12 Şubat 2008 Salı

Dört Oktavlık Asansör (Hiciv)

O Türkiye’ye Jivkov Paşanın zulmü altında inleye inleye varmıştı. Her fırsatta televizyona çıkar ablak yüzünde çarpık bir gülümseme SSCB konserinde, demirperde gerisinde Ermeni muhabirini nasıl bozduğunu anlatır, blöflerine aşırı sağın ulumalarını da boca ederdi. Pazar günü programlarıdır onun sirk gösterilerine başlayışı. Tam da TRT’likti o. Şu Fransız tarzı abuk kuşak eğlence programları vardır ya hani, Fransızlar kilisede sıkılmıştır Katolik pek Katolik, e kafamız dağılsın diye çok kanallı radyo misali, ateşyutanlar rap şarkıcılarına, abuk subuk şovlar soğuk esprilere, kutulu kutusuz yarışmalar telefon bağlantılarına karışır ve çitlembik çitlemek bile içinizden gelmez izlerken, işte tam da öyle bir tanesinde çıkmıştı ilkin. Ateş yutanlardan önce miydi sonra mıydı anımsamıyorum diğer soruya geçiniz. Ama hatırımdan hiç çıkmadı, Porgy and Bess hallaç pamuğu gibi çırpılmış, sesle akrobasi yapılmış, oktavlar arasında parendeler atılmıştı. O güzeldi belki bir zamanlar, (hoş ben güzel olduğu bir lahzayı bile seçemedim) ama gözlerindeki o vahşi pırıltı da neyin nesiydi kuzum? Dur bakalım nereye kapak atacak derdim o ellerini ovuştururken.
Zaman geçmeye dursun a dostlar! ANAP asilzadeleri yerlerini Beyaz Türk Tatlı Su Milliyetçisi Kemalistlerine bırakıvermesinler mi? Artık kiminin karısı tiyatro müdiresi, kiminin sevgilisi yağlı kıçına bakmaksızın bir balede baş rol endam eder. Aman kırmızı karanfiller, Mamak’ta bir kahvehanenin buğulu anıları, eski solcu Ali’siz Alevi kimlikler havalarda uçuşur. Başkentte adı kayalı semtte partiler birinci olur, Büyükşehir Belediyesinde takunya tıkırtıları, Çankaya’da senfoni mırıltıları! Sen o köşeyi kap ben bu köşeyi mevsiminin tatlı heyecanları. Doksanların ilk çeyreği gönlümüzde ağır kızartma yağlarından hafif beslenmeye geçiş kadar iz bırakır.
Ama ya o? O bambaşkadır! Kırk yamalı Ukrayna malı deri montu, entelektüel edaları giriverir başkentin en müstesna üniversitesinde caz cuz muz aman her neyse dersi vermeye. Kayıtlar dinletir, anılarını anlatır, teklif üstüne teklif almıştır ama Türkiye onun vatanıdır, gözler yaşarır, mendiller ıslatılır. Azıcık Meredith Monk, birazcık Sarah Vaughan, üstüne Lorry Anderson serp çalkala yavrum çalkala, işte sana tanıdık bir sima. Özgün olduğunu savunur, blöfünü yapar, yiyen varsa. Arada sırada çalgı sesi taklidine girişir, saksofon sesi dediği şeyi (adlandırmak çok güç, tanımlamak ise yürek ister) yaparken gırtlağına kaçan bir şeyi çıkarmak istiyormuş da boğuluyormuş sanırsınız, olsun o sanatçıdır. Dinlediğiniz şey, ne kadar abuk olsa da, sanattır vesselam.
Gel zaman git zaman politikayla süren flört mutlu sonla nihayete erer. Nihavent bir düğün, rüya gibi, Barbara Carttttttland ve Ayşe Teyzeli deterjan beyazları ufka yerleşir. Tam işte bu sırada yeniyetmenin biri sırf dili dışarıda ve ayran budalası olmasından mebni bu müstesna kampusun kapısından kimliksiz kaçak maçak içeri dalar. Onu görmektir dileği, senede bir gün. Görür de görmesine, meğer davulun sesi uzaktan hoş gelmekteymiş.
O yeniyetmeyi dinler. Dudak büker. Hoş bulur. Beş gider. Yapıcı yapmayıcı eleştiriler savurur, hatta yeniyetmeyi över. Eh o koskoca primadonna yahu, över de söver de. Sonra bir an fark eder bu bir kaçaktır, o müstesna kurumu kirleten bir yabancıdır, yani o üniversitenin öğrencisi değildir. Der ki acıların kadını, demirperdenin gülü, üstün şahsiyet, dört oktavlık nadir mahlukat hak yiyemem ve çocuk hayran kalır, hem dört oktava, hem erdeme. Nadide eğitim kurumunda bu dersi almak için bir sürü kişi birbirini ezmektedir. Üstün şahsiyet de birinin hakkını yememek istemektedir.
Ayran budalası, ağzından salyaları akarak, salya sümük ağlayarak, erdemin yüceliğine hayran, gel sen bana tırman olayları, kampusun iki yanı ağaçlı yolundan kapıya dek yürür, yer de kar bile vardır, olsun sanatta her yol mubahtır.
O bir mite dönüşürken yeni yetme bir kız arkadaşından telefon alır. Bu kız Devlet Çoksesli Çok Torpilli Korosuna girmeye niyetlenmiştir. Hem babası da TRT çalışanıdır, e bal tutan parmak yalıyor ya hani kız kendini över de över. Ayran budalası ne şanslı insanlar var diye düşünür. Koroda o yıl alto açığı vardır. Kız alto, babadan da torpil sağlam, oh keyif keka. Ayran budalası şimdiden kutlarım bile der.
Aradan bir ay geçer, ayran budalası başkentin en işlek kitapevinde torpilli kızın torpil manyağı edildiğini, topuğuna topuğuna sıktırıldığını öğrenir. Kız koroya girememiştir. Tek bir alto alınacaktır ve daha torpilli biri vardır sırada, hatta torpili Kültür Bakanındandır. Acaba kim diye düşünürler, kokusu da iki hafta sonra çıkar. Duruma fena halde bozulan torpilleyemeyen baba olayı araştırır. Koroya O alınmıştır, dört oktavlı, mağrur, üstün şahsiyet. Babanın edindiği bilgiler bir iki mevsim daha meşgul eder onları. Hiçbir koro çalışmasına katılmamaktadır ama maaşını alacağı veznenin önünde, eski bir Sosyalist ülke alışkanlığı olsa gerek hemen ayın birinde kuyruğa girmektedir. Doğru yere dükkan açmanın, blöfünü iyi yapabilmenin para ettiği bir Üçüncü Dünya Ülkesinde ayran budalası sırıtır, gözlerinde garip bir ifade durdurun asansörü inecek var diye bağırır bir Cenap Ant Vakfı konserinde.