ses havuzu kavramları oldukça ilginç.
Birinci bölümün bir sonraki yazısı başlığından da anlaşılacağı üzere bir röportaj: Richard Teiltelbaum İle Söyleşi. Söyleşide Luigi Nono ile olan çalışmalarından Cage’in müziğine, aldığı müzik eğitiminden Living Theatre topluluğuna dek birçok konu üzerine sohbet edilmiş. Birinci bölümün son dört denemesiyse: Ses Havuzu, Kitlesel Kıyımları Protesto Eden Müzik, İşçi Sınıfı İçin Minimalizm, Arkaik ve Deneyci başlıklarını taşıyor. Ses Havuzu yazısı Alvin Curran ve MEV topluluğundan bahsetmekte. Deneme ismini topluluğun “gelin bir ses getirin ve havuza atın” olan ünlü sloganından ismini almış. MEV izleyiciyi pasif kalmamaya teşvik etmiş ve evlerinden konserlerine gelirken ses çıkaran herhangi bir nesneyi de yanlarında getirmelerini istemiş. Kitlesel Kıyımları Protesto Eden Müzik yazısı da kısmen MEV grubuyla ilgili. Grubun üyelerinden olan Garrett List’ten bahseden yazıda sanatçının Rwanda 94 isimli eseriyle Ruanda’da yaşanan kitlesel kıyıma duyduğu tepkiyi müziğinde nasıl anlattığı aktarılmakta. İşçi Sınıfı İçin Minimalizm isimli denemeyse politik avangardın önemli isimlerinden Louis Andriessen hakkında. Arkaik ve Deneyci ise Nancorrow isimli, mekanik piyano için eserler üretmiş deneysel müzisyen hakkında. Nancorrow, İspanya İç Savaşında cephede yer aldığı ve Amerikan Komünist partisine üye olduğu için ülkesini terk etmek zorunda kalmış ilginç bir müzik adamı. Yazıda aktarıldığına göre, Nancorrow 1980’lerde geleneksel çalgılar için de müzik yazmaya tekrar başlamış ve Kronos Quartet, piyanist Ursula Oppens için eserler yaratırken, Frank Zappa “Sarı Köpek Balığı” konser dizisinde onun eserlerine de yer vermiş.
İkinci Bölüm Ateş Hattında Semiyotik Gerilla Savaşı başlığını taşımakta. Bölümün ilk denemesi Ses Yayılmacılığı, eserin nerde bittiği, alıntıyla çalıntı arasındaki sınırı belirsizleştiren müzisyen John Oswald’dan bahsetmekte. Elvis Presley’den Michael Jackson’a dek uzanan bir ses dağarını kamu malı sayarak yaptığı alıntı/çalıntı sample örgülerini yayımlayan John Oswald’ın hikayesi gerçekten çok ilginç. Telif hakları yasasıyla başı derde giren müzikçi ses yağmacılığı kavramını geliştirmesiyle ünlü. Bölümün ikinci yazısıysa Steril Kültüre Karşı Medya Sabotörleri adını taşımakta. İsminden de anlaşılacağı üzere, U2 isimli rock grubundan yaptığı alıntı/çalıntı yüzünden başı derde giren Negativland’ın hikayesi var. Bölümün bir sonraki yazısı Doğrudan Politik başlığını taşımakta ve denemede alan sesleri derleyerek bunları işleyip müzik haline getiren Ultra Red grubu anlatılmakta. Ultra Red çeşitli sokak gösterilerinden derlediği sesleri harmanlıyor ve müziğini bu belgeselci yaklaşımdan kotarıyor. Bölümün son yazısı Eylemci Müzisyen başlığını taşıyor. Bu deneme müziğin yerleşik kurallarıyla oynayan, farklı disiplinler arasında köprü kuran tarzıyla ilginç bir müzisyenden, Christopher DeLaurenti’den bahsetmekte. Müzisyenin Dünya Ticaret Örgütünü protesto eden Seattle eylemcilerinin seslerinden derlediği eseri de anılmakta.
Üçüncü bölüm Kahkahanın Grameri, Gürültünün Estetiği başlığı taşımakta. Bu bölümün ilk yazısı Cehennemî Gürültü Ekibi başlığı taşıyor ve aynı ismi taşıyan anarşist sokak grubundan bahsediyor. Topluluk adını ilk kez 1999 yılında Seattle küreselleşme karşıtlarının eylemlerinde duyurdu. İkinci deneme Muzak Her Yerde, ilginç bir savı kanıtlamaya çalışan bir deneme; bu sav popüler müziğin sonik bir valium olduğunu ileri sürmekte ve bu uyuşturan şeyin müzik değil muzak olduğunu anlatan Klaus Maeck’in seksenlerde yaptığı Şifre Çözücü filmine göndermelerle örülü. Üçüncü bölümün üçüncü denemesi Dinleme Alışkanlıklarına Saldıran Karşı Müzik adını taşımakta. Sydney Avustralya’da kurulan Sosyalist Hastalar Kolektivitesi’nin inanılması güç hikayesi anlatılmış bu yazıda. Bu topluluk akıl hastalarından oluşmakta, gerisini siz tahmin edin. Bölümün son yazısı Siyah Domuz Özgürlük Cephesi başlığına sahip. Bu ilginç müzik grubunun mistik anarşist Hâkim Bey’den Yeats’e uzanan renk paletinden ve düşünsel zemininden bahsedilmekte.
Dördüncü bölüm Özgür Caz adından anlaşılacağı üzere free jazz müziğinin politik alt yapısına odaklanan yazılardan oluşmuş. İlk yazı Siyah Panterler ve Caz başlıklı. Yazıda piyanist Horace Tapscott’un yürüttüğü siyahlar arasında eğitimle sosyal dayanışma çalışmalarının nasıl Siyah Panterlere örnek teşkil ettiği anlatılmakta. İkinci deneme cazın özgün kişiliği Steve Lacy’den bahseden Steve Lacy’nin Organik Müziği adını taşıyor. Bir sonraki yazıda bir portre New York Sokaklarında Anarşist Bir Cazcı: Daniel Carter. Bölüm Maymun Orkestrası adını taşıyan yazıyla devam ediyor. Fred Ho’nun aynı ismi taşıyan grubu ve öteki coğrafyaların müziğini sadece bir sonik süs ya da egzotik öğe olarak kullanmayan, yaratıcı bir melezleşmenin peşinde olan müziği anlatılmış. Bölümün son yazısı Ekim Devrimi Anısına adını taşımakta. Yazı Borah Bergman isimli günümüz cazının en yaratıcı piyanistinden söz ediyor.
Beşinci Bölüm Anarko Punk ve Ötesi adını taşımakta. İlk yazı Provolar’dan Durumculara, The Ex isimli Hollandalı punk rock grubunun hikayesini ve müziklerinin zaman içinde ulaştığı menzili anlatmakta. Grubun ünlü anarşist punk grubu Chumbawamba ile ortak projeleri, müziklerinde kullandıkları etnikten gürültüye dek geniş renk paletleri gerçekten ilginç. İkinci yazı Siyah Çivi, Mecca Normal ve Rhythm Activism isimli küreselleşme karşıtı deneysel grupları konu edinmiş. Bu gruplarım-n müzik icra etme biçimleri ve kadroları gerçekten çok ilginç. Altıncı Bölüm ise Müzik ve Feminist Politika başlığını taşıyor ve kadın hakları savunucusu müzisyen ve grupları konu ediniyor. Elektronik Arp icracısı Zeena Parkins, turntable sihirbazı Marine Rosenfeld bu bölümde konu edilen sanatçılar. Sonuç itibariyle, Halil Turanlı bu kitabında da, bir Fransız Devrimi öncesi ansiklopedisti gibi, müzik bahsinde gölgede kalmış hiçbir konu bırakmama kararlılığıyla yeraltı kültürünün mikrokozmosuna kavramlar sözlüğü yazmaya devam ediyor. O okuyucusuna yeni bilgiler, yeni donanımlar kazandıran bir yazar. Anarşik Armoni, tıpkı yazarın 1996’da yayımladığı Meleklerin Düştüğü Yer isimli kitabında olduğu gibi, şöyle bir haberdar olduğunuz ya da hiç bilmediğiniz konularda ilginç anekdotlarla hoş bir okuma keyfi bırakan bir kitap. Anarşik Armoni, yeraltının ve karşı kültürün Diderot’suna ait bu kitap, müziğin okurlarının arşivinde muhakkak olmalı.

Anadolu Halk Şifacılığında Yerel Bitkiler veya Antik Çağdan Günümüze Bir Hermetik Geleneğin İzlerini Sürerken (Makale)

Hermetik düşüncenin ya da en bilinen ismiyle Simya ilminin genel hatları Zümrüt Tablete (Tabula Smaragdina) nakşedilmişti. Zümrüt tabletin on iki maddesinden ilki “Gerçekte, kesinlikle ve şüphesiz olarak, aşağıda ne varsa yukarıdaki gibidir, bir şeyin mucizelerini başarmak için” der. Latince metinde verum, sine mendico, certum et verissimum, Câbir’in çevirisiyle Arapça’da yerini hakken, yakînen, lâ şekke fih olarak alırken gerçekte kelimesinin altı insan yanılmasını dışarıda bırakmak için üstüne bastırılarak belirtilmişti. Burada kişioğlunun gözleri yeryüzündeki bozulmuşluktan ve kötü emarelerden, gökyüzünün mükemmelliğine çevrilirken unutmaması gereken de kulağına fısıldanıyordu; Gök ile Yer birdir! Ayrıca bu tanıt en yukarı olan en aşağıdan gelir ve en aşağı en yukarıdan gelir ifadesini de barındırır. Burada hem edilgen hem etken olabilen Aristocu materia prima (her şeyin zemini olan ilksel madde) kastedilerek gökle yer birbirine bağlanmaktadır.
Üç kere büyük Hermes’e dayandırılan ve köklerini Eski Mısır’a dek götüren Simya adını da tam bundan alır. Hermes eski Mısır’da Thot, Yunan-Roma dünyasında Hermes-Mercure, Yahudilikte İşaya, İslam geleneğinde İdris, Hinduizmde Ganesha, Anadolu’da Hızır-İlyas olarak karşımıza çıkar. Onun öğretisinin adı sonradan kara toprak anlamına gelen ve materia prima kavramını anlatan Eski Mısır dilindeki kême kelimesinden türemiştir. Bunun Arapça karşılığı el-kimiya Latincesi ise alchemia biçimindedir. Yukarı ve aşağı birbirinin aynası, birbirini tamamlayan ve birbiriyle ilgili olandır. İşte sırf bu yüzden gökte olan hareket izlenmiş ve Aristocu düşüncenin, Yeni-Platonculuğun ana konusu olmuştur. Bu izleme, ayrıca anlamlandırma gayreti Câbir’in sayesinde ve Muhyiddin İbn Arabi’nin çabalarıyla Arap-İslam dünyasına da sızmıştır.
Materia Prima, dişil olarak tanımlanır ve sonradan Kabala (Yahudi Gizemciliğinde) öğretisinde tasarlanan evrensel ağacın üzerindeki hakimiyet küresinde bulunan tanrının dişil ve her yerde olma özelliği (shekhinah) olarak tanımlanmasına zemin oluşturacaktır. Yahudi gizemciliğinde Tanrının dişil görünüşü (matrona) tasavvuf metinlerinde Tanrının yar olarak tanımlanmasıyla da benzeştir. Bu dişil yaklaşım Ay’ın kişileştirilmesinde de karşımıza çıkar. Eğer Anadolu’da Frigyalılar tarafından getirilen Trakya-İllirya kökenli Tanrı Menes bir yana bırakılırsa, neredeyse tüm Ay tanrıları dişidir ya da dişil özellikler taşır. Ay, neredeyse dünyanın her yerinde büyü, şifacılık ve Simya için aynı önemi arz eder. Yukarıda olanın salınımları (vibration) ondan süzülüp gelir, onun göğü yeryüzünü çevreler, suları, dolayısıyla yeryüzündeki batın bilgiyi yönetir. Hermetik sembolizmde yer ile göğün birbirini tamamlaması tam da işte bunu ifade eder.
Ay gezegeni antik çağdan beri dünyayı kuşatan gök kürenin dişil bekçisi olarak yorumlanmış, belki de gelgitler ve kadınların regl dönemiyle ilgisinden dolayı, onun su üzerinde yönetici olduğu düşünülmüş; su ise batın bilginin somutlaştırılması olmuştur. Ay karanlık içindeki alaca ışığın hakimidir. Bütün Ay kültleri büyü ve şifacılıkla yan yana hayat bulmuştur. Bunun nedeni de, batın bilgi üstatları tarafından daima tüm göksel etkilerin (vibration) onun egemenlik bölgesinden süzülerek dünyaya ulaşması olarak açıklanmıştır.
Ay’ın gökteki hareketi, biçim değiştirmesi çeşitli anlamlar verilerek açıklana gelmiştir. Antik çağdan günümüze Ay’ın evreleri üzerinde önemle durulur. Başka önemli bir hususta Ay’ın gökte izlediği rota, yani kameri konaklardır. Muhyiddin İbn Arabi’nin kameri konaklar çarkı, Ay’ın gökte yirmi üçüncü durağını işaret ederken Allah’ın rızk veren ismiyle ve ﺙ harfiyle simgeleştirir ve bu konağın bitkileri yönettiğini belirtir. Ay’ın gökte aldığı konum, o yüzden bir işte başarı için önemsenmesi gereken bir konum olarak sunulur. Onun yönetimindeki bitkiler, daha doğrusu onun süzgecinden geçen etkiler kolaylıkla şifacı faydanın emrine amade edilebilir. Bu gelenek kendi mantığını gökle yer birlikteliği olarak hemen sunacaktır. Aslında hermetik sınıflandırma, neredeyse sırtını bütünüyle astrolojinin eski Kalde’ye dek uzanan bilgisine dayamaktadır.
Sağaltımın başarılı olabilmesi, teşhis sonrası bu rahatsızlığın hangi bitkiyle giderilmesini bilmekte yatar. Halk şifacısı yani Otacı, bitkileri yöneten gezegenleri (yıldızları) bilir. Rahatsızlığın sahibi olan yönetici gezegen hastalığın da sahibidir ve hastalık bu yönetici gezegenin bitkisiyle hazırlanılacak bitki otasıyla giderilir.
Güneşin yönettiği bitkiler renk ve biçim olarak güneşe benzeyen, gündüz ve güneşli bölgelerle ilgili ve kalbi etkilediği bilinen bitkileri kapsar. Helenistik çağ gizemciliğinde Mısır kaynaklı tanrı Momphtha, güneşin yönettiği Aslan bucunun ilahıdır, ayrıca sırt, belkemiği, atardamarlar, mide, kalp, karaciğer ve bunların hastalıklarını yönetir. Muhyiddin İbn Arabî Esed (Aslan) burcunun meleğinin cömert (kerîm) olduğunu söyler, bu melek ahretin yaradılışının anahtarını taşır. Bu tanımlamayla Esed Burcunun meleği İranlıların ve Mithraizmin aslan başlı tanrısına çok benzemektedir. Anduz da denilen andızkökü (inula) bitkinin kökleri mide ağrılarına karşı kullanılır. Limonun naneyle kaynatılması da aynı sembolizmin ürünüdür. Limon, Güneş, dolayısıyla da Aslan burcunun yönetimindedir. Anayurdu Akdeniz havzası olan ve Güneydoğu Anadolu’da yabani olarak yetişen hasalban ya da kuşdili de denilen biberiye (rosmarinus officinalis) sarılığa ve karaciğer hastalıklarına yararlıdır. Karaciğerle çalışan dalak için aynı şekilde beşparmakotu (potentilla reptans) da kullanılmaktadır, bitkinin Latince isminde geçen potentilla kelimesi aynı dildeki potens yani şifalı sıfatından türetilmiştir, tesirli anlamına gelmektedir. Anayurdunun İran olduğu sanılan, Anadolu’nun neredeyse her yanında karşımıza çıkan Ceviz (juglans regia) mide ağrıları tedavisinde yararlanılan bir Güneş bitkidir. Akdeniz kökenli karanfil (dainthus) kaynatılarak çay gibi sürekli içilmesi de genelde mide ağrıları için önerilir. Anadolu’da sıkça rastlanan defne (lauris nobilis) de mide hastalıkları, özellikle gazı gidermekte etkilidir, ayrıca karaciğer hastalıklarında kullanılır. Ihlamur (tilia) Anadolu’da sıkça rastlanılan bir ağaç türüdür. Tohumları çiçekleri ve yaprakları çay gibi kaynatılarak kullanılır. Ihlamur bir güneş bitkisidir ve Aslan burcunun yönetimindedir. Bu bitki kalp çarpıntılarına, mide zafiyetine, bulantıya, kusmaya iyi gelmektedir. Bu hastalıklar için ıhlamurun çiçekleri tercih edilir. Kantaron ise (erythraea centaurium) kanamalara karşı ilaç yapımında kullanılır. Atardamarlarla ilgili Güneş burada da karşımıza çıkmakta. Anadolu’da sıkça rastlanan oğulotu (melissa) kalp çarpıntısına iyi gelmektedir. Mide hastalıkları için yapılan ilaçlara da katılmaktadır. Aynı ot da Hermetik düşüncede Güneş bitkisi olarak sayılmakta. Zeytin (olea sativa) genelde yaraların iyileştirilmesinde ve kanın pıhtılaştırılmasında kullanılan bir Güneş bitkisidir. Otacının tariflerinden biri şöyledir;

Oğulotunu kaynat, soğuk suda limonla karıştır, limonata gibi iç, bu kalbine iyi gelir...

Ay Bitkileri renk ya da biçim olarak Ay’a benzeyen, yüksek su toplama özelliği olan ve ya sulu ortamlarda yaşayan bitkilerdir. Hermanubis Mısır’da ve Helenistik Anadolu gizem tapkısında Yengeç burcunun ilahıydı; göğsü, ciğerleri, kaburga kemiklerini, dalak ve bunun rahatsızlıklarını idare ettiği düşünülürdü. Yengeç burcunun dolayısıyla Ay’ın; solunum yolları, mide, göğüsler ve rahmi kontrol ettiği de söylenir. Muhyiddin İbn Arabî bu burcun meleğinin soğuk ve nemli tabiatlı olduğunun belirtir. Seretân (Yengeç) burcu meleği bu alemin yaradılışının anahtarını taşır. Bir otacı öğüdü şöyle der;

Bol bol su teresi ye, rahim hastalıklarına iyidir...

Ay bitkisi olan su teresi (roripa nasturtium) kadında sevişme duygusunu arttırmaya, balgam sökmeye, kum dökmeye, rahim hastalıklarına karşı yapılan ilaçlarda karşımıza çıkar Anadolu halk şifacılığında. Söğüt (salix) karaciğer hastalıklarına, yürek çarpıntısına, iyi gelir, bir Ay bitkisidir, fakat bu çarpıntılar genelde kadınların çektiği regl dönemi sıkıntılarıdır. Lahana (brassica oleracea) ses kısıklığına, mide ağrılarına, besleyici güçlendirici özelliği vardır. Mısır (zea mays) mide ülserine iyidir mide sıvısını kontrol ettiği düşünüldüğü için, mısır ayrıca Satürn bitkisidir de. Papatya (matricaria chamomilla) erkeklik gücünü, göğüs tıkanıklıklarına iyi gelir. Tavşancılotu (heracleum) maydanozun etkileriyle aynıdır, mideye iyi gelir. Zambak (lilium) yüzdeki lekelere, soğuk algınlığına iyi gelir. Burada kadınların uyguladığı çok eski güzellik tariflerinde de Ay bitkilerine rastlıyoruz.
Merkür Bitkileri yaprakları ince ya da parçalı olan bitkileri ve beyni, konuşmayı etkileyen tıbbi bitkileri yönetir. İlahları; İkizlerin ilahı Herkül-Apollo; kollar, elleri ve bunların hastalıklarını, Başağın ilahesi İsis; dalak mide, bağırsaklar ve bunların hastalıklarını yönetir. İkizler omuzlar kollar, akciğerler, sinir sistemi, başak; bağırsaklar, karın ve bel kısmını da yönetmektedir. Muhyiddin İbn Arabî Cevza (İkizler) burcunun sıcak ve nemli tabiatlı (havaî) olduğunu söyler, bu melek diğer iki nitelikli (bileşimli) burçların (Başak, Yay ve Balık) hakimleri ile birlikte bedenlere hükmeder. İbn Arabî, Sünbüle (Başak) burcun meleğinin ise soğuk ve kuru tabiatlı (topraksı, yelsel) olarak tanımlar bu melek de bedenlere hükmetmektedir. Merkür bitkisi olan, ademotu ya da abdülselamotu da denilen adamotu (mandragora) ilaç yapımında ağrılarda, iç hastalıkların iyileştirilmesinde kullanılır. Otacıya göre Merkür bitkileri; anason (pimpinella anisum) gaza balgama karşı yararlıdır, baldırıkara (adianthum) mide ağrılarına, kum sökmeye yarar, dut (morus) ağrılara iç hastalıklara karşı ilaç yapımında kullanılmalıdır, fındık (corylus avellana) kalp çarpıntılarına, böbrek hastalıklarına karşı etkilidir ve erkekliği arttırır, havuç (daucus castus) daha çok ağrılara karşı yapılan ilaçlarda kullanılmalıdır, ayrıca havuç erkeklik duygusunu sevişme gücünü arttırır, ağrı ve yaralarla ilgili ilaçlarda kullanılabilir, hindiba (cichorium) mide hastalıklarına, sıtmaya, baş ağrısına, çarpıntıya iyi gelir, kediotu (valeriana) mayasıla, karın ağrılarına, sinirlere, diş ağrılarına karşı iyidir, kekik (thymus vulgaris) kum hastalığına, şişkinliğe, nefes darlığına iyi gelir, kereviz (apium graveoleus) kum hastalığına, şişkinliklere, nefes darlığına, lavanta çiçeği (lavandula) sinirlere, çarpıntıya, pekliğe karşı iyidir, maydanoz (petroselinum hortense) akıntılara, idrar darlığına, sıtmaya, mide ağrılarına, şişlere, arı sokmasına, ağız kokmasına, göz kaşıntılarına, mersin (myrtus communis) yaprağı urlara, şişlere, inmelere, uyuşukluğa, iyi gelir, meyankökü (glycyrrhia) göğüs hastalıklarına iyi gelir, nane (mentha) dölyatağına konursa gebeliği önler, ayrıca ağrılara soğuk algınlığına karşı etkilidir. Dil peltekliği ise Merkür bitkisi nane (mentha piperita) ile Ay bitkisi papatyanın (chrysanthemum segetum) balla karıştırılmasıyla elde edilen macunla iyi edilmeye çalışılır halk şifacılığında. Merkür bitkisi olan pelinin (artemisia obsinthum) bağırsak ağrılarına, inmelere, deliliğe, balgama iyi geldiği kabul edilir. Rezene (foeniculum vulgare) iç hastalıklara kullanılır. Bir otacı tarifi şöyle der;

Boğmaca için adi raziyane ya da öbür adıyla rezene kaynat, iç...
Rezene, Merkür bitkisidir. Helenistik Anadolu’da, Merkür’ün konuşma organlarını da yönettiği ve onun etkisi altında olanların hitabet gücünün yüksek olduğu düşünülürdü. Hemen hiç değişmemiş bir antik formül hala Anadolu’da uygulanmakta; boğmaca için kırlangıç kuşunun kanı akide şekerine damlatılmakta ve hastaya yedirilmekte. Bu kuş Merkür’ün yani tanrı Hermes’in hayvanı olarak saygı görürdü. Merkür gezegeninin yönettiği başka bir bitki de Anadolu’nun her yanında rastlanan sarımsaktır. Sarımsak (allium sativum) erkekliği arttırır, zihni açar, ifadeyi güçlendirir, bütün ağrılara iyi gelir. Sarımsağın halk arasında adı kırk devadır. Akasya (accacia) otacı tarafından ateş düşürmek için kullanılan bir Merkür bitkisidir. Fesleğen (ocinum basilicum) değişik ilaç yapımlarında kullanılır. Yasemin (lasminum) balgamı, safra sökme, rahim hastalıklarına karşı yapılan ilaçlarda karşımıza çıkar. Mercanköşk (origanum maiorana) bulantılara, mide ağrılarına, soğuk algınlığının tedavisinde kullanılmaktadır.
Venüs Bitkileri, güzel çiçekli, kırmızı meyveli bitkiler, cinsel uyarıcıları, kadın güzelliğinde kullanılan kozmetik bitkileri yönetir. Boğa burcunun Helenistik çağdaki ve Mısır’daki ilahı Apis boynu omuzları, Terazi burcunun ilahı Omphtha omurga hattı ve baldırları yönetir. Boğa boyun boğaz ve yumurtalıkları, Terazi böbrek pankreas ve sırtın alt kısımlarını da yönetmektedir. Muhyiddin İbn Arabî, Sevr (Boğa) burcun meleğinin kuru ve soğuk tabiatlı (topraksı) olduğunu söyler, bu melek cennetin ve cehennemin yaradılışının anahtarını taşır. İbn Arabî’ye göre Mîzan (Terazi) burcun meleği sıcak ve nemli (havaî) tabiatlıdır, bu melek de kısa ömürlü hallerin, değişimlerin yaradılışının anahtarını taşır. Anadolu geleneksel halk şifacılığında, Venüs bitkisi olan armut (pirus communis) terlemeyi önlemek için kullanılmaktadır, ayrıca tohumları ilaç yapımında değerlendirilir. Böğürtlen (rubus fruticosus) yaşlılığa, saçların kara kalmasını sağlayan bir birçok güzellik reçetesinde yer alır. Buğday (triticum) sinir hastalıklarına, yumurtalık şişmelerine karşı ilaç yapımında işe yaradığı düşünülen dişil bir tahıldır. Otacıya göre; çöven kökü (saponaia officinalis) ağrılara ve yele karşı, çuha çiçeği (primula veris) ishale, sinir bozukluğu gibi durumlarda, dulavratotu (arctium lappe) deri hastalıklarına karşı ilaç yapımında etkilidir. Elma (prius malus) besleyici ve şifalı özelliğiyle nefes darlığına, kalp hastalıklarına karşı koruyucu işlevi görür. Elmanın Venüs ile ilgisi antik çağdan beri bilinir. Eski Yunanda ve antik Anadolu’da, aşık biri sevdiğine bir elma fırlatır onun bu ilanı-ı aşkını kabul etmesini, yani elmayı yemesini beklermiş. Enginar (cyara scolymus) ter kokusu gideren bir yerel kozmetiktir Anadolu’da. Gül (rosa) suyu göz ağrılarına iyi gelsin diye kullanılır çünkü Venüs görüntüleri algılamayı da yönetmektedir. Kestane (castanea sativa) ishale, kansızlığa karşı, kuzukulağı (rumex acentosa) sarayı, baş dönmesini kusmayı önlemeye yarayan, mayasılotu (ajuga chamaeptys) egzamaya karşı ilaç yapımında kullanılan Venüs bitkileridir. Menekşe (viola odorata) karaciğer hastalıklarına, baş ağrılarına iyi geldiği düşünülen en bilinen Venüs bitkisidir. Nane (mentha) sevişmeyle, aşkla ilgilidir. Şeftali (prunus percisa) ve vişne (prunus cesasus) mide ağrılarına iyi geldiği söylenen Venüs meyveleridir. Bir otacı tarifinde şöyle denilir;

Boğaz ağrısı için vahşi menekşe kaynat, şeker ekle, sıcak sıcak iç...

Venüs de bedende boğazları boynu ve yumurtalıkları yönetir. Boğmaca için tarla pelini (artemisia campestris) yaprakları kaynatılarak uygulanır. Kara pelin bitkisiyse (artemisia atrata) Merkür tarafından yönetilir ve yine boğmaca ve boğaz hastalıklarına uygulanır, bu gezegenin konuşma organlarını yönetmesi sebebiyle.
Mars Bitkileri, dikenli bitkilerle, tadı acı keskin tatlı bitkileri yönetir. Akrep’in ilahı Tifon kalçaları, cinsel organları, seks organları, idrar yolları; Koç ilahı Amun başı, başla ilgili hastalıkları yönetir. Muhyiddin İbn Arabî, Akreb (Akrep) burcun meleğinin nemli ve soğuk tabiatlı (sulu) olduğunu söyler, bu melek ateşin yaradılışının anahtarını taşır. Arabî’ye göre Hamel (Koç) burcun meleğinin sıcak ve kuru tabiatlıdır (ateşî) ve bu melek sıfatların yaradılışının anahtarını taşımaktadır. Otacı, alıç (crataegus azarolus) baş ağrılarına iyi gelir der, Mars gezegeninin salt düşünmeyle ilişkilendirilmesinden dolayı. Aynı şekilde çam (pinus) diş ağrısına, mide üşütmesine, doğum sancısına etkili olan otanın yapımında kullanılır. Devedikeni (circium arvense) değişik, ağrı kesicilerde kullanılır. Hardalotu (barassia juncea) burun tıkanıklığı açar, göğüs ağrılarında kullanılır. Isırgan (urtica membranacca) kansere, mide ağrılarına, şişlere iyi geldiği söylenen bir bitkidir. Meşe palamudu (quercus) idrar darlığı, frengiyi gidermekte kullanılmıştır. Sinameki (cassia) egzamaya, yaralara, kabızlığa, saç dökülmesine karşı iyidir. Burada Mars erkeklerle ilgili sorunlarda karşımıza çıkmakta. İştahı ve sevişme isteğini arttırdığı söylenen soğan (allium cepa) erkekte rastlanan saç dökülmesini önlemek için de otacı tarafından uygulanır. Sümbül (hyacinthus) mideyi güçlendirir, yemek duygusunu çoğalttığı söylenir. Bu bitki adını tanrı Apollon’un yoldaşı Hyakinthos’tan almaktadır. Bu hazin öyküye göre, Hyakhintos, Taygeton dağının eteklerinde (orta Anadolu’da bir dağ) disk atmayı arkadaşına öğreten Apollon’u kıskanan rüzgar tanrısı Zephyros’un gazabına uğrar. Tanrı diski havaya atar, rüzgar döner ve ağır taş disk Hyakinthos’un başına çarpar ve genci öldürür. Delikanlının kanının döküldüğü yerdeyse yeryüzünün ilk sümbülleri açar. Bu güzel gençten dolayı, sümbül hep güzellikle, iştahla ilişkilendirilmiştir.
Jüpiter Bitkileri, yüksek düzeyde besleyici, büyük, çabuk yetişen bitkilerle karaciğer ya da damarları etkileyen bitkileri yönetir. Balık ilahı Ichthon ayakları, bunların hastalıklarını, Yay ilahı Nephte bacağın diz üstünde kalan kısmı ve hastalıklarını yönetir. Yay karaciğer kalçalar, bacak üstleri, Balık ayaklar bilekler lenf dolaşımı, duyular. Muhyiddin İbn Arabî, Kavs (Yay) burcun meleğinin sıcak ve kuru tabiatlı (ateşî) olarak tanımlar, ayrıca bu melek cömerttir, aydınlık (nûrânî) ve karanlık (zulmânî) bedenlere hükmeder. Yine Muhyiddin İbn Arabî’ye göre Hût (Balık) burcunun meleği soğuk ve nemli (sulu) bir tabiata sahiptir ve Kavs (Yay) burcunun meleğiyle beraber aydınlık (nûrânî) ve karanlık (zulmânî) bedenlere hükmeder. Otacıya göre adaçayı (salvia officinalis) ıhlamur, asma, meyankökü, baş ağrılarına iyi gelen atkestanesi (peconia corollina) Jüpiter bitkileridir. Aynı şekilde badem (amygdalus communis) öksürük gidermeye yarayan ilaç yapımında, güneşle ortak yönetilen beşparmakotu dalak hastalıklarında kullanılmaktadır. Anadolu’da sıkça rastlanan ve ağacı pek tekin sayılmayan incir (ficus carcia) ise karaciğer, dalak şişkinliği, kansızlık, basur, nefes darlığı tedavisinde kullanılır. Kanı bozduğu söylenen ve ishal yaptığı bilinen kayısı (prunus armeniaca) da bir Jüpiter bitkisidir.
Satürn Bitkileri, zehirli, uyuşturucu, karanlık bitkileri yönetir. Oğlak ilahı Anubis dizlerle bunun hastalıklarına, deriye, kemiklere, dizlere ve dişlere hükmeder. Kova ilahı Kanopis diz altı kısmı bacaklar bunların hastalıklarını, bilekler, baldırlar, kan dolaşımını yönetir. Muhyiddin İbn Arabî, Cedî (Oğlak) burcun meleğinin soğuk ve kuru tabiatlı (topraksı) olarak tanımlar, ayrıca bu melek gündüz ne gecenin anahtarını taşır. Yine Arabî’ye göre Devl (Kova) burcunun meleği sıcak ve nemli (havaî) bir tabiata sahiptir ve cömerttir, ayrıca Azamet’in dehşeti altındadır, ruhların anahtarını taşır. Satürn gezegeninin yönettiği arpa (hordeum vulgaris) egzamaya, uyuza ve kaşıntıya karşı ilaç yapında kullanılır, çünkü derinin yöneticisi Oğlak gezegenidir. Ayva (cydonia vulgaris) sindirme, kusma ve mide ağrılarına karşı, baldıran (conium) mesane taşı düşürmede, çemen (cumium syminum) doğum ağrılarında ve şişkinliklere karşı ilaç yapımında kullanılagelmiştir. Deri hastalıklarına dulavratotu (arctium lappe), insanın içini açtığı söylenen ve kurt döken eğreltiotu (nephrodium filixmas) karın ağrılarına, rahim hastalıklarına, balgam sökmesine iyi geldiği düşünülen ve Ay ile ortak bitki olan gelincik (papaver rhaeas) ile sinir bozukluklarına iyi geldiği söylenen, ayrıca zehir yapımında kullanılan güzelavratotu (atropa belladonna) da Satürn bitkisidir. Anadolu’nun her yanında rastlanan kavak ağacını Satürn, Jüpiter ile ortak yönetir. Bu ağaç iç yaraların iyileştirilmesinde kullanılmaktadır. Halk arasında döngel de denilen muşmula (mespilus germanica) ağrılara sindirim bozukluklarına, karaciğer, bağırsak hastalıklarına, karşı koruyucu olarak kullanılan sarmaşık (hedera helix) ve sıtmaya, uyuza, egzamaya, sarılığa karşı ilaç yapımında kullanılan şahtere (furmaria officinalis) de Satürn bitkileridir.
Bazen tekin olmayan bir adlandırmayla karşımıza çıkan koca karı ilaçları, aslında zannettiğimizden çok daha eski bir geçmişin izlerini taşımakta. Koca karı ya da otacı artık halk geleneği içine sızmış, kök salmış bu hermetik bilginin kaynağını anımsamamakta, onun bir uygulayıcısı, isimsiz bir neferi olmayı seçmekte, tıpkı anonim olan tüm halk sanatı ürünlerinde olduğu gibi. Yıldızname açmalar, gün düşürmeler, uygun gök konumlarına göre hazırlanan yerel ilaçlar bir bir tarihe karışıyor. Anadolu’nun bitki varlığında eksilmeler olurken, o bitkilere anlamlar yükleyen bir semboller evreni de yakın çağın alacakaranlığı içinde yitip gidiyor.

Organikten İnorganiğe (Deneme)

“McLuhan 1976’da ‘kitle iletişim araçlarının uyguladığı baskının akıldışılığa yol açtığını’ ve onları kullanma biçimlerini değiştirmenin aciliyet kazandığını keşfettiğinde gösteri savunuculuğundan vazgeçmişti” der Guy Debord “Gösteri Toplumu” isimli çok tartışılan kitabında. Kitle iletişim araçlarının sanat üzerinde büyük bir değişime neden olduğu gün gibi açıktır. Ama bu sanatın macerası içinde ona yarar mı sağlamıştır, yoksa zarar mı? İşte çok tartışılan bir soru.
Sanatın bütün disiplinleri arasında bir bağ olduğu su götürmez. O yüzden müzikten bahsederken onunla birlikte plastik sanatların evirilmesine de göz atmakta yarar var. Sanat ürünü belki de tarihin başından beri sanatçıya ısmarlanandı. Erk sahibi olan ismini yüceltmek, kalıcı bu dünyadan göçüp gittiğinde ardında bir şey bırakma gayretiyle sanat ürününü ısmarlamaktaydı. Ürün, ister dinsel içerikli olsun, ister kamu yararına olsun, aslında ısmarlayanın ölüme nanik yapma isteğinden başka bir amaca yönelmiş değildi.
Çağımızda çoğu şeyin anlamının değişmesi gibi sanatında anlamı değişti. Ismarlayan “genel beğeni” haline geldi. Ticari Pop, kendince toplum nabzını tutarak deneysellikten çok, önceden de başarılıya ulaşmış yöntemleri farklı ambalajlarla sunmaya devam etmekte. 1990lardan bu yana tüm dünyada neredeyse yeni bir şey yapılmamasının belki de en önemli nedeni bu. Şu anda sanat dünyası gerçekten büyük usta Jean Baudrillard’ın da belirttiği gibi garip bir görünüm sunuyor ve sanatta, esinde bir tıkanma var. Birkaç yüzyıl boyunca batı sanatının oluşturduğu gelişme, onun da belirttiği gibi kendi görüntü zenginliğinin karşınında donup kalmış. Batı bir zengin kilerine benziyor bu haliyle. Bu yüzden günümüz bestecileri, arşiv karıştırmaya, buluntu nesnelerle üretmeye soyunmakta. Plak çağının kalıntıları üzerinden inşa edilmeye çalışılan elektronik müzik temellerinin sağlam olmamasına daha ne kadar dayanabilecek? Aslında bu olgu cazdan klasik müziğe aynı şekilde karşımıza çıkmakta.
Peki bu hale nasıl geldik? Arnold Gehlen, modern insanın bilgisinde ortaya çıkan değişikliklerle ilgili olarak teknolojinin hızla gelişmesinin önemli sonuçlarından birinin inorganik olanın, organik olanın önüne geçmesi olarak söylemektedir. Böylelikle, modern toplumda teknoloji-endüstri-bilim üçlüsünün hükümranlığıyla var olan kültürel bir üst yapı ortaya çıkmıştı. İnorganiğin bu dünyasında deney ve sürekli soyutlama dominant faktörler olarak devam edip gitmekteydi. Artık modern insan organik maddenin yerine inorganik maddeyi, organik gücün yerine inorganik enerjiyi yerleştirmişti. Dünyanın hemen her yanına ve pek kısa bir sürede bu doğal-yapay yayıldı, eskisiyle yer değiştirdi. Aslında organik yaşam öyle insanın cenneti değildi, tam tersine organik yaşam dönemi insan için sorunlu bir dönemdi. İnorganik dönemde insan temel yaşamsal sorunlarından kurtulmuş oldu. Ama bu da yabancılaşmayı getirdi sonuç olarak. Böylece makineleşmenin, aletlerin, deneylerin, ölçülebilirliliğin, fonksiyonelliğin, rasyonelliğin, soyutlamanın inşa ettiği bütünüyle yeni bir dünya ortaya çıktı. Bu dünyada hakim olan unsurlar teknoloji, bilim ve endüstriydi. Bürokrasinin soyut ve inorganik görev, hak, mecburiyet ve sorumluluk anlayışı ve bu yolda gerçeklik kazandırdığı toplumsal paylaşım biçemi bu dünyanın rasyonel olarak örgütlenmesini sağladı.
Bu yukarıda sayıp döktüğümüzün modern sanatla ve müzikle ne ilgisi var diyorsunuz sanırım. Evet doğrudan ve çarpıcı bir şekilde ilgisi var. Çünkü yukarıda yaşanan organikten inorganiğe varma süreci aynen müzikte de yaşandı. Ünlü sosyolog Anton Zijderveld’in de belirttiği gibi rasyonellik kolayca diğer yöne dönebilir. Yani boş tuvallerin, üzerine çizgi bile çizilmemiş boş kağıtların, çılgınca çalışan bilgisayarlara yüklenen anlamsız formüllerin, tiyatroda izlenen çılgınlığın ve sonuçta da bütünün anlamsızlaşmasının şaşırtıcı tezahürleri ile yüz yüze gelebiliriz, ki geliyoruz da. Deneyselciliğin nihai sonucu ise, saçma sapan hale gelene dek soyutlama olacaktır. Bu aslında bir tür çılgınlık hali ya da intihardır. Bugün bu sanat olarak isimlendiriliyor ama sonuçta bu sadece bir “isim”.
Bilgi bilincin bir parçasıdır dersek, yukarıda aktardığımız ruh hali günümüzün müzikte hal ve gidişini kolaylıkla kavramaya yardımcı olmakta. Bir yandan eskinin tekrarı olan bir ticari pop, bir yandan soyutlamanın anlamsızlık sınırına vardığı bir modern sanat. Avusturyalı şair Robert Musil “kendisine özgü özellikleri olmayan bir insan, insansız özelliklerden başka bir şey değildir” demekte. Belki de günümüzün pop starları da organikten inorganiğe doğru yönelimde (örneğin kendini yeniden yapılandıran Michael Jackson gibi) insansız özelliklerden başka bir şey olmamayı seçmekte.
Şu ağır, kocaman harfleriyle azımda büyüyen lakırdıyı, yani Sanat sözcüğünü gevelerken ustam Baudrillard’ın sözleri aklıma düşüyor; “Sanatın her yerde çoğaldığını görüyoruz. Sanat üzerine söylem ise daha da hızlı çoğalmakta. Ama sanatın ruhu yok oldu. Macera olarak sanat; yanılsama yaratma gücüne sahip sanat; şeylerin daha üstün bir oyunun kuralına boyun eğdirdiği, gerçekliğe karşıt bir ‘başka sahne’ kuran sanat; bir tuvalin üstündeki çizgi ve renk gibi, varlıların anlamlarını yitirip kendi varlık nedenlerini aşarak bir baştan çıkarma süreci içinde ideal biçimlerine (bu, onların kendi yok olmuş biçimleri olsa bile) ulaşabildikleri aşkın bir figür olarak sanat yok oldu.”
Etobur cinsellik hayaletiyle kuşatılmış pop, yukarıda sayılıp dökülenle tanımlandığında apaçık karşımızda beliriyor işte. Eskinin yeniye evrilmesi o kadar da insanı dehşete düşürecek bir şey değil ama asıl gelmekte olan insanı dehşete düşürebilir. Sanatın saptandığı ve kurallara bağlandığını göz önüne alırsak, her kuralın bir data olduğunu düşünürsek, istiflenen ve sıralanan data’ları art arda dizme üstadı bilgisayarın neler yapacağını düşünün bir? Geçen hafta Amerika’da yapay zeka üzerine doktora yapan arkadaşım Ankara’ya geldi. Boş vaktinde yaptığı müzikleri PC’ sinden dinletiyordu. Bir ara “Bak bu nasıl?” dedi. Eşliği hoş olan bir beste. Sonra da ekledi “Bunu bilgisayarım besteledi”. Yazdığı programa bazı armonik kuralları data olarak girmişti. Bilgisayar belirlenen ilkelere göre beste yapmıştı. Burkay Dönderici belki de geleceğin müziği ve sanatıyla ilgili birçok ipucu veren bu programıyla bana “hah işte bu da oldu nihayet” dedirtti.
Peki bundan sonra ne olacak? İnsanlar organik döneme geri dönmeyeceğine göre, dinlenenin izlenene dönüştüğü, sanatsal disiplinlerin birbirine karıştığı daha karmaşık bir dönem bizi bekliyor. Bu dönem bize devamlı “bu gerçek mi?” sorusunu sorduracak. Rüyaların gerçekle iç içe geçtiği, hepimizin kendimizi ana rahminde hissedeceği ama güvenli olmayan bir dönem bu.
Tavşan deliğine düşünmeden atlayan Alice aramızda yok sanırım. Belki de onun varacağı yer kameralarla izlenen, gösteri toplumunun klostrofobik bir tavşan deliğidir günümüzde, kim bilir? Ama bağırmadan edemeyeceğim doğrusu; “Hey Mr. DJ! Artık bilgisayarlar beste yapıyor! Papucun çoktan dama atıldı!”

İki Defa Söylemek (Makale)

Béla Bartók, 1936 yılında Adana’ya yaptığı ziyarette Yörüklerin müziklerini notaya almıştı. Bu çalışmada müziğin yapısı yanında, şarkı sözlerinin söyledikleri, tekrarladıkları üzerinde durdu. Bartók bizzat kendisi bu çalışmasında, Fikrin Anlatımı Bakımından Güfteler bölümünde şöyle demektedir; topladığı halk şarkısı örneklerinin çoğunda çok daha soyut olan, kimi zamansa okura simgeci, gerçeküstücü ve daha nice yirminci yüzyıl başı akımına özgü şiiri anımsatan Türk halk güfteleri kaydetmişti. Müzikolog Macar halkının güfte geleneğinde benzer izleri bulduğunu ama buna Slav ya da Balkan müziğinde rastlamadığını belirtir. En uç örneklerinde Türk halk şarkılarında olduğunu da söylemekten geri durmaz.
Ünlü müzikolog, aklını kurcalayan bu soruya yanıt bulmak için, anadili Türkçe olan Adanalı, New York’ta eğitim gören bir kız öğrenciye başvurur. Kız, anlam çapraşıklığının bilinçli olduğunu, hatta Türk halk şiirinde, dizelerde olsun, dörtlüklerde olsun, anlamın değil de, kelimelerin, kafilelerin ve benzeri öğelerin sıralanışı ve tınısından doğan ahenkli etkilerin birinci derecede önem taşıdığını ileri sürer. Bu baştan sağma, öz kültüründen bihaber yorum ünlü müzikologu tatmin etmez. Bartók, şiirlerde tercih edilen bu soyut anlatımın bu kadar basit bir nedenle seçilmediğini sezinler.
Türk halk şiirinde kıtaların çoğu içerik bakımında bağımsızdır ve sonraki kıtaya bağlı değildir. Onların bir öyküyü ele alışı tamamen anıştırma yöntemleriyle açıklanabilir. Anlamın etrafını saran bir sis tabakası gibidir bu anıştırma. Anadolu ağıtlarının birinden şöyle bir alıntı yapalım;

Kırlangıç yapar yuvayı
Çamur sıvayı sıvayı
Ahmet bana yeğen düşer
Babam başından dolayı


Burada kırlangıcın eylemi bağımsız bir anlatı gibidir. Anlamın sadece çerçevesini çizer. Ağıtın geri kalanında ismi söylenen yeğenin işlediği cinayet, akraba arasında yaşananlar yine aynı yöntemle anlatılmaktadır. Kırlangıcın çamurla sıvadığı yuva imgesi böylelikle karşımıza, aile içinde yaşanan çarpıklıkları anlatmaktadır. Bu yöntemle oluşturulan anıştırma Türk halk yazınının en üstün yanıdır. Anlamca ilgisiz bir benzetmeyi dile getirmek, tek kelime üzerinden bir anlam dünyası kurmak başka halk şiir geleneklerinde pek rastlanmayan bir durumdur. Diğer halk şiirlerinde hemen neredeyse bir öykü anlatılır. Bu öyküsellik, Rumeli müziğini dışta bırakırsak, Anadolu Türk Halk müziğinde nadiren karşımıza çıkar. Bartók, eserinde ana içeriği yansıtan bu tarz dizelerde bir doğa tablosu karşısında tasvir yapan bireyin izlerini arar. Bir anın tasvirinin peşine düşer ve buna alışık olmayan batılıların bu dizeleri okuduklarında şaşkınlığa düşeceklerini belirtir.
Anıştırma yöntemi, kullanılan simge tüm toplum tarafından biliniyorsa işler. Çünkü anıştırma bir unsurun bir başka unsurla gizlenerek anlatılmasıdır. Doğu sanatında sıkça karşımıza çıkar anıştırma. Türk halk şiirinde bu yöntemin kullanılmasıyla anıştırma, ortak değerler üzerinden yapılır. Burada kişisel beğeniden çok ortak değerler öne çıkar. Bartók, altını çizerek; başka hiçbir Doğu Avrupa halkında rastlanılmayan bu tür dizeler sadece Türkler ve Macarlarda kullanılıyor... şimdi bu değişlerin Türk lirik halk şiirinde çok daha geniş ölçüde kullanıldığını öğrendikten sonra, söz konusu özelliğin Macarlarca günümüze kadar on beş yüzyıldır yaşatılan Eski Türk mirası olduğuna inandım... der.
Avrupa’da çok sonraları gelişecek olan naturalia non sunt turpia (doğal şeyler ahlaka aykırı değildir) anlayışı aslında hep halk şiirinde karşımıza çıkar. Her halkın açık saçık şarkıları vardır. Türk halk müziğinde bu tarz anlatılar ise aynı anıştırmanın sonucunda belirir. Anlatılanı gizlemek aslında, yasaklardan çok halkın, bir bilinmezlik içinde sunulan konulardan haz almasında yatmaktadır. Anlatı parlak ışık altında değil de gölgeler içinde sunulmalıdır der bu beğeni. Çünkü güzellik apaçık değil, şöyle bir kavranabilendir. Doğunun sanat anlayışında bezemeciliğin önemli olması da sanırım bu güzellik anlayışına atıfta bulunur. Güfte ile ezgi arasında oluşturulan bağ genelde bu belirsizleştirmeyi daha da öne çıkarır.
Bartók, eserinde derleme yaptığı bölge halkının müziğiyle Çeremiş (Mari) ve Macar halk müziklerinde karşılaşılan pentatonik yapının izlerini taşıdığından da bahsetmekte. Böylelikle Fin-Ugur, Altay ve Türk toplulukları arasında var olan dilbilimsel ilişkiler dışında yer alan kültürel bağa da işaret eder. Anadolu Türk halk müziğinde ise karşımıza çok özgün bir karşıtlıkla oluşturulan anlam katmanları da çıkmakta. Bu Bektaşi değişlerindeki sayı gizemi ya da tasavvufi esasların sızdığı halk şiirinde karşılaşacağımız bir olgu. Bir Yunus Emre ilahisinde böyle emr eylemiş Çalap, derdim vardır inilerim denmekte. Şiirin yazıldığı çağ Anadolu’da Moğol istilasının yaşandığı bir yıkım dönemiydi. Burada Tanrı anlamında kullanılan Çalap sözcüğünün Moğolca oluşu çok ilginç. Düşmanının dilinden yaratana yakarmak belki de, tasavvufi görüşün batıya ihraç ettiği Hümanizm’in ilk örneklerinden.
Benzersiz bir anlam-evrene sahip Türk halk şiiri ve ezgileri. Bu evren kaşiflerini bekleye dursun, belki de ne acıdır ki, o Adanalı kızın benzeri birçok kişi öz müziğinin, öz kültürünün değerlerine uzak düşürülmenin umarsızlığını taşımakta. Yaptıkları yorumları, öz kültürünü yok saymak, anlamaya çalışmamakla bezemekte. Eşsiz anlam-evren de uzak ellerden başka kaşiflerin arka bahçesi haline gelmekte ne yazık ki. Özünü eski bir çağın yıkıntısı sananlara Seyranî’nin dizeleriyle seslenelim;

Harâbât ehline hor bakma sakın
Defîne bulunur vîrânelerde...

11 Şubat 2008 Pazartesi

Na-Dené Dilleri ve Halkları (Makale)

Haida Dili (Xaat Kíl)
Haida dili, Na-Dené dil ailesinin içinde belli başlı üç koldan ilkini oluşturan Haida alt öbeğinde yer alır. Haida halkı, Kraliçe Charlotte adasında, İngiliz Kolumbiyası'nın kıyılarında, kuzeydeyse Birleşik Devletler’in Alaska Eyaletinde yaşarlar. Kültürel bakımdan Tlingitlere benzeyen Haida halkının güneyde olanlarına Skidegate, Ninstins, kuzeyde, Alaska'da yaşayanlarına da Kaigani ya da Masset denilmektedir. Haida ismi, köken olarak xayda ‘kişi’ kelimesinden gelmektedir. Haidalar geçmişte, yarı özerk küçük topluluklar halinde yaşarlardı. Soy tarihlerindeki önemli olayları simgeleyen totem direkleri halk sanatlarının en güzel örnekleridir.
Haida dilinin güney ağzı 1911'de Swanton tarafından incelenmiştir. Ninstints denilen bu ağzın yirminci yüzyıl başında ancak birkaç konuşanı kalmıştı. 1970'e gelindiğinde ise bu lehçenin tek bir konuşanı vardı. Skidegate dialektininse 1876'da otuz konuşanı vardı ve bu halk Kraliçe Charlotte adasının kuzeyinde yaşıyordu. 1997'de Krauss'un bildirdiğine göre yine aynı adada altmış yaşını geçkin on beş kişi tarafından konuşulmaya devam edilmekteydi.
Haida sözdağarı Radlof tarafından 1858'de çalışılmaya başlandı. Daha sonra 1884'te Tolmie, 1891'de Boas ve 1902'de La Grasserie bu dille ilgili araştırmalar yaptı. 1895'te Harrison, 1906'da Keen, Kitab-ı Mukaddesi Haida diline çevirebilmek için birer dilbilgisi yazmıştır. Bunun yanında, 1964'de Bursill ve Hill ortak bir çalışma ile Haida şarkılarını kitaplaştırdı.
Haida dilinde, dudaksıl soluklu, patlamalı, düz kapantılı, dudaksıl düz genizsi, dudaksıl gırtlaksı, dudaksıl düz, dudaksıl genizsi, orta dişyuvasıl düz kapantılı, orta dişyuvasıl soluklu kapantılı, orta dişyuvasıl patlamalı kapantılı, yan dişyuvasıl, orta dişyuvasıl yarı kapantılı patlamalı, orta dişyuvasıl sessiz sızıcı, orta dişyuvasıl düz genizsi, orta dişyuvasıl, dişyuvasıl yan ünsüz, dişyuvasıl yan ünsüz, dişyuvasıl yan ünsüz, damaksıl sızıcı ötümsüz, gırtlaksı sızıcı kapantılı, genizsi patlamalı kapantılı, art damaksıl kapantı, soluklu, patlamalı, art damaksıl genizsi, küçül dil kapantı ünsüzü, soluklu, kapantı sızıcı soluksuz küçül dil ünsüzlerine rastlanır. Haida dilinde kıse ve uzun ünlülerin ayrımı sözkonusudur. Bunun yanında ton da bulunmaktadır.
Haida dilinde, çokbileşimlilik özelliği karşımıza çıkar. Örneğin soru edatları kişi zamirlerine ulanır. Anlam güçlendirmek için ikilemeye sıkça başvururlur;

Da‘gua gā’waiya’ gā’waiya’
(Sen?) (nasıl düştün) (nasıl düştün)

Haida dilinde anlatı örneği;
“Yáahl uu st'igáalaan, hal st'i'áwyaagaan. 'Wáadluu xíl hal tlaahláayaan. Gut'iláa k'íit k'uts hal ts'asláangaan. 'Wáadluu sáng kwáan hal néilaan gyaan hal 'lagáalaan, Asgáayst hal xitgwáangaan táawk uu hal diyáangaan. 'Wáadluu, chíin kwáan gándlaay aa hal táagaan. Hal sk'ísdlaayaan gyaan xitgáay aa hal jagíyaayaan. 'Wáadluu hingáan an sáanjuudaayaan.”

(Kuzgun hastaydı, çok çok hastaydı. Sonra ilaç yapmaya karar verdi. Üç farklı türde kökü kaynattı. Sonra bunu içti birçok gün boyunca ve iyileşti. Sonra, yiyecek bulmak için etrafta uçtu. Sonra ırmak ağzında fazlaca balık yedi. Tıka basa doymuştu ve uçamadı. Sonra öylece, tek başına dinlendi. – “Yáahl” [Kuzgun] Erma Lawrence’un aynı adlı öyküsünden)

Haida dilinde sayılar;
[1] sgoansin [2] stin [3] lgunul [4] stansin [5] leil [6] lganul [7] djiguaga
[8] stansanxa [9] laalingisgoansingo [10] laal

Tlingit Dili
Tlingit Dili, Na-Dené Dil Ailesinin, aynı isimle anılan Tlingit alt öbeğinde bulunmaktadır. Bu dil, Kuzey Amerika’da, Amerika Birleşik Devletlerinin Alaska Eyaleti ve Kanada’da konuşulmaktadır. Krauss 1995 verilerine dayanarak yedi yüz kişinin Tlingit dilini kullandığını belirtmiştir.
Bu halkın yaşadığı Yukon Bölgesinde Tlingit dilini günümüzde altmış, altmış beş yaşında yerliler daha yaygın konuşmaktadır. Gençlerse iki dillidir. Alaska’da yaşanan karışık evlilikler bu dili gerilemektedir. Bu durum Tlingit dilinin gelecekte yok olma tehlikesiyle baş başa olduğunu göstermektedir. Bu tehlikeye karşı günümüzde Kanada’da, Yukon Eyaleti Carcross ve Teslin yerel okullarında ilk öğrenimde Tlingit dilinde eğitim verilmektedir.
Tlingit halkının oldukça köklü bir sözlü edebiyat geleneği bulunur. Anlatıcılar tarafından ezberlenen, kuşaktan kuşağa aktarılan en önemli efsaneleri ‘Haa Shuka’ (Atalarımız) ve ‘Haa Tuwunaaga’ (Ruhlarımızın Sağlığı için Törensel Konuşmalar) İngilizce’ye çevrilmiştir. Ayrıca uzun ve titremli söylenen ünlüler de bulunmaktadır. Tlingit dilinin birkaç ayırt edici alt ağzı bulunmasına karşın genelde bu bir anlaşma güçlüğü yaratmaz.
Tlingit dilinde fiil türetmek için bir dizi ayırt edici ön ek bulunur. Bu ekler fiil gövdelerine eklenir, zaman ve devamlılık gibi durumlara göre değişim gösterir. Örneğin ya- ve si- öne eki ile;

ya-jaak (öldürmek) si-neix (korumak)
ya-hoon (satmak) si-teen (görmek)
ya-aak (birleştirmek) si-ee (pişirmek)

Tlingit dilinde, yapılan eyleme göre fiilin de gövdesi çekilir. Örneğin öldürmek fiilinde, tümce içinde bir araç belirtiliyorsa kullanılan fiil kökü, geçişlilik durumunda başka bir fiil kökü kullanılır;

ya-jaak (öldürmek) – ts’itskw xwaaják (bir kuş öldürdü)
li-jaak (öldürmek) – téich xwaaliják (onu bir taşla öldürdü)

Tlingit dilinde, söz dizimine örnek vermek gerekirse, Franz Boas’ın, Tlingit yerlilerinden dinleyerek kaleme aldığı bir anlatıdan yaralanabiliriz;

Tlingit Dilinde sözdizimi örneği;
Dùcát’ sá yàn’àwàdél t’àtyìn k’àlútdáx ’awés duxúx.
(karısı) (birden)(bitirdi, baktı)(gecede)(ortasından)(bu) (kocası)
(Kadın kocasına, gecenin bir yarısı, birden bire bakmayı kesti)

Tlingit dilinde günlük konuşma örneği;
“Łingít égí xh’ìya áxhch?” (Tlingit dilini anlıyor musun?)
“Ą Łingít exhà áxhch.” (Evet, Tlingit anlıyorum)
“Łingít tlił exhà áxhch.” (Tlingit dilini anlamıyorum)
“Ch’e yê gugênk’ Łingít exhà áxhch.” (Tlingit dilini çok az anlıyorum)

Tlingit dilinde sayılar;
[1] łéix' [2] déix [3] nás'k [4] daax'oon [5] keijín [6] łeidooshú
[7] daxadooshú [8] nas'gadooshú [9] gooshúk [10] jinkaat

Ahtna Dili
Ahtna Dili, Alaska, Na-Dené Dil Ailesinin, Atabaskan alt öbeğinin Kuzey kolunda yer almaktadır. Alaska ve Yukon bölgelerinde konuşulan ve Atabaskan grubunun en kuzeyde yer alan üyesidir. Bu dil üzerine Leer (1979) ve Krauss’un (2005) bir dizi araştırması yayımlanmıştır. Ahtna Dilinde aynı kökenden gelen diğer Atabaskan dillerinde de rastlanılan yüksek ve alçak ton yanında hece duruşu ile son patlamalı seslere yaygın bir biçimde bu dilde bulunur.
Krauss’un belirttiğine göre, Ahtna Dilinin bazı ağızlarında, Na-Dené dillerindeki tonlama yoktur. Copper nehri ve Yukarı Tanana bölgelerinde konuşulan lehçelerde ise tona rastlanır. Ahtna dilinin Merkez ve Yukarı ağızlarında geçmişte de günümüzde de tona rastlanmaz (Tuttle’a göre), bunun yanında sonlu patlama sesleri de yoktur.
Aynı lehçede seslerde gırtlaksıllaşmaya ve diğer Na-Dené dillerinde olan alçalan final seslere bulunmaktadır. Yukarı Ahtna lehçesinde yüksek ve alçak ton olduğu Krauss tarafında belirtilmektedir. Ahtna dilini günümüzde seksen kişi konuşmaktadır (1995 Krauss).

Ahtna dilinde sayılar;
[1] ts'ilk'ey [2] nadaeggi [3] taa'i [4] denc'ih [5] 'alts'eni [6] gistaani
[7] konts'aghi [8] lk'edenc'ih [9] ts'ilk'ey kole [10] hwlazaan

Tanaina Dili (Tanana)Tanaina Dili, Na-Dené Dil Ailesinin, Atabaskan alt öbeğinin Kuzey kolunda yer almaktadır. Alaska ve Yukon bölgelerinde konuşulan Tanaina, Atabaskan grubu içinde Ahtna diliyle yakın ilişkilidir. Bazı dilbilimciler bu iki dili Ahtna-Tanana dili olarak birlikte ele almaktadır.
Aşağı Tanaina Dilinin (Dena’ina) dört lehçesi vardır; Yukarı İnlet Lehçesi (Alaska, Knik, Susitna, Tyonek’de konuşulur), İnlet Lehçesi (Alaska, Kenai, Kustatan, Seldovia’da konuşulur), İliamna Lehçesi (Alaska, Pedro Körfezi, İliamna Gölü bölgesi), İnland Lehçesi (Alaska, Nondalton, Lime Village bölgesi).
Yukarı Tanaina Dilinin, Salcha ve Minto olarak adlandırılan iki lehçesi bulunur, Kanada’nın Yukon Eyaletinde konuşulur. Salcha lehçesinde diğer Na-Dené dillerinde rastlanılan tonlu konuşma biçimi yoktur.
Tanaina dilinin Salcha lehçesi, Koyukon dilinin komşusu durumundadır, bu lehçede yükselen ve alçalan olmak üzere iki tona rastlanır (Krauss ve Tuttle’a göre). Bunun yanında sonlu patlama ve gırtlaksıllaşma bu lehçede karşımıza çıkmaz. Minto lehçesindeyse sadece alçalan ton bulunur. Bu dili günümüzde 75 kişi konuşmaktadır.

Tanaina dilinde sayılar aşağıda olduğu gibidir;
[1] zelkei [2] tucha [3] tohchke [4] tenki [5] zielalo [6] koshssini
[7] kanzeogi [8] ltakolli [9] lehezetcho [10] koljushun

İngalik Dili
Degexit'an (Deg Hit’an ya da Deg Xinag) da denilen İngalik dili, Na-Dené dil ailesinin Atabaskan grubunun Merkezi Alaska – Yukon alt öbeğinde yer almaktadır. İngalik halkı, Kanada’nın Yukon havzasında dağlık ve tundralık bölgelerde balık avcılığıyla geçinir.
Dilleri, Na-Dené dillerinin Atabaskan kolunda yer alan İngalikler, bu bağa rağmen kültürel olarak Eskimolardan daha çok etkilenmiştir. Bazı boylar yarı göçebeyken, bazıları da köylerde yaşamayı seçmişti.
İngalik köylerinin en önemli yapısı yarısı toprağa gömülü, bir tür sauna olan kashim binalarıdır. Günümüzde, İngalik dilini konuşanların sayıları 20-30 kişi kadardır.
İngalik dili üzerine 1973 yılında, Henry, Hunter, Jones ve Eliza’nın Alaska’da yaptığı bir dizi araştırma bulunmaktadır. İngalik Dilinde birkaç kelime örneği verirsek;

dał (leylek) ts’och (tabak) chon (yağmur) drodeya (koyun)
dzedza (kuş) guga’ (bebek) is (balık ağı) jił (pişirmek)
k’o’ (ok) milo’ (el) łił (olta) min (göl)

İngalik dilinde sayılar;
[1] giłaga [2] teka [3] toig [4] dence [5] giłasna [6] dongagelaka
[7] dongatelaka [8] dongatogo [9] dongadence [10] nilk'osnal

Koyukon Dili
Ten'a olarak da anılan Koyukon Dili, Alaska’da konuşulmaktadır. Na-Dené Dil Ailesinin, Atabaskan alt öbeğinin Kuzey kolunda yer alır. Alaska’nın iç bölgelerinde konuşulan bu dil, İngalik diliyle yakın ilişkilidir. Koyukon arazisine giren ilk Avrupalılar, 1838 yılında Alaska’da Nulato ve Yukon nehirleri boyunca keşif gezilerine çıkan Ruslar olmuştur.
Koyukon dili üç ana lehçeye ayrılır; Yukarı, Merkez ve Aşağı. Bu ağızlar Koyukuk ve Yukon vadilerinde on bir bölgede halen üç yüz kişi tarafından konuşulmaktadır. Koyukon halkının tümü iki bin üç yüz olarak belirtildiğine göre bu dilin gerilediğini söylemek yersiz olmaz.
1899-1927 yıllarında Cizvit misyonerleri Koyukon dilinde bir dizi çeviri ve dilbilgisi çalışması yapmıştır. Bu dilde en önemli gramer çalışması, Koyukon dilini ana dili olarak konuşan Eliza Jones’un, 1970 yılında hazırladığı ve halen ilk öğrenimde kullanılan dilbilgisi kitabıdır. Koyukon dilinde birkaç sözcük örneği verirsek;

yah (ev) dinan (adam) bizdiy (geyik) ch’ileech (şarkı)
goh (tavşan) dikin (değnek) keela (oğlan) min (göl)
soa (güneş) nindaala (ördek) dlił (dağ) tł’in (kemik)

Koyukon dilinde sayılar;
[1] k'eełek'ee [2] neteek'ee [3] toak'ee [4] denk'ee [5] k'eelts'ednaale
[6] neelk'etoak'e [7] neelk'etoak'ee k'eelek'eebedee'oane [8] neelk'edenk'ee [9] neelk'edenk'ee k'eelek'eebedee'oane [10] k'eet hoadaaltoanee

Kuçin Dili
Kuçin (Gwich’in) dili, Na-Dené Dil Ailesinin Atabaskan koluna üyedir ve Loucheux, Kutchin ya da Tukudh olarak da anılır. İsimleri, eskiden halkın kendilerine, Van Tat Gwich’in, ya da “Göllerin arasında yaşayan halk” demesinden gelmektedir. Kuçin halkı, günümüzde hemen tümüyle Alaska ve Kanada’nın Kuzeybatı Yönetim Bölgesi ve Yukon Eyaletinde yaşamaktadırlar.
Robert McDonald (1829-1913) adında bir vaiz tarafından ilk kez Latin alfabesine aktarılan Kuçin dilinin yazım kuralları 1970’lerde bu dilde eğitim başlayınca tekrar gözden geçirilmiştir. Bu iki yazım biçiminden en son geliştirileni eğitimde resmen benimsenmiştir.
Kuçin dilinde dişsil ve dişyuvasıl sesler oldukça karakteristik olarak karşımıza çıkar. Titrem (ton) bu dilde çok sık kullanılmamıştır, ama serbest bir vurgu da söz konusudur. Kuçin dilinin bir lehçesi mi, yoksa ondan ayrı bir dil mi olduğu hâlâ tartışılan Han (Hän) ise genellikle Kuçin diliyle birlikte değerlendirilir.
Günümüzde, Alaskan ya da Batı Kuçin delinen lehçenin Yukon Vadisi, Birch Creek, Beaver, Fort Yukon, Chalkyitsik, Venetie’de yaklaşık üç yüz konuşanı kalmıştır. Kanada kısmında ise yine bu halktan yüz kişi bu dili konuşmaktadır, bu topluluğa Doğu Kuçin de denilir. Günümüzde Kuçin dilini 430 (1998 Kanada nüfus istatistiklerine göre), Han dilini ise 7-8 kişi konuşmaktadır (1995 Krauss).
Tukudh da denilen Kuçin dilinde b, p ve x seslerine sadece yabancı dillerden geçmiş olan sözcüklerde rastlanılır. Bunun yanında nazal sessizler bu dilin karakteristik özelliğidir. Kuçin dilinde yarı ünlüler de bulunur (oo, ei, oi, ui, ou).

Kuçin dilinde tümce örneği;
“Nikhwatì Zheezhìt nigwìłnjìk” (Efendimizin duası)

Hän-Kuçin dilinde tümce örneği;
“Shëtso ’yul hè änitl’ù ts’ä kënträ òhtse”
(Büyükannem boncuklara bakıyor ve ayakkabı yapıyor)

Kuçin dilinde sayılar;
[1] ihthlug [2] nekthui [3] un ihthlog [4] ttankthut [5] ihthlõkwunlih
[6] nikkittyigg [7] chitsuttetsinekthui [8] nikkittankhut
[9] (vunchuthnuko) [10] ihthlogchotyin

Tahltan Dili (Nahanni)
Nahanni olarak da adlandırılan Tahltan Dili, İngiliz Kolumbiya’sının kuzeybatı bölgesinde konuşulur. Na-Dené dil ailesinin, Atabask alt öbeğinin Kuzey kolunda yer alan Tahltan dilinde kırk beş ünsüz bulunur ve ses paleti diğer Na-Dené dillerine göre daha az gelişkindir.
Art dişyuvasıl seslere rastlanan bu dilde, dişsil, gırtlaksıl sessizler olarak da oldukça zengindir. Tahtlan halkı, Stikine ve Iskut ırmağı boyunca avcılıkla geçimlerini sağlamaktaydı. Bunun yanında, Kanada’da, Dease gölü kıyısında, Telegraph Creek ve Vencouver yakınlarında da oturanlarına da rastlanır.
Tahltan dilinin ayırt edilen üç lehçesi vardır; Tahtlan, Kaska, Tagiş (Mithun’a göre). Günümüzde, Tahltan ağzını konuşan otuz beş, Kaska lehçesini konuşan dört yüz, Tagiş lehçesini konuşan ise iki kişi kalmıştır.
Kaska lehçesine, konuşanları Dene Dzage adını vermektedir. Bazı dilbilimciler Tagiş ve Kaska ağızlarını ayrı bir dil olarak değerlendirme eğilimdedir. Ama genelde bu toplulukların dilleri Tahltan Dili içinde kabul edilir. Aynı Tlingitler gibi totem simgelerine göre sınıflanan bir toplum sistemleri vardır (Cheskea – kuzgun ve Cheona – kurt).

Tahltan dilinde sayılar;
[1] łége [2] łaké [3] táte [4] łénte [5] łoláxhe [6] nasłége
[7] nasłaké [8] nastáxhe [9] nasłénte [10] tŧ'otnán

Sekani Dili (Sikanni, Tsek'ehne)Sikanni de denilen Sekani Dili, Kanada’nın İngiliz Kolumbiyası ve Alberta Eyaletlerinde konuşulur ve Na-Dené Dil ailesinin Atabask alt öbeğinin Kuzey koluna üyedir.
Sekanilerin büyük bölümü, Finlay, Parsnip nehri boyları ve Rocky Dağları kıyısında yaşar. Kuzey ve batı komşuları Babin, Dakelh, Dunneza (Kunduz Kabilesi), Slavey, Kaska, ve Tahltan gibi diğer Atabaskan topluluklarıdır. Güney komşuları ise Saliş kabileleridir.
Sekani dilinde (Tsek'ehne), ötümsüz kapantılı, soluklu kapantılı, patlamalı kapantılı, sessiz sızıcı, genizsi, ötümsüz tınlayıcı sessizlerine rastlanır. Ayrıca uzun seslilere de bulunmaktadır. Günümüzde otuz, kırk kadar konuşanı kalmıştır (1997 Hargus).

Sekani dilinde sayılar;
[1] ea cly t'ye [2] oo kea t'ye
[3] tah t'ye [4] tee tut ye
[5] clah tzoo lah nin t'ye [6] ea tze tat t'ye
[7] oo kai ding kee [8] ea tzee teen t'ye
[9] kah lah ken t'ye [10] kay nen t'ye

Kunduz Kabilesinin Dili (Dunne-za, Tasttine)
Kunduz Kabilesinin dili, Dane Zaa, Dunne-za, Tasttine, Dunneza olarak da adlandırılır. Kanada’nın Alberta eyaletinin Peace Nehri kıyısının asıl yerlileri olan Kunduz Kabilesinin dili, Na-Dené dil ailesinin Atabaskan kolunun Kuzeybatı Kanada alt grubuna üyedir ve Tahltan, (Tagiş ve Kaska ile birlikte) Sekani diliyle yakın ilişkilidir. Günümüzde 300 konuşanı bulunmaktadır (1991 Kinkade).

Kunduz Kabilesinin dilinde sayılar;
[1] inlutés [2] okenté [3] tuté [4] tinaté [5] lutsonanénté [6] inché-ta-té
[7] ta-u-at-cé [8] in-ce-denté [9] ca-la-kinté [10] ken-en-té

Çipevya Dili (Dene Suline)Denesųłįne denilen Çipevya dilini konuşanlar, Kanada’nın kuzeyinde Na-Dené dil ailesinin Kuzey Atabaskan kolu içinde yer alan bir halktır. Kanada’nın Kuzeybatı Yönetim Bölgesi’nde, Saskatchewan, Alberta ve Monitoba eyaletlerinde konuşulmaktadır.
Geçmişte Çipevyalar, kuzey kutup dairesine yakın oturan halkların çoğu gibi Ren geyiği sürülerine göre göç etmekteydi. Çipevya kültüründe doğal elemeye dayanan acımasız bir yaşam tarzı benimsenmişti. Güçlü olanların zayıf olanları ezdiği bir sosyal düzendir bu.
Çipevya dili hakkında en eski kayıt 1742’de Montagnais tarafından kaydedilmiştir. Bu dili konuşanların büyük kısmı çift dillidir. Na-Dené dil ailesinin Atabaskan Kolunun Kuzey Kanada alt grubunda yer alan Çipevya dili, Slavey, Hare ve Dogrib dilleriyle yakın ilişkilidir. Bu dili günümüzde 4000 kişi konuşmaktadır (1995 Krauss).

Çipwvya dilinde sayılar;
[1] xhiłághe [2] náke [3] taghe [4] dįghį [5] sasųlághe [6] xhąłk'é-taghe
[7] xhįłási-dįghį [8] xhąłk'é- dįghį [9] xhiłághe-yaghaútą [10] xhiłá-unéną

Slavey Dil ve Lehçeleri (Slave, Hare)Na-Dené Dil Ailesinin Atabaskan kolunun Kuzeybatı Kanada alt grubunda yer alan Slavey Dili (Dene) Mackenzie nehri bölgesi, Alberta, Kuzeybatı Yönetim Bölgesi ve İngiliz Kolumbiyası’nda toplan üç bin dokuz yüz kişi tarafından konuşulmaktadır. Kuzeybatı Kanada alt grubunun Slave-Hare bölümünde yer alan bu dil, Hare, Dogrib ve Çipevya dilleriyle yakın ilişkilidir.
Dağlı Slavey (Shihgot’ine) Güney Slavey (Dené Thá) gibi, Slavey halkı birçok alt gruba bölünmüştür. Kanada’nın Alberta Eyaleti, Kuzeybatı Yönetim Bölgesi ve İngiliz Kolumbiyası’nın kuzey kısmında, Mackenzie nehri boyunca yaşarlar.
1997’de Krauss’un bildirdiğine göre güney lehçesinin toplam üç bin, kuzey lehçesininse toplam dokuz yüz konuşanı bulunmaktadır. Bu dil hakkında ilk çalışmayı 1876’da misyoner olan Emile Petitot tarafından yapılmıştır. Dene Dháh da denilen Slavey diliyle ilişkili olan Hare dili ve Kunduz Kabilesinin dili ile yakından ilişkilidir. Hare ya da Bear Gölü Slaveylerinin dili (K’áshogot’ine–Sahtú Got’ine) Slavey dili ile yakın ilgilidir.

“Ada”
Güney Slavey Lehçesi – ndu
Bistcho Gölü (Kegúnht’u) Lehçesi – ndu
Assumption-Habay (Xewónht’e) Lehçesi – du
Fort Vermilion-Eleske (Xewónst’e) Lehçesi – du

“Benim gözüm”
Güney Slavey Lehçesi – sendáa
Bistcho Gölü (Kegúnht’u) Lehçesi – sendáa
Assumption-Habay (Xewónht’e) Lehçesi – sedee
Fort Vermilion-Eleske (Xewónst’e) Lehçesi – sedee

“O uyumak istiyor”
Güney Slavey Lehçesi – nétį
Bistcho Gölü (Kegúnht’u) Lehçesi – ndéhtin
Assumption-Habay (Xewónht’e) Lehçesi – ndéhtin
Fort Vermilion-Eleske (Xewónst’e) Lehçesi – néhtin

“O oynuyor”
Güney Slavey Lehçesi – nágoyeh
Bistcho Gölü (Kegúnht’u) Lehçesi – ndáwoyeh
Assumption-Habay (Xewónht’e) Lehçesi – ndáwoyeh
Fort Vermilion-Eleske (Xewónst’e) Lehçesi – nágoyeh

“O büyüyor”
Güney Slavey Lehçesi – yenéhsheh
Bistcho Gölü (Kegúnht’u) Lehçesi – yendéhsheh
Assumption-Habay (Xewónht’e) Lehçesi – yendéhsheh
Fort Vermilion-Eleske (Xewónst’e) Lehçesi – yenéhsheh

Güney Slavey Lehçesinde sözdizimi örneği;
I Nógha dene eli t’ónh kádi, ehłeh ts’edi.
(bu)(sansar) (kişi) (odur)(önce)(o söyledi)(geçmişte)(o söyledi)
Eyóon kegúnhté óon jon aaht’in ndahndagúle ndahk’éndíh.
(şu) (şu yol) (o zaman)(bura)(sen tümü)(evebeynlerin)(seni korudu)
(Bu sansardı, geçmişte bunu ilk söyleyen o olmuştu. O zamanda şuradaki yol, seni ve evebeylerini de bütünüyle korudu.)

Slavey dilinde sayılar;
[1] łíe [2] xhoki [3] tai [4] dįį [5] sųlái [6] xhehts'étai
[7] łáhdįgh [8] xhehts'édįį [9] łúúli [10] honéno

Hare dilinde sayılar;
[1] lígi [2] rákee [3] tai [4] dį [5] lak'e [6] xhehts'étai
[7] ládhį [8] xhets'édi [9] lifóto [10] horéno

Dogrib Dili
Tłįcho da denilen Dogrib dili Na-Dené Dil ailesinin Atabaskan kolu altında sınıflandırılır. Günümüzde 2110 konuşanı bulunur. Kanada’da 1999 nüfus verilerine göre 2085 kişinin birincil dili Dogrib diliydi. Büyük Esir Gölü ile Büyük Ayı Gölü arasında bulunan bölge bu halkın yaşadıkları bölgelerdir.
Dogrib Dilinde ünsüzler, dudaksıl kapantılı ötümlü (b), dişyuvasıl kapantılı (d,t), dişyuvasıl kapantılı patlamalı (t’), art damaksıl kapantılı (g, k), damaksıl kapantılı patlamalı (k’), art damaksıl yuvarlak kapantılı (gw), art damaksıl yuvarlak kapantılı (kw) ve yuvarlak kapantılı patlamalı (kw’), dişyuvasıl hışırtılı (dz, ts, j, ch), dişyuvasıl hışırtılı patlamalı (ts’), hışırtılı ötümlü ve ötümsüz (dl, tl), dişyuvasıl hışırtılı patlamalı (ch’), dişyuvasıl sızıcı (z, s), sızıcı ötümsüz (ł), sızıcı ötümlü (zh), dişyuvasıl sızıcı ötümsüz (sh), art damaksıl sızıcı ötümlü (gh), art damaksıl sızıcı (x), gırtlaksı kapantılı (’), gırtlaksı sızıcı ötümsüz (h), dudaksıl genizsi (m), dudaksıl genizsi kapantılı (mb), dişyuvasıl genizsi ötümlü (n), dişyuvasıl genizsi (nd), yakınsak dişyuvasıl ötümlü (r), yakınsak yan ötümlü (l), yakınsak dişyuvasıl ötümlü (r), yakınsak damaksıl ötümlü (y), yakınsak art damaksıl yuvarlak (w), yakınsak art damaksıl yuvarlak ötümsüz (wh) şeklindedir.
Bunun yanında Dogrib Dilinde kısa ünlü (a, e, i, o) ve uzun ünlüler (aa, ee, oo) arasında bir ayım bulunur. Nazal sesliler (ą), alçalan ton (à şeklinde gösterilir) yazım içinde belirtilmesine rağmen yükselen ton herhangi bir işaretle gösterilmez.

Dogrib dilinde sayılar;
[1] en-clai [2] nak-ka [3] tta-rgha [4] tting [5] sîlaì

Karier Dili (Dakelh)
Dakelh de denilen Karier Dili, Na-Dené dil ailesinin Atabaskan kolu içinde Merkezi İngiliz Kolumbiyası alt grubunda yer alır. Babin (Babine veya Kuzey Karier), Çilkotin (Chilcotin ve ya Tsilhqot’in) ve günümüzde konuşulmayan Nicola (Stuwix) dilleriyle yakın akrabadır. Bu dilin 500 konuşanı vardır (1987 Nüfus verilerine göre). Karier dilinde gösterme zamirleri çeşitlilik göstermektedir;

ndi ’úlhti’ (bu tüfek)
nayoo ’úlhti’ (şu tüfek)
nagun-i ’úlhti’ (şu oradaki tüfek)

Karier dilinde geçişsiz fiiller yanında, geçişli eylemler iki grupta toplanmaktadır. Bunun yanında geçişli fillerin özneli ve öznesiz kullanımı biçimleri birbirinden farklıdır. Bu dilde değişmeyen eylemler de başka bir grup oluşturmaktadır. Bu dilde gelecek zaman kipi bulunur. Bunun yanında isimler genel, tamlanmış isimler ve isimleşmiş fiiller olarak üçe ayrılır. İyelik durumu ön eklerle belirtilmektedir. Örneğin el “la” sözcüğü;

sla (elim) ’ula (bir el) nela (bizim elimiz)
nla (elin) yula (onun eli) nolila (sizin eliniz)
oola (eli) dula (onun eli) bula (onların eli)

Karier söz dizimi örnekleri;
Nayoon dune, nawhulnúk-un, ’en, neba ’únt’oh
(Bu adam) (hikayeler anlatan tek kişidir)(o babamızdır)

Karier Dilinde sayılar;
[1] íło [2] naŋkhê [3] tha [4] teŋgê [5] kwollai [6] łk'etha
[7] łthak'ant'i [8] łketeŋgê [9] iło hulerh [10] hwonîzyai

Babin Dili (Kuzey Karier Dili)Babin dili Nat’ooten-Witsuwit’en olarak da anılır. Babin Dili, Babin ve Witsuwit'en halkı tarafından Kanada’nın İngiliz Kolumbiyası’nda konuşulur. Günümüzde, Babin and Witsuwit'en halkının çoğu çift dillidir. Babin dili aynı zamanda Kuzey Karier dili olarak da anılır. Bu dilin batı ve merkezi İngiliz Kolumbiyasında 500 konuşanı kalmıştır (1997 Hargus).

Babine dilinde sayılar aşağıda olduğu gibidir;
[1] íło [2] naŋkhê [3] taq'ey [4] teŋgê [5] kwollai [6] łk'etha
[7] łthak'ant'i [8] łketeŋgê [9] iło hulerh [10] hwonîzyai

Çilkotin Dili
Çilkotin yerlileri dillerini Tsilhqot’en olarak adlandırırlar. Çilkotin dili, Washington Eyaleti ve İngiliz Kolumbiyası’nda konuşulur. Çilkotin halkının kuzey komşuları Karier (Dakelh), doğu komşuları Secwepmectsín (Shuswap), güneyde St'at'imcets (Lillooet) ve batıdaysa Nuxalk (Bella Coola) halklarıdır.
Ulkatço Karierleri ise Anahim Gölü kıyısında konuşulur. Çilkotin adı İngilizceye tsił qoxt'in (Çilkotin Nehri halkının dili), anlamına gelir. Çilkotin kelimesi de tsił (genç adam) ve qox (nehir) kelimelrinden oluşmaktadır. Altı Çilkotin boyu bulunur; Esdilagh (Alexandria), Redstone, Stone, Tl'esqox (Toosey), Tl'etinqox (Anaham) Xeni Gwet'in (Nehemiah).

Çilkotin dilinde sayılar;
[1] inl-hi [2] nan-kuh [3] tai [4] tī [5] is-kun-la
[6] utl-tshun-tai [7] utl-tshun-tai-gut-inl-hi
[8] guh-in-il-ti [9] entlah lakul [10] it-tshil-aw-nil-nan

Sarsi Dili
Sarsi Dili, Na-Dené Dil Ailesinin Kuzey Atabaskan öbeğinde kendi ismiyle anılan bir alt öbek oluşturur. Sarsi topluluğu kendine Tsúùt’inà demektedir. Günümüzde Kanada’nın Alberta Eyaletinde Calgary şehri yakınlarında yaşamaktadırlar. İngilizce isimleri olan Sarcee Karaayak dilinde (Blackfoot) saxsii kelimesinden gelmektedir. Karaayaklar, Sarsi halkına kendi dillerinde saxsiiwak “Orman Ülkesinin Halkı” demekteydi. Sarsi dili ses dağarı olarak diğer Atabaskan dillerinden farklı değildir. Bu dilde üç ton bulunur; alçalan, orta ve yükselen.
Goddard’ın, 1915’te Kaliforniya Üniversitesinde yayınladığı Sarcee Textes isimli kitabında aktardığı bir Sarsi şaman duası da bulunmaktadır. Tüm Atabaskan yerlilerinde önemi bulunan Ter-evi törenlerinde söylenen bir duadır bu. Ter-Evi, kabile erkeklerinin gittiği, kızgın taşların üstüne su dökülmesiyle buhar elde edilen bir tür saunadır.

“Haiyūhū’ halītsa siłtitdininna naga tcazzīlī, ’atsīla’ haiyūhū’ halītsa da naga tcazzīlī, ’atsīla’ siłtitdinacnagùla dīna tcazzīle sagalana siłtitdinacnagùla dīna tcazzīle sagalana gimmiłtidīnasnagūla halīka ’agīnahī haiyūhū’, ’īta siłtitdininna ts’a nadīgīts’an haiyūhū’, ’īta ’ītsangak’atsa nadīgīts’an danist’agga, kwīyiga gwagūnīlī dīna ’īslīgūla haiyūhū’, ’īta saga nit’a di tū gūmasītīgī ’anlaigī, dī nūk’a ’annīlagī gūk’a djonna dīna ’īłīgūla haiyūhū’, ’īta sīgīla kanīgīt’ahī saga yīnīnī haiyūhū’, ’īta ’īsteīteī saga yīnīnī saga nīt’a ’īta haiyūhū’ ’īta tanīsinna saga nīt’a sagūyīła, nanī’ dīnatī hanīts’ītadīsīdlī.”

“Ey yaşlı adam bana yardım et, senin için ter-evinde duyacaksın, ey yaşlı adam burada senin için ter-evi, onlara yardım eder misin? Ter –evindeki bu kişiler buradalar, onlara yardım et. Yaşlı adam, buraya gelir misin? Ey babam, bana yardım et. Yıldırım şimdi seni duyuyorum. Ey babam kuş seslerini tekrar duyabilir miyim? Gök altında en mutlu ben olabilir miyim? Ey babam bana acı. Bu çevreleyen su, bu adayı yaratan su, bu suyla çevrelenmiş uzun boylu adamın adasını sen yarattın. Ey babam izin ver günlerim sonuna dek tükensin. Ben bir şey sunayım. Ey babam bu sunuyu yiyeyim. Bana acı. Ey babam ben zavallıyım. Bana bir şey ver.”

Sarsi dilinde sayılar;
[1] tłìk'āzá [2] ákíyī [3] tóók'ī [4] dīītc'íí [5] gúùt'áá [6] gùstóní
[7] tcìctc'ídí [8] tłàcdīītc'í [9] tłìk'uyagháá [10] gunìsnání

Tolowa-Galis Lehçeleri (Tututni)
Oregon’da konuşulan bu dil ve lehçeler, Na-Dené Dil ailesi içinde Tolowa-Galis alt grubu olarak adlandırılır. Bu grupta birine yakın, lehçe oldukları tartışılan beş dil bulunur; Çetko, Kokil (Fransızca yazılışıyla Coquille), Galis (Galice), Tolowa ve Tututni. Beş konuşanı kalan Çetko dışında Galis ve Kokil dilleri ölü dillerdir. Tolowa dilini konuşan halk 1000 kişi olmasına rağmen bu dili bilen beş kişi kalmıştır. 1962’te Tututni dilini on kişi konuşuyordu.
Tolowa ve Tututni dilleri geçmişte, bugünkü Oregon ve Kaliforniya eyaletlerinin sınır bölgesini çizen Smith ve Kalamath nehirlerinin arasında kalan bölgede konuşulmaktaydı. Atabaskan öbeğinde yer alan Tolowa (Tolowa) ya da Smith Nehri Dili, Smith Nehri bölgesinden kuzey Kaliforniya kıyılarına dek yayılmıştı. 1910 yılına gelindiğinde 121 kişi Tolowa Dili konuşmaktaydı. 1945’de bu sayı 37’ye düşmüştü.
Batı Kıyısı Atabaskan topluluğu, bölgeye yaklaşık 1000 yıl önce göç edenlerin soyundan gelmiştir. Kokil Dili (Coquille, Yukarı Coquille) veya Mishikhwutmetumme; bir Atabaskan dilidir, geçmişte Coquille nehrinin doğu yakasında, Oregon’un ve Myrtle Creek’in batısında konuşulurdu. 1956’da Oregon’daki Kızılderili rezervasyonlarında 900’den az Kokil yaşamaktaydı.
Umpqua Dili, Umpqua River, Oregon’da konuşulurdu, günümüzde Roseburg akınlarında. 1902 yılında Grand Ronde Rezervasyonuna yerleştirilen sadece 84 kişi kalmıştı.
Çastakostalar (Chastacosta) küçük bir Atabaskan kabilesiydi, Illinois nehri yakınlarında ve Rogue nehri civarlarında kendi dillerini konuşuyorlardı. 1945’te sayıları sadece 20 kişiydi.
Taltushtuntude, başka küçük bir Atabaskan kabilesidir ve Rogue nehri, Oregon ve Galice Creek bölgesinde yaşamışlardır. 1937’de sayıları sadece 42 kişiydi.
Dakubetede, küçük bir Atabaskan kabilesidir, Applegate Creek’den, günümüzde hiç üyesi kalmamıştır.
Bir Atabaskan halkı olan Çetkolar (Chetco) Brookings, Oregon yakınlarındaki Chetco nehri yakınında oturmaktaydılar. 1910’a gelindiğinde sadece 10 üyesi kalmıştı.

Tolowa Dilinde sözcükler;
adam – chusne güneş – xwet'e beyaz – hlki
kadın – trunxai ay – chagutlsri sarı – hltsu
köpek – hlen su – tutlxut kırmızı – hlsrik

Tututni Dilinde sözcükler;
adam – tisne güneş – xashi beyaz – hlki
kadın – tsaxe ay – chaghalsi sarı – łtsu
köpek – li su – tulxata kırmızı – łsuk

Tolowa dilinde sayılar;
[1] la [2] nax [3] tak [4] dintce [5] cwela [6] kostanne
[7] tcete [8] lanisût [9] la-ûndai [10] nesûn

Tututni dilinde sayılar;
[1] laxh [2] naxi [3] tak'i [4] denč'i [5] sxwela [6] gwestane
[7] sč'ide [8] naxendo [9] laxhndo [10] xwese

Hupa Dili (Natinixwe)
Na-Dené Dil ailesinin Atabaskan kolunda bulunan Hupa Dili, Kuzey Kaliforniya’da Trinity Vadisinde (Natinixwe) konuşulmaktadır. Bu dilde özellikle ötümlü ve ötümsüz ünsüzler arasında belirgin bir karşıtlığın göze çarpmasıdır. Art damaksıl patlamalı ünsüzler bu dilde bulunmaktadır.

Hupa dilinde sayılar;
[1] ła' [2] nahx [3] taq [4] dink [5] chwola' [6] xostan
[7] xohk'it [8] kenim [9] miqostaw [10] minłung

Matol Dili
Matol Dili (Mattole-Bear River), Kuzey Kaliforniya’da konuşulan bir Atabaskan dilidir. Matol Dili ya da Bear Nehri Kızılderilileri, tarihi olarak Mendocino Körfezi çevresinde konuşulurdu. Matol Dili, doğu komşuları Eel Nehri Dilini konuşan bir Atabaskan topluluğudur. Bear Nehri yerli yerleşimleri Tcalko', Chilsheck, Chilenche, Selsche'ech, Tlanko, Estakana, ve Sehtla’dır.
Kroeber bu halk üzerine bir dizi araştıra yapmıştır (1925). Onun verdiği sayılara göre bu bölgenin 1770 olan nüfusunun 500’ü bu halka aittir. Cook (1976) bölgede yer alan halkları Matol (Mattole), Whilkut, Nongatl, Sinkyone, Lassik ve Kato halklarının sayısını toplam 4700 olarak belirtilmiştir. Bunun büyük kısmı Matol halkından oluşur. Baumhoff yerli Matol halkının nüfusunu 2476 olarak belirtir, ama bu dili konuşanların sayısını araştırmasında belirtmez (1958). Rohnerville Rancheria Matol Federal Rezervasyonunda, güneyinde bulunan Eureka yerel bölgesinde, 29 kişinin bu dili konuştuğu belirtilmiştir (2000 nüfus verilerine göre).

Matol Dilinde sözcükler;
yemek – yan güneş – shaa beyaz – łiigái
görmek – 'in ay – shaa sarı – łitsáw
köpek – naat'łíí su – too kırmızı – łitcidj
işitmek – ts'áts'an siyah – łishin terk etmek – yaaxyai

Matol dilinde sayılar;
[1] láiha' [2] nakxé` [3] dak'é` [4] dint'syé` [5] djikxóla' [6] gwostxán
[7] la'sgwód [8] dji`t'syéd [9] - [10] nisiyán

Kato Dili (Cahto)
Na-Dené dil ailesinin içinde, Kato ya da Cahto dili hemen hemen ölü bir dildir. 1980’lerde, Kato halkı 100 kişi olmasına rağmen, bu dili konuşan sadece 10 kişi kalmıştır. Kato halkı, Long Valley ve Cahto Valley’de Laytonville Rezervasyonunda yaşamaktadırlar.
Wailaki halkı günümüzde, Kaliforniya’da Covelo’da, Round Valley Kızılderili Rezervasyonu’nda yaşamaktadırlar. Bu halk iki ölü lehçe konuşmaktaydı; Lassik ve Kekawaka. Dilleri, Sinkyone diline oldukça yakındı.
Sinkyone (Eel Nehri) halkı kuzey Kaliforniya’da yaşamaktaydı. Eel Nehri Halkı iki kabileye ayrılır; Lholhankok ya da Bull Creek Sinkyone Güney Humboldt İlinde, günümüzdeyse Humboldt Redwoods State Park’ta yaşarlar. Onların güneyindeyse, Shelter Cove Sinkyone halkı Kuzey Mendocino ilinde oturur. Dillerine Wailaki de denilmektedir. 1920’lerde 100’den az kalmışlardı. Günümüzde bu diller ölü durumdadır. Kato dilinde sözcüklere örnek verirsek;

yemek – ch'oyaan güneş – shaa beyaz – lhgai
görmek – isaan ay – naaghai sarı – lhtciik
köpek – naalhghii su – too kırmızı – lhtciik
işitmek – ts'eegh siyah – lhshin şarkı söylemek – lee'
adam – din kadın – tc'eek

Kato dilinde sayılar;
[1] laxa [2] naka [3] tak [4] naka-naka [5] lasane [6] bûn-laxa
[7] bûn-naka [8] bûn-tak [9] bûn-naka-naka [10] lal baûñ

Navaho Dili (Navajo)
Navaho dili (Diné Bizaad) Birleşik devletler’in Utah, Colorado, Arizona, New Meksiko eyaletlerinde konuşulan, belki de en yaygın ve yabancılar tarafından öğrenilen Atabaskan dilidir. Navaho dilini günümüzde toplam 148.530 kişi konuşmaktadır (1990 nüfus verilerine göre). Navaho halkı (Diné) İkinci Dünya Savaşı sırasında Navaho dilini temel alan şifreleme sistemi özellikle büyük başarı kazanmıştı.

Navaho dilinde metin örneği;
“Bila’ashda’ii t’áá ałtsoh yiník’ehgo bidizhchįh dóó aheełt’eego ílįįgo bee baahóchį’.”

(İnsanlar hak yönünden özgür ve eşit doğarlar, özgür ve eşit kalmaya devam ederler. – İnsan Hakları Evrensel Bildirisi)

Navaho dilinde sayılar;
[1] láa'ii [2] naaki [3] táá' [4] díí [5] 'ashdla' [6] hastáá
[7] tsosts'id [8] tseebíí [9] náhást'éí [10] neeznáá

Bati Apaçi Dili (Coyotero Apache)
Batı Apaçi Dili, Na-Dené Dil Ailesinin Güney Atabaskan (Apaçi) Grubunun Ova Apaçi alt grubuna girmektedir ve Çirikahua, Meskalero ile Navaho dilleriyle yakın ilişkilidir. Batı Apaçi toplumu Arizona, Ova Apaçileri Oklahoma’da günümüzde halen yerleşik yaşamaktadırlar. 1990’da Batı Apaçi Dilini 12693 kişi konuşmaktaydı (ABD nüfus verilerine göre).
Batı Apaçiler, Birleşik Devletlerin Arizona Eyaleti’nde bulunan San Carlos ve Fort Apache rezervasyonlarında yaşamaktadır. Batı Apaçi dilinin ayırt edilen beş lehçesi bulunur; San Carlos, White Mountain, Cibecue, Güney Tonto ve Kuzey Tonto.
Batı Apaçi dili hakkında kaleme alınan en eski araştırma San Carlos lehçesini ele alan Goddard tarafından 1919’da yapılmıştır. Batı Apaçi Dilinde, birçok çekim eki bulunur. Bunların çok azı son ekken, birçoğu ön ektir. Bu eklerin sayısı ve işlevi çeşitlilik arz eder. Ekler ulandıkları kökü de değişime uğratmaz;

dah- (hemen üzerinde) “dahsindaa” (sen oturdun -bir nesne üzerine)
did- (tekrarlama) “ch’idli dididiaago” (dedikodu edip duruyorlar)
ha- (üstünde, dışında) “hadałizhchiiní” (döl, çoluk çocuk)
hi- (devamlılık) “hidaago” (yaşamaya başlamak)
łe- (zaman belirtir) “táádn łedihik’ęęzyú” (üç saat sonra)
łeh- (toprakla ilgili) “łehdabistįį” (onu toprağa verdiler, gömdüler)
k’e’- (süreğen durum) “k’e’eshcįį” (bu yazılıdır)

Batı Apaçi dilinde, fiil çekiminde sadece geçişli, geçişsiz oluşu, öznesi ya da çatısı değil, yöneldiği nesne de önem kazanır. Eğilip bir şeyi yerden almak fiili (náidn-) Batı Apaçi dilinde başka bir çekiminde yerden alınan bir elbiseyse, başka türlü bir son ek kullanımıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu tür eklerin on bir başlıkta toplanabilir ve varyasyonlarıyla sayıları kırk yediye dek çıkmaktadır;

“Tł’ooł náidla” (Halatı yerden eğilip aldı)
“Tséé náidn’ąą” (Taşı eğilip aldı)
“Naltsoos ląągo náidndil” (Yerden birçok kitabı eğilip aldı)

Apaçi dilinde anlatı örneği;
“'Iłk'ide ą, kee yá'édįná'a. 'Ákoo Tł'ízhe hooghéí dá'áíná bike' 'óliná'a. 'Ákoo Tł'ízheí gotál yiis'e ąná'a. 'Ákoo Mai'áee híłghoná'a. Gotál jiis’e ąí 'áee, Mai tsíbąąee naaná'azhishná'a. 'Ákoo bitseeí tsínáiłgoná'a.”

(Çok önceleri, ateş yoktu. Sadece sineklere ateş adı verilmişti. Sinekler bir tören yaptığında, kızıl kurt oraya geldi. Bu yerde onlar da bir tören düzenledi, kızıl kurt ateşin kıyısı boyunca bütün bu sahada dans etti ve kuyruğuyla sürekli ateşi dürttü)

Apaçi dilinde sayılar;
[1] dalaá [2] naki [3] táági [4] díghí’ì [5] ashdla’i [6] gostáń
[7] gost’igi [8] tsebíí [9] ńgóst’áí [10] goneznáń

Hikariya-Apaçi Dili (Jicarilla)
Bu isim Meksika İspanyolca’sında “küçük sepet” anlamına gelen jicarilla sözcüğünden gelmektedir. Hikariya Apaçileri dillerine, Abáachii Miizaa derler. Bu halk, Birleşik Devletlerde Oklahoma, New Meksiko ve Colorado’da yaşamaktadır. Hikariya Dilini günümüzde 812 kişi konuşmaktadır (1990 ABD nüfus verilerine göre).

Hikariya dilinde metin örneği;
“Shíí Rita shíízhii. Lósii’yé shii’deeshchíí shíí á’ee néésai. Shiika’éé na’iizii’íí nahiikéyaa’íí miiná’iisdzo’íí éí yaa shishíí. Shii’máá éí gé koghá’yé sidá nahaa daashishíí. Shiidádéé naakii. Dáłaa’é éí édii. Dáłaa’é éí dá aada’é miigha. Shiishdázha dáłánéé. Ałtso nada’iizii. Łe’ dá á’ee Lósii’ee daamigha. Isgwéela’yé naséyá, éí Lósii’ee naséyá dá áństs’íísédá. Łe’gó Santa Fe’yé dáłaa’é hai shee goslíí á’ee. Łe’gó Ináaso’yé éí kái’ii hai shee goslíí....”

(Benim adım Rita. Dulce’de doğdum ve büyüdüm. Babam toprağımıza çalışarak özen gösterirdi. Annem bizimle ilgilenmek için evde kaldı. İki kızkardeşim vardı. Onlardan biri öldü. Diğerleri buradan uzakta yaşıyor. Yaşı benden küçük birçok kız kardeşim var. Hepsi de çalışıyor. Bazıları Dulce’de yaşıyor. Daha genç olduğum zamanlarda, Dulce’de okula gittim. Sonra bir süreliğine Santa Fe’de yaşadım. Daha sonra üç yıl Ignacio’da yaşadım...)

Hikariya dilinde sayılar;
[1] hlá-ĭ [2] ná-kĭ [3] ká-i [4] dín-ĭ
[5] âsh-tlê [6] kus-ku'n
[7] kus-tsĭt-i [8] tsá-bi
[9] nkus-tá-i [10] kú-nêz-ni

Çirikahua-Apaçi Dili (Chiricahua-Mescalero)Apaçi halkının en büyük göçebe grubunu oluşturan Çirikahualar, New Meksiko eyaleti yanında, Meksika’da isimlerini verdikleri bir eyalette yaşamaktadırlar. Çirikahualar bunun yanında kuzeybatı Meksika, Birleşik Devletlerin Oklahoma, Arizona ve New Meksiko eyaletlerinde yaşamaktadırlar. Bu dili günümüzde 1800 kişi konuşmaktadır (1977 nüfus verilerine göre).

Çirikahua dilinde sayılar;
[1] dáłèxhé [2] nàki [3] táxh [4] díxh [5] naškláy [6] gòstá [7] kutzeddi [8] sapí [9] gostaddin [10] kunidznûn