6 Kasım 2016 Pazar

Pekiyi Sen Ne Yapıyorsun? | Savaş Çağman

Büyük bir öfke var içinde! Anlıyorum. Birkaç sorum olacak canım arkadaşım? Onlar sımsıkı bir yumruk olurken pekiyi sen ne yaptın? Reklam ajansına aldığın yeni mezun çocuğa sigorta yapmadın, eksik maaş verdin. Onlar yayınevleri kurarken pekiyi sen ne yaptın? Çevirmenine para vermedin, kitapevi açtın öğrenci çalıştırıp sömürdün. Onlar eğitim kurumları kurarken pekiyi sen ne yaptın? Ona Kürt dedin, buna o dedin, bu dedin eğitim götürmedin, öğretirken seçme hakkı vermedin, tıkanmış düşünce biçimini dünyanın gerçeği sandın. Onlar bir çağı zihinlerinde canlı tutarken pekiyi sen ne yaptın? Çağdaşım dedin ama dünyada ne oluyor bitiyor bilmedin, İçin boşken, tenine marka giyince kendini batılı zannettin, bu ülkenin 14000 yıllık kültürüne sahip çıkmadın, içi boş bir mitologya, sahte bir ikonografiye saplandın kaldın. Onlar fikir üretirken pekiyi sen ne yaptın? Sadece içi boş replikalar, fotokopiler ürettin...
Şimdi yenildiğine şaşırıyorsun. Onların zalimliğine kızıyorsun. Ve hala kendinden olana acı veriyorsun. Onlar kocaman, sıkı örgütlenmiş bir ağ iken pekiyi sen ne yapıyorsun? Örümcek ağları örüp, yanındakinin sırça köşkünü taşlıyorsun... Biliyor musun bunun sonucu ne olacak? Pekiyi şimdi ne yapıyorsun?

5 Kasım 2016 Cumartesi

Umutsuzluk Edebiyatı | Savaş Çağman

Ahval kötü, gidişat berbat, biliyoruz derinen... Evet, gündem karışık, aklı başında olanlar, eğitimi olanlar, duyarlılığı olanlar, gündemi takip edenler durumdan rahatsız; ki bu da doğal. Hemen her gün Facebook’tan bir haykırış yükseliyor, Twitter yıkılıyor ve bunun gibi şeyler. Bir şey yazmıyorum, yorumum suskunluk, benim gibileri de var sonuçta.
1958 yapımı, Richard Brooks’un yönettiği bir Tennessee Williams uyarlaması olan “Kızgın Damdaki Kedi” filminden bir replik aklıma düşüyor. Liz Taylor, Maggie rolünde ve eşi rolündeki Paul Newman’ın onunla cinsellik yaşamadığı için hamile olmasının imkansız olduğunu haykıran yengesine “Herkesin aşkı sizinki kadar gürültülü olmayabilir” diyordu… Evet, bazılarının feryadı, acısı, sizin yaygaralı ağıtlarınızın gibi olmayabilir. Bazısının yası sadelik ve sükun içindedir; ki bunun da siz görmeseniz de bir erdemi var.
Biz susanlar, yasını sessizce tutanlar, bu kötülüğün içinde hala az da olsun erdem arayanlar en kaba saba biçimde suçlanıyoruz; “Bir de çok okumuş, çok bilmiş, çok spiritüel ve çok enteresan insanların bir o kadar çok sessizliği midemi bulandırıyor. Neyse ki faşizm onların da kapısında, daha ne kadar Farkındalık’la boka batacaklar ki?”
Komünist bir arkadaşım “siz Anarşistler’in sonu bu zaten, az yaşlanın hemen Spritüalizm’e sarılırsınız” demişti. Belki de haklıdır. Kapımıza gelen Faşizm’e hazır olmamakla suçlanıyoruz ya? O zaman birkaç soru. Açlığa hazır mısınız? Acıyı izlemeye hazır mısınız? Günlerce yürümeye hazır mısınız? Bir hapis köşesinde olmaya hazır mısınız? Ölüme hazır mısınız?
Ben hazırım! O küçümsediğin dil uzattığınız manevi çalışmam için tuttuğum oruçlarla açlığa hazırım. Tüm Hayat’ın varlık düzleminde, acı dolu olduğunu, buna tanıklık için var olduğuma uyandığım için Acı’ya hazırım! Günlerce yürümeye hazırım, o küçümsediğiniz Asana’ları uyguladığım için! Hapsedilmeye hazırım, çünkü orada kalbimin kalesi içinde tefekkürle durabileceğimi bildiğim için! Ölmeye de hazırım! Çünkü bana verecekleri hiçbir acı özümdeki hayat monad’ını incitemez, bedenimi parçalasalar da o öz ölmez, yeniden doğar! Peki, siz neye hazırsınız? Uçak biletine mi?
Aslında andığınız o şiddet sözleri ile sizden olana şiddet uyguluyor, o Kötü’nün ortağı oluyorsunuz. Onun silahıyla savaşırsanız ondan farkınız kalmaz ki. Biliyorum, hayalciyim evet, silahsızım evet ve ben yenildim, aynı sizin gibi! Bu kabul içinde güçlüyüm, o yüzden ben fethedilmem, öldürülmem, yok edilemem!
Soya sütlü Caffe Latte’nizi alıp, Cihangir sokaklarını arşınlayıp ona buna dil uzatarak bir hayat geçirirken, içi boş sloganlarınızdan vaktiniz kalırsa, azcık bunu düşününüz, olur mu? Son küçük bir not Nihilizm daha soğuk iklimlerde daha diri durur, burada çürüyor…


25 Eylül 2016 Pazar

Spritüel Çalışma Nedir? | Savaş Çağman

Hayat Ağacı’nın kutsal imgesi altında çiçek açan Kabala Bilgisi, sadece Yahudi Halkı’na verilen (ezoterik) gizli bir bilgi olmaktan çıktığı son iki yüzyılda birçok insana, tıpkı bana olduğu gibi esin vermiştir. Kabala Bilgisi’nin, Melek Raziel’in Adem’den sakındığı kitabında yazılmış olduğunu kabul etsek de, Yahudilerin Eski Mısır sürgününde öğrendiklerini, ve Neolitik Çağ’dan bile eski zamanlardan ve belki de daha da öncesinden arınarak gelen Şaman Bilgisi’nden de izler taşıdığını görebiliriz. Bu izlere ustam ve gönül rehberim Yudelove da işaret etmektedir. İster Antropolojik ister Hermetik, ister Ezoterik çözümlemeleri ve onların yorumlarını seçelim, Kabala tıpkı diğer Spiritüel Ekoller gibi, insan bedenine ve var oluşuna dair ilginç tümceler kurmaya devam etmektedir.
Aynı Wu Şamanizmi, Taoizm, Tengricilik, Samkhya ve Hermetik Felsefe’de olduğu gibi, cisim olmayan Tanrı (veya Tanrısal Olan, ya da İlk, Bir, veyahut Hiç) her şeyde görünür olmak ve her şeyi görünür kılmak için bir simge şeklinde karşımıza çıkmak zorundadır; çünkü cisim olan bizler cismani olmayanı bu simgeler olmadan anlayamayız. Soyut Tanrı, et ya da kandan değildir. Hiçlikten kaynaklanır ve cisim olan bizler aynı Patanjali’nin anlattığı gibi onu anlamak için, onu ikame eden bir şekil uydurmak zorunda kalırız. Şeklin şemalin debdebesine kapılanlar gönül hanelerinde putperest olurlar, bu konuda şekil dediğimiz Put’un bir suçu yoktur; ki zaten o Put insan tarafından Bir olanı ikame etmek için yaratılmıştır. Şu an yeryüzünde Tektanrıcı olduğunu savunsa da içi boşalmış bu anlam yüzünden Putperest haline gelmiş olan Din maalesef pek çoktur.
Peki, bu çalışmalarda neden Tanrı imgesi gerekli veya illa gerekli mi? Tanrı veya Birlik yapacağımız çalışmalarda bir geri dönme, bir dayanak, bir Kök noktasıdır. Kök noktalar, imajine etmemiz, tekrar programlamamız, yeniden başlatmamız için gerekli olan noktalardır. Kök Noktaları duygusal tabanlardır. İade etme, silme veya yeniden programlama çalışmalarında ritüel olarak tekrar etme ve odaklanma için bu imgeleri kullanırız. Tanrı sadece bir ikame sözcüğüdür, anlattığı her şeyin Bir olduğundan başkası değildir.
Yeni Binyıl hokus pokusçularının bu çalışmalarda es geçtiği de işte budur; o yüzden Yoga, Batı’da bir spora ve esneme bilimine dönüşmüştür. O yüzden Kabala çalışmaları maddi dünyada ün, para şöhret kazanma sihrine, öbür ismiyle Secret’a kaynaklık etmiştir. Çünkü ritüel unutulmuştur. Ritüel çok ama çok önemlidir. Çünkü binlerce sene aynı şekilde aynı zamanda, hiç değiştirilmeden yapılagelendir; bu yüzden siz buna katılınca bir bütünlüğe katılır ve bütün olursunuz. Doğu’nun Bilgeliğinin veyahut Şamanizm’in sertifika programları ile bilmem kaç bin lira ödeyerek öğrenileceğine inanmıyorum. Ritüele katılmamış, pratik etmemiş, deneyimlememiş Yaşam Koçları’nın kendilerine bile faydası olmayan kayıp insanlar olduklarını, danışanlarının da yolda kaybolmasına neden olduğunu düşünüyorum.
Ritüel bize harfi harfine uygulanması gereken, o kültürün doneleri ile karşımıza çıkar. Samkhya Sanskritçe, Tao Klasik Çince, Kabala İbranice ile tınlar. Töreni o lisanla telaffuz etmek binlerce yıl yapıldığı şekilde yapmak, binlerce yıldır dua edilen bir tapınağın aura’sının gücü gibi bizi o spiritüel enerjiye dâhil eder. Bu bizi bütünle tanıştırır. Çalışmanın malzemesi olan orijinal dildeki metinlerin anadilde anlamlarını içselleştirmek de lazımdır, yoksa yapılan çalışma içi boş bir putperestliğe dönüşür.
Peki, aslında sorularımızın yanıtı nerede? Yanıtların delili ne? Her gün yüz yüze geldiğim ve şükrettiğim tüm bu görünenler âlemi, benin için Delil’dir. O delile bakarak ortak bir kavram kullanmak adına Allah, Tanrı veya Rab demeyi tercih ederim, ama her defasında kalbimde onun bir cisim olmadığını anımsayarak. Kelimenin gerçek anlamı, başkasının zihninde canlandırdığı anlam yüzünden aşınmaz. Her duamı “rehberliğini ve öğretmenliğini bizden esirgeme” diye bitirdiğim için onun isimlerinden öğretmen anlamına gelen İbranice ve Aramice, Rab kelimesini tercih ediyorum, belki de bu hayatta en çok onun öğretmenliğine ve yol arkadaşlığına ihtiyacım olduğu için.   
Peki, tüm bu çalışmalar ne işe yarar? Kutsal Vahiy’in ki ben bu vahyin Hallac-ı Mansur’un yüreği, haberci Melek Cebrail olarak kabul etmesindeki gibi, yürekten yüreğe olarak kabul ederim, İnsan’a ulaştığı ve ona esin verdiği en eski çağlardan bu yana Rab ile Kişioğlu arasında bir aktin varlığından söz edilebilir. Akit, insanın bu hayatta varlığını onurlandırır, ona boşu boşuna olmadığını anlatır. Rab ile Kişioğlu arasındaki sözleşme, bizim bütün içindeki var oluşumuzu, işe yaramamızı, mutluluğumuzun altını çizer; ki hayat bir akıştır, değişimler nehridir ve biz spiritüel çalışmalar ile bu değişimler nehrini izlemeyi, paniklemeden, zarar vermeden, kötü karma yaratmadan, şefkatle ve aşkla yaşamayı öğreniriz. Akit organiktir ve yaşamımızda doğum anımızdan itibaren yıldızların gökteki izleri ile kendini gösterir. Bu akit’e şükretmek önemlidir ve bu onurlandırma gerçekleştiğinde, aslında ifa edilenler Rab’a değil, kılan kişiye yararı olan bir dizi çalışmadan ibarettir. Bu çalışmalar, törensel ayinlerden ibadetlere, meditasyon’dan dua’ya dek birçok şekle bürünerek karşımıza çıkar. Hiçbirine Rab’ın ihtiyacı yoktur, ama bu çalışmalara bizim ihtiyacımız vardır; ki buralardan ruhsal ve bedensel sağlığımızı tesis ederiz. 
Spiritüel Çalışmalar’ın özü anlamaya, Kök’e yöneliktir. Size bir unvan, rütbe vermez, omzunuza apolet takmaz. Ki bu çalışmalarda yükselmek, aslında alçalmak, yerle yeksan olmak ve bütünlüğe ulaşmaktır. Derece almış mistiklerin gurura kapılanları tabi ki olur. Onların yolunda kaybolmak da mümkündür. Uyanık kalmak, ilk kurtarıcın da kendi yüreklerimizin sesi olduğunu anlamak hayatımıza özlediğimiz en büyük şifa olarak bizlere geri döner. 

10 Eylül 2016 Cumartesi

Kostümlü Prova | Savaş Çağman

Derler ki insanlar kötü değildir, eylemleri kötüdür. Ki o kötü eylemler yapıla yapıla kemikleşir, söylem haline gelir, öyle gelir öyle gider bakmışsınız o şekliyle kendine yer bulur. Kötülükten usandınız mı? Ben de usandım. Ama neden tükenmiyor hepimiz usandıysak?
Şimdi bu sıkı ya da daha afili tabirle cool soruyu, son müzik yazıma çeşni edeceğim. Evet, Türkçe kaleme aldığım son müzik ve sanat yazısı. Neden son bu dilde? Çünkü zaten son çok önceleri geldi, sadece bizler hala doğruyu söylemek için çabalıyorduk. Bazen dostlar insan doğruyu söyleyip karşısında kör bir budalalık, sığ bir bilgi ve yeteneksiz bir kin görmekten usanır. Ülkem tarihi içinde Batı'nın silik bir fotokopisi olamadan öteye geçip, bunu yazmak büyük hicap ama yazılmalı, Dünya'nın ortak kültürüne çalma çırpma değil de özgün bir şeyler katabilseydi, zaten ne bunları konuşuyor olurduk, ne de yazardık...
"Ayol rüyalarımı bile İngilizce görüyorum, o yüzden İngilizce yazıyorum" demelerle Ortak İnsanlık Kültürü'ne, Dünya Mirası'na bir şey hediye edilemiyor. Batı'nın sizi, Şiş-Kebab ve Turkish Lokum tadında algılamalarına uygun Kamasutra pozisyonu almaktan öteye gidemezsiniz. Hem de o Kamasutra gerdeğine başkasının fallus'u ile soyunuluyorsa.
Neymiş efendiler şu Batı dedikleri? Dönüşmek zorunda bırakılan şey aslında öcü yapıldığı gibi karşımıza dikilmez. Ortak İnsanlık Mirası Yunan-Roma estetiğinden başlar, Fransız Devriminin barikatlarına uzanır, İkinci Dünya Savaşının insanlık dersiyle beslenir, demokrasi ve insan hakları ile yoğrulur. Adı üstünde Ortak İnsanlık Kültürü, yani dünyanın her yerinde aynı olan şey, yani dostlar bizim hiçbir zaman parçası olmadığımız, olamadığımız, katılamadığımız şey...
Biz Cumhuriyet'in az da tutmuş mayası, kusura bakmayın biz bile bunun parçası değiliz. Çünkü kendine laik veya Batı yaşam biçimini benimseniş kesim bile ülkemizdeki cinsel, etnik, diğer yaşayan canlılara ait hakları 1910'un zaman tünelinde kalarak reddetmiş durumda. O kadar vahim ki durum, katılamadıkları o şeyi inanılmaz arzularken, dipboyası gelmiş sahte sarışınların, ait olmadığı sınıfın taklidi ile yaşlanmışların oyununda olduğu gibi, sabah sabah aynada makyaj yaparken veya tıraş olurken sadece kendi travmalarını seyredenler olmaktan öteye gidemezler. Ki bu büyük sonu gelmez kostümlü prova ile yaşar giderler. Böyle kuşaklar geldi geçti.
Bunun üstüne 1980 ile birlikte Sağ, sadece kendi zenginini yaratırken onların zengin çocukları bu kostümlü provaya toprak altı gruplar kurarak, müzik yapmaya soyunarak katılıyor. Biliyor musunuz müziğe hafife alanların çağı artık yaşadığımız çağ. Bu mülkte kaygısız, ama sınıfının görgüsüzlüğüne Batı'lı süsü verenler, artık facebook kahramanları olarak ona buna sataşmaya, kimin ne konuda müzik yazısı yazması, fikir beyan etmesi gerektiğine kadar hadlerini aşmış durumdalar. Hepsinin ağzında bir "bu müzik değil" demeler var...
Eğer varoşluğu, pespayeliği, müzikal beceriksizliği, o kötü pastij anlayışları ile müzik komedisi yapanları alkışlamıyorsanız haliniz harap. Bandıra bandıra ile büyüyenler Janis Joplin ezber ettiğini savunsa da, aslında aslını inkar fotokopiyi ne yazık ki değerli kılmıyor. Kasabalığın ekşi kokusunu Dior ile ustaca kamufle eden bu güce tapıcılar, sadece plastik bir kitsch tapınağını, bir kaç ne üdüğü belirsiz dergi ile anlam heyelanları yaratarak başarıyor. 1990'lardan beri yayımlanan ve müzikal karmaşasından bahsettiği şeye kadar sadece bir pespayelik olan şehrin yozlaşmış müziğini bir tür Türkiye'li Blues diye lanse etmeyi, yeni Sosyalist Süper Kahramanlar yaratmak adına uçkurundan başka derdi olmayan kişileri putlaştırmayı, kendi eş dost çevresinden kişileri İdol ve bilirkişi haline getirmeye çalışan ve bunu başarmış, yarattığı felaketin altında iki kuşağın kalmasına neden olan o müzik dergileri....
Ait oldukları dünyayı müzisyenlik olarak adlandıran bu kuru kalabalıktan biri sualime naçizane yanıt verebilir mi? Nota Biliyor musunuz? Dikteniz nasıl? Kontrpuan bilir misiniz? Kompozisyon yapabilir misiniz? Ya orkestra efektleri hakkında ne düşünürsünüz? Levignac falan çalıştınız mı? Bir Hindemith partitürü terennüm edebiliyor musunuz? Hadi sizin faşizminizin kötü bir taklidi olarak demişim var sayın! Siz de kendinize müzisyen mi diyorsunuz?
Aslında bir varoluş haykırışı olan müzik üretmek, illa eğitimle taçlanmasa da olur, ki çok örneği var, amma velakin tabi o taç da pek şıktır. Ama sizin faşizminizi taklit etmek adına soruyorum; Madem müzisyensiniz, gerektiği gibi müzisyen misiniz?.
Yapılan müziğe gelince. Müzikle parodi yapıp uzaya muzaya çıkıp, eskinin solcusu olup bu dünyaya bir değer katamamışları baş tacı edip, şarkı sözü üretemeden, ağlaklığı lirisizm sanarak debelenip duruyorsunuz. Ciddiyet yokken sizinle dalga geçilince küplere biniyorsunuz! O zaman müzikle parodi yapmaktan vazgeçin ve müzik yapın, da dinleyelim, şenlenelim.
Bu kostümlü prova o kadar avam ki, yaptıklarına non-music diyenler, müzik yapmadan non-müzik yapılamayacağının bile gerçeğini ifşa edemiyor. Ki Picasso, soyutlamalarından gayrı inanılmaz ekorje figürler çizebilen bir ressamdı. Avangard ve deneysel yaptığını savunanların öncelikle iki notayı yanyana çalabilmesini beklemek büyük bir hayal mi?
Edebiyat'ta, plastik sanatlar'da ve müzikte bu kostümlü prova'nın avam sızlanışlarından o kadar yoruldum ki! Bu pespaye Özal sonrası zenginlerinin, kaygısız çocuklarının güya sanat havariliğinden, Batı'ya göç edip biat isteyen Psikoposlar'dan, cahil insanların entelleküel müziğe soyunmalarından, kendi kültürünü hokus pokus zannedip epritenlerden, hem Dünya'ya hem kendi mirasına turist olanlardan, kısaca hepsinden yoruldum...
Bir şeyler düzelir iyi niyetimi kaybettim dostlar. Artık dükkan kapama zamanı gelmiştir. Belki de Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan vazgeçip, şerbete şıraya bulaşmadan, Konya'dan Hanya'ya varmak gereken zamanlar geldiği içindir bu. Yukarıda ismi sayılıp dökülenler, hiçbiriniz hakkında bir kelime daha etmeyeceğim, çünkü hayatı boyunca paylaşmaktan ve bilgi çoğaltmaktan başka amacı olmayan bu adam körün gözü, dilsizin sözü ile uğraşmaktan yıldı. Kalan ömrümce hoş bir seda ile uğraşmaya devam edeceğim, artık işim gücüm olmayacak o boş bir seda ile...


19 Ağustos 2016 Cuma

Şiddeti Yaymak | Savaş Çağman

Duyarlılık, olan bitene tanıklık etmek, bu konuda bilgiyi yaymak ve haberdar ederken duyarlılığı da başkalarında oluşturmak neredeyse yakın çağın 1968'lerden beri aydın, vatandaş sorumluluğu olarak karşımıza çıkıyor. Eskiden dergiler, gazeteler, bültenler bu işi yaparken şimdilerde bu görevi Sosyal Medya devralmış durumda.
Gün içinde birçok defa katledilmiş, yaralanmış hayvan, insan görüntülerine işte bu duyarlılık yüzünden maruz kalıyoruz. Ama, Facebook'tan duyarlılık adına paylaştığınız şiddet, sadece sizi şiddete karşı duyarsızlaştırıyor. Bu paylaşımları en azından fotoğrafsız yapmanız konu hakkında asıl duyarlılığınızı gösterir. Bu çağın oyunu olan şiddet görüntüsüne maruz kalıp aslında olan bitene duyarsızlaşma durumuna lütfen alet olmayalım artık. 
Şiddet düşüncesi, görüntüsü ve şiddete maruz kaldığınızda, kalpten uyanmak için arınmanız şarttır. Bu dünya acı ile dolu, maalesef çoğunu da izlemek zorundayız. Ama bunu kalbimiz uyanık ve uyuşmadan yapmak durumundayız. Lütfen kalbinizi uyuşturan şeyleri bir duyarlılıkmış gibi size yutturulmasına izin vermeyin.


15 Ağustos 2016 Pazartesi

Karışık Kaset | Savaş Çağman

Can dost Murat Meriç'in çok hoş bir değimi vardır kovalaklamak diye... Kitap kovalaklamak, kaset kovalaklamak, plak kovalaklamak. Bizim neslin merakı yüksek olanların ömrünün büyük kısmı bu kovalaklamaklarla geçti durdu. Bizim kuşağımız hiçbir bilginin elde edilemediği, her vahanın kolayca kuruduğu bir ortamda, kendi kendine kaza kaza müzik kültürünü edindi. Tam anlamıyla deneme yanılma yolu ile. Birkaç kitap, tek tük dergiler, onlarda da yalan yanlış bilgiler. Bizim için alınan her kaset, her plak bir sonrası için kronolojide bir geriye gidişti. Tam da bu Cumhuriyetin tepeden aşağıya devrimsel yönü gibi, önce elimize geçen grubu dinleyip sonra onun referansını izlerdik. Mesela Guns And Roses, beni The Cult'a götüren gruptur, referans ettikleri Aerosmith, Ramones veya Sex Pitols'u az çok biliyrodum. Sonra The Cult çıktı karşıma, ilk Sonic Temple albümünü keşfettim, sonra kronolojide geriye, köke gidip Electric albümüne neredeyse tapındım. Sanırım o bilgi kırıntılarına zor ulaşmak değerliydi. Şimdi tüm külliyatı bir tıkla indiren bir nesle bunun tadını anlatmak çok boşuna geliyor. Bu yüzden sanırım çok gereksiz dinlemeler yaptığımız gibi, çokça müzik dinledik; o dinlemelerle de sağlam bir müzik zevki geliştirdik. Ayrım yapmadan, büyük bir iştahla yaptık bunu. Bizim kuşağın müzik sevgisinin neslinin tükendiğini düşünüyorum ne yazık ki... Hele o hediye karışık kasetler yapmalar ve paylaşmalar, gerçekten özlüyorum...


14 Ağustos 2016 Pazar

Jean Genet Bir Aziz Bir Suçlu | Savaş Çağman

Jean Genet ile ilgili bir yazı yazmak yerine, onun yüzünün , masum ifadesinin bütün bir karesini kapladığı kısa metraj bir film yapılmasını daha iyi olurdu. Masumluk onun da söylediği gibi her zaman aldatıcır. Hayatının büyük bir ksımını hapisanelerde, kalanını da otel odalarında geçiren bir lanetli şair için nedenilebilir ki! “Poète maudit” (lanetli şair), Verlaine tarafından geçen yüzyıl sonlarında, hibir akıma sokulamayacak, marjinal bir yaşam sürmüş, hatta suçlu, aykırı şairler, yazarlar için bulunmuş bir deyim. Genet düzyazılarıyla, Uyumsuz Tiyatro (absurd) örnekleriyle eserleriyle tanınmıştır. Ama birgün ıslahevi kütüphanesinde ortaçağın büyük şairi Ronsard’ı keşfettiğinde şiir yazmaya ve okumaya karar vermişti. Başlangıçta en büyük tutkusu okumaktır, daha sonra da kitap çalmak… Tutukklanmalarının birçoğu kitap çalmak yüzündendi. İlk uzun şiiri Pecheur du Suquet ‘de Ay’la sohbete den bir hırsızın öyküsü geçer… Bir opera librettosu olabilecek durulukta ve edebiyat kalitesinde. Genet argoyu Paris’in sperm, marihuana, ucuz kadın parfümü kokan arka sokaklarından, kanalizasyonlarından çekip çıkarmış, kullanılır hale getirip edebiyat malzemesi yapmıştır. Şiir için Cenaze Töreni, adlı kitabında bakın ne diyor; “Şiir ve ya artıkları kullanma sanatı, boku kullanma ve size yedirme sanatı….”
Bu yazıyı onun sadece edebiyat kişiliğine değinelecek. Onun politik yanı, dine bakışı, hayatla ilgili gözlemelri,, felsefesi edebi kişiliğiyle zaten hep uyum içinde olduğu için hayatına çok değinilmeyecek. O yazdığının adamı olmamış, bizati kendini yazmıştır. Bütün romanlarında başkişi neredeyse o’dur veya olmak isteiği kişiyi yazar. Erotik, çoğu zaman da aşağılanış serüvenini şiirsel-müstehcen bir dille anlatmıştıur.
Öyküsü, Camille Gabrielle Genet’in gayrimeşru oğlu olarak dünyaya gelmesiyle başlar. Babası belli değildir. Bir köylü ailesi tarafından büyütülür. Aşağılanmayı ve kaba şiddeti orada öğrenir. Mutsuz çocukluğu uzakta bir deniz feneri gibi parıldayan bir şeyle apaçık aydınlanır. Bu okuduğu kitaplardır. O macera romanları okuyup köşesinde pinekleyen küçük bir burjuva ala olamaz. Tam tersi kendi macerasını kendi yaratır. Evden kaçar, hırsızlık yapar. On yaşındayken tutuklanır ve kötülüğüyle ünlü Mettray Islahevine gönderilir. Ona göre bir hapishanedeki en iğrenç şey bir masum’dur. Ruhunun ta derinliklerinde başka bir gedik fark eder. İşte o an aşağılanmayı bir aziz inceliğiyle bezediği felsefesi haline getirir; “Kendimi beni gördükleri gibi alçak, hain, hırsız, ibne olarak görüyorum,” Bu özleri sarf ederken asla bir kabul ediş gözlenmez onda. Bu bir dokunulmazın Hindistan’ı terk edip uzun yollar ve yüzyıllar kat ettikten sonra çingene gururuna sahip olması gibi bir şeydir. Aşağılanmayı Hindistan’ı terk eden bir Parya’ydı o. Dokunulmazdı, toplumdışıydı. Bunu değiştirmek için uzaklara kaçsa bile başkaları ona bu sefer de Çingene diyecekti. Aşağılanmanın ismi değişecek ama özü değişmeyecekti. Bu ruhsal göç sırasında keşfettiği, bu durmadan ona bir ad yakıştıran düşmanının diliyle konuşmasını öğrenmek oldu. Ve bunu da edebiyat yaptı.
1945’de (dilimize bu roman ilkin, Ekin Yayınları tarafından çevrildi) Miracle de la Rose (Gülün Mucizesi) adlı eserini hapishanedeyken yazdı. Daha çok geriye dönüşlerle ıslahevindeki eşcinsel deneyimlerini, hapsedilmenin ve suçluluğun, ayrıca aşkın içten, dolaysız, canlı bir resmini çizer bu romanında. Islahevinden firar ettikten sonra Avrupa’nın pek çok şehrindi gezdi. Kaçakçılık ve hırsızlık mesleklerini profesyonelce icra etti. Tam bu serseri hayatın sürdüğü yıllardı (1930-1939) Journal de Voleur (Hırsızın Günlüğü) adlı eserinde anlatacaktı pek sonraları. Estetikçiliği, Varoluşşçuluğu ve Uyumsuz anlayışını bu dokuz yıllık süre içinde yaşayarak keşfetti, bu bilgileri kitaplardan edinen entelektüel burjuvaların tam tersi.
Yazmaya 1943’de Fresnes Cezaevi’nde başlamıştı. Notre-Dame-Des-Fleures (Çiçeklerin Meryemanası) burada yazıldı. Bir gardiyan yazdığı defteri alınca, o da tuvalet kâğıdı üzerine yazarak tamamladı romanını. Kitabın başkarakteri Wiedmann, ki ona Çiçeklerin Meryemanası adını takmıştır Jean Genet, altı kişiyi öldürmüş ve infazını bekleyen bir katildi. Romanda muhabbet tellalları, fahişeler, işgal öncesi Paris’inin en uç tiplerini, yeraltı dünyasını anlatır. Bu romanda Genet dinsel ikonografiyi kendi mastürbasyon fantezileri için kullanır. Bu kitapla, Sartre’ın, Simone de Beauvoir’ın ve Cocteau’nun ilgisini çekti. Ama onun aslında istediği kitaplarının sadece bohem aydınlar arasında değil, bu metinleri okudukları zaman dehşete kapılacak, Hıristiyan Ahlakları zedelenecek ortasınıf insanlarının eline ulaşmasıydı.
1947’de onuncu kez tutulandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Yazarların çoğu, ki başlarını Sartre çekiyordu, bir bildirgeyle Fransız Cumhurbaşkanına başvurdular ve Jean Genet’in affedilmesini istediler. Ve nihayetinde Genet bu girişimlerle affedildi. Pombes Funèbre (Cenaze Töreni) ve 1983’de filme de uyarlanan Querelles de Brest aynı yıl, 1947’de yazılmıştı. Genet daha sonra birçoklarına (bunların arasında öncü yazarlar Ionesco ve Beckette de vardı) ilham verecek tiyatro oyunları yazamaya yöneldi. Yeni-Klasikçi anlayışla yazdığı tek perdelik oyunlarında Sartre etkisi gözlemlenir.
Haute Surveillance (Gözetim Altında) 1949 yılında kaleme alındı ve hapishane konusunu tekrar ele aldığı bir oyundu. Bu oyun dilimize Yazko Çeviri tarafından 1981’de kazandırlmıştır.
Jean Genet, iktidar ve hükmedilen ilişkisini işlemeye başladığı bir dizi oyunla karşımıza çıkmaya Les Bonnes (Hizmetçiler) ile 1947’de hemen özgür kaldıktan sonra başladı. Daha sonra bu temayı Le Balcon (Balkon, 1956), Le Nègres (Zenciler, 1958) ve Fransa’nın Cezayir bağımsızlık savaşındaki tutumlarını eleştirdiği için şimşekleri üzerine çeken Les Paravanents (Paravanlar, 1961) ile sürdürdü. Bu oyunlarda karakterler, kendilerini bir başkasının kimliğinde algılamaya çalıştıkları için belirsizlik içinde geçen bir atmosfer hakimdir. Öykünmeler, oyun içinde sahte rollere ve onlara denk düşen sahte işlevlere dönüşür. Genet’in amacı dışavurunmcu bir çabayla seyirciyi şaşırtmak ve böylelikle ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaktır. O izleyiciyi değil suç ortağını arar. Bir bakıma Tiksinti Tiyatrosu da denen bu oyunlarda savaş sonrası Fransız sağ ve solunun politik yavanlıklarına başvurmadan dramatik bir yoğunlukla ele alır.
Hiçbir akımın, hiçbir görüşün yanında açıkça yer almamıştır Genet. Politik tavrı her zaman içten, dürüst ve dolaysızdır. Gerçek bir asinin ve anarşistin tavrına sahiptir; hiçbir toplumsal disiplin ve siyasi bağlantı onu ilgilendirmez. Alçaltıcı erotik serüveni ve cinsel kimliğinin hep örselenmiş oluşu onu mistik bir alçakgönüllülük kavramının kıyısına taşımıştır. Kendini küçük düşürme girişimleri, kendi kendini aşağılaması bir çilecinin, bir azizin çabasından çok farklı değildir. Sartre’ın kitaplaştırdığı bu çana Saint Genet, Comédien et Martyr (Aziz Genet, Oyuncu ve Kurban) adlı çalışmada kendine ifade bulur.
Playboy Dergisi onunla bir röportaj talep etmişti. Muhabirle bir otel odasında sohbete derken; “Bir piçtim, toplumsal düzende yer almaya hakkım yoktu. Ayrıksı bir kader istediğimde geriye bana ne kalıyordu? Özgürlüğümü, imkânlarımı ya da sizin dediğiniz gibi yeteneklerimi –yazarlık yeteneğimin olup olmadığını henüz bilmezken– azami kullanmak istediğimde? Bana bir aziz olmayı istemekte kalıyordu, başka bir şey değil, yani insanın inkârı olmayı istemek
Azizle suçlu arasındaki benzeşmeyi yalnızlık olarak kurguladı. Azizler de suçlular gibi toplumu başa yönlerle de olsa hep korkutmuştur. Toplumla aziz arasında bir uyuşma yoktur. Genet, ne yazık ki kurbanı olduğu bir kültürün ürünüydü. Fransızca yazıyordu. Fransa ise onu tümüyle kabullenmemişti.  1986'da, Mart ayı Jack’s Hotel’e yerleşti. Hiçbir zaman evi olmadı Jean Genet’in. Ondört nisanı onbeşine bağlayan gece bu otel odasından öldü. İsteği üzerine Fas’ta Laraş kentindeki Roma Katolik İspanyol Mezarlığına gömüldü. Mezarlığın bir başını belediye hapishanesi, bir başını genelev beklemekteydi.
Yazının başında söylediğim gibi, bu onun yüzünün, masumluğunun vurgulandığı bir kısa film karesi olmalıydı. Endişeyle kırışmış alnı, üç numara traşlı başı ve elinden düşürmediği sigarası…. Bitirdiğim şu yazıya bakıyorum. Onun hayatı, yazıları gibi şaşırtıcı; gülümsüyorum çünkü Jean Genet’in de dediği gibi: “Tamamlanmış en basit iş bile mucizevidir” | 1997 Ankara


13 Ağustos 2016 Cumartesi

Venüs Tepesi | Savaş Çağman

Bitmedi savaşım, hakir görülen mücadelem, var olma kavgam, bitmedi... Avuç içimdeki çarmıh, işaretlenmiş o kesişme şekli, Venüs Tepesi'ndeki o ince ızgara çizgiler, ve bir şeyler demişler kaderim için, belki de... Belki de kaderin yazılı değil, yazılmakta olduğunu anımsamam için o haç işareti; çünkü en eski simgecilikte haç uyarı anlamına gelen eril bir figür...
Cisimler, şemalar dünyasında, planlar tasarılar arasında debeleniyoruz. Geçen yazdan beri Karma İadesi çalışmam içinde affetmeyi temrin ediyor, affedilmeyi umuyorum. Ama o affetmiyor beni. Affetmeyecek. Çünkü diyor "Bana yalan söyledin sen," haklı yalan bazen çirkin gelecek şeyleri süslemek, ama maruz görülemez, bazen gerçeğin apaçık çirkinliğine rağmen, yalan maruz görülemez. Oysa, yalan değildi derdi, kandırıldım diye düşünmesi, küçük düşürülmüş hissetmesi, yani sadece yekpare Ego idi. Ego'dan kör olmuş olandan görmesi beklenebilir mi? 
Karanlık yanımızı yeneriz elbet ama öldüremeyiz, o çıkar gelir gecenin en derinlikli saatlerinde, tıpkı şimdi olduğu gibi. Karanlığımızı öldürmek dengeyi bozar. Karanlığımızla yaşayıp, onu izlemeyi ve farkına varmayı başarmamız lazım. Bu defalarca yenileceğimiz, bazen de yeneceğimiz uzun bir savaş; Ego kör etmediği sürece, bir muzaffer olacağız bir mağlup, durup kaldığımız yerden başlayacağız...
Yusuf'un kuyuya atıldığında o beklemediği kervan, taçlandığı Mısır'a onu vasıl ettiği gibi, bu her müşgülün, her çilenin sonunda taçlanacağımız bir yere varacağız. Çünkü hepimiz için bir köşe var bu dünyada... Ve bu mücadele defalarca olacak, nefesimiz fısıltısı olana dek kişisel kıyametlerimizin Sur'una...


3 Ağustos 2016 Çarşamba

Temas ve İncitme | Savaş Çağman

"Kâr'da mıyım zarar'da mıyım?" günlük hayat içinde hesapladığımız anlarda karşımıza çıkan bir soru. Kim kârda kim zararda? Kişi bu soruyu güvende olup olmadığını yoklarken sormaz mı? Kâr ve Zarar hesabı tamamıyla geçmiş hesabıdır. Geçmişi anımsama yani her türlü anımsama (smiti) insanı bir adım ileri götürmez. Olan olmuştur, olan mükemmelce olmuştur. Geçmişi anımsama, ölçme, biçme, tartma ve keşke'ler hiçbir işimize yaramaz. Durdurulan bu düşünce silsilesi, yeni bir düşünme tarzını da bize bahşedecektir.
Geçmiş bir hikâyedir; bizim hikâyemiz, yaşanmış ve şu günümüzü kurduğumuz bir kişisel öykü... Değiştiremeyeceğimiz geçmişle uğraşıp dururuz. Ama aslında tek hazinemiz şu an'ımızdır. Geçmişin gölgesi hayatımızı kapladığı sürece ışık almamız güçleşir. Ne gelecek, ne geçmiş, sadece şu an; yavaşça kabul etmemiz gereken... Ve incitmeden kendimizi seviyor muyuz? Buddha "Kendini gerçekten seven, başkasını incitemez" der. Şu yeni çağın sakıza dönüşmüş virti "kendini sev" aslında bir zorunluluk olarak dayatılıyor. Zorunlulukta da şiddet vardır; kendimizi incitmeden sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Kendini incitmeyen, başkasını da incitmez. Kendimize olan sevgimize bir göz atalım bugün, ne kadar samimiyiz, ne kadar içten seviyoruz? Bu iki küçük çalışma Karma'nın bağlarından kurtulmanın ilk adımları olabilir.
Geçmişe temas ve kendini incitme, eğer sıyrılmayı başardığımız duygularsa varacağımız menzilin yoluna çıktığımızı söyleyebiliriz; varacağımız menzilse her zaman Bir olanın sonsuz huzuru olsun...


29 Temmuz 2016 Cuma

Karma Hakkında | Savaş Çağman

Sānkhya Psikolojisi ve Patanjali Yoga tekniği, dini yansımalar olan Jainizm ve Gosāla Öğretisi aslında büyük üstat Heinrich Zimmer’in de belirtiği üzere Hint-Ari göçü öncesi Hindistan’ın yerel halklarına ait bir görüştür. Hemen hemem Budizm çağdaşı olan Jainizm ve Gosāla Öğretisi’nde Karma yağ sürülmüş bir bedene yapışıp kalan tozmuş gibi anlatılır. Bu toz Jiva denilen sonsuz, pür ve saf özü boyar. Karma’nın türleri vardır;

Jnāna-āvarana-karma: Gözden gizleyen karma, bir örtünün örtüğü gibi gerçekle ruh arasını örter
Darshana-āvarana-karma: Doğru algıyı gizleyen karma, bekçinin kapıda beklemesi gibi sizi engeller
Vedanīya-karma: Hoş ve nahoş duygular uyandıran karma, tüm hayat deneyimlerinin acı ve sevinçten oluşmasına neden olan karmadır
Mohanīya-karma: Aldanışlık ve karışıklık yaratan karma, bize sarhoş edici maddelerle gelen karmadır
Āyush-karma: Bireysel yaşamın devamını sağlayan karma, bizi hayata bir iple bağlar gibidir, ömrümüzün süresini biçen karmadır
Nāma-karma: Kişiselliği sürdüren karma, ismimizle gelen karmadır
Gotra-karma: Kişinin içinde doğduğu aileyi belirleyen karma, aileden gelen yükümüzü anlatır
Antāraya-karma: Engeller meydana getiren karma, bu karmanın birçok alt başlığı vardır

Gosāla Öğretisi ve Jainizm genel başlıklarını bu şekilde belirlediği toplam 148 çeşit karma ve bunların sonuçlarından bahseder. Karma’dan kurtulma konusunda bir ayırma ve saflaştırma tekniği benimseyen bu öğretiler karma’nın sebebini durdurmayı amaç edinir. Bu tekniğin ana dayanak noktası da ahimsā yani zarar vermeme prensibi olarak açıklanmaktadır.

19 Temmuz 2016 Salı

Elmas | Savaş Çağman

Anneannem, "Elmas çamura da düşse elmastır" derdi. İşte anımsanması gereken yegane şey'imiz bu... Değerinizi size unutturmaya meyleden bir dönemden geçiyoruz. Anımsayın, elmas elmastır, ne olursa olsun elmas olarak kalacaktır...
Şiddetin en fena aksi öz-ayna'da kalan kiridir. Şiddet övüldükçe büyür, şekillenir. Şiddet, şekli ve yönü ne olursa olsun; sadece eylemde değil, düşüncede de kirleticidir. Öz, yani ruh ve evrenin aynası olansa insan, ki her dem öz-ayna'sının parlak ve saf kılmalı.
Bedeninizde bu kiri muhafaza etmeyin. Şu an, büyük bir duygusal karışıklık içindeyiz, duygularımız bulanık bir suyun halinde, ki bu yüzden sakinlikle durmak gerekiyor. Öncelikle durdurmanız lazım, düşüncelerinizi durdurmanın en iyi yolu Oruç haline girmektir. Oruç bitince, hayatınıza bakın, şefkatle, yargılamadan, suçlamadan. Yeni Bir Hayat için, bir defter edinin. Bu deftere sahip olduğunuz tüm maddi ve manevi varlıkları yazın. Ne çok şeyiniz var, ne çok yükünüz var. Oruç bitince gördünüz, mideniz iki yumruğunuz kadar; doymak aslında ne kolay. Size ait olanla değil, ne sizin parçanız bununla ilgilenin. Korkmayın! Siz kalın! Siz olmak, korkmamak, anımsayın!... Nesnelerle, araçlarla yaşamıyorsunuz siz, siz kalarak yaşıyorsunuz... Mücadele alanımız artık kendimiz olarak kalmak alanı, işimiz çok zor... İçinizdeki elmas hep parıldasın...


15 Temmuz 2016 Cuma

Kara Daire | Savaş Çağman

Çayına iki şeker atıyorum. "Karıştır" diyorum "Hayatın gibi karıştır", gülüyoruz, mecazi gamzesi çocuksu yüzünde derinleşiyor. Sofralar kuruyoruz birbirimize, başka sofralarda buluşuyoruz, bazen kopuyoruz, bazen görüşüyoruz. Anımsa, evin kocaman penceresini açıp topuğunu pencereye dayayıp sigara içerdin. Galata Kulesine iner gibi yapan sokağa bakmaz, martı kanatlarını sayardın gecenin karanlığında. Çok kızardım sana bazen, içlenirdim, sarılmadan uyuduğumuz gecelerde neden diye sorardım? Neden böyle yapıyor? Seni anlamamak bencilliğim imiş meğer, keşke dinlemeyi bilseydim...
İki yaralı hayvan gibi saldırırdık birbirimize, gözlerimiz dolardı, özür dilemeden barışırdık. Kaçınılmazdı ayrıldık, ayrıldıktan sonraki ilk buluşmada, deseler, yemin edebilirdim liseyi onla okudum diye. Derindi aramızdaki, ben bazen uçurum sanırdım, bazen dipsiz bir deniz... Sımsıkı sarıldık, Firuzağa Camii'nin altındaki benim vejeteryanlığıma zıt kebapçıya oturduk. 
Anlamak istiyordu, nedir bu panik diye düşünüyordum. Çok acı çektik dedim, daha zarar vermeyelim birbirimize n'olur? Bazen insan karşısındakinin en kötü noktasını uyandırır. Sonra, şu şekerleri attıktan hemen sonra, sözlerim tükenince, bir onaylama hareketi midir bilmem sol bileğimi öptün. Minnet doluydu öpüş, teslimiyet doluydu, o an anlamamışım... Bilmeden, beni karanlığımdan öptün sen. Senden önce hep ben iyi biriyim derdim kibirle. Sen bana ne kadar kötü biri olabileceğimi de gösterdin. Şu ben iyiyim demelerin nasıl bir kibir olduğunu öğrettin, hem de öğrettiğini bile bilmeden.
Aradan bir yaz geçti, sol bileğime Ayn Sof kadar kara bir dairenin dövmesini yaptırdım; karanlık yanımı ve karanlığımı öpenleri unutmamak için. O kara daire benim canım sağ olsun deme noktam, her hatamda usulca, minnettar, o dövmeyi öpüyorum. Aslında iade edildiğinde ne hata var, ne sevap; olacak olan var en olması gerektiği gibi olmuş. Çayıma iki şeker atıyorum. "Karıştır" diyorum kendi kendime, "Hayatın gibi karıştır", gülümsüyorum... 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Yunus'un Çobanı | Savaş Çağman

"Aman, sen de tutturmuşsun bir Çin, bir Kabala gidiyorsun, yahu yok mu bu ülkenin bilgesi?" diyenler var elbet. Oysa göğün altında Bilge'lerin, Aziz'lerin yolu hep bir, onlar aynı ülkenin evlatları... Ama meraklanan için, gevezeliğimin kanıtı kısa bir hikayem de var doğrusu...
Bu toprakların ismi olan bilgeleri var, bir de isimsizler... Onlardan biri de Yunus'un Çobanı'dır. İlk öğrendiğimde döktüğüm gözyaşı kadar gözyaşı döktüm her anlattığımda; çünkü içindeki feda, erdem ve güzellik çok dokunur bana. 
Yunus Emre, ovalar aşıp, ırmaklar aşıp bir dağ başına vasıl olmuş. Bakmış orada genç bir çoban sürüsünü otlatıyor. Selamlaşmışlar. Çoban, Yunus'un derviş olduğunu, dağ taş gezdiğini, bilge oluğunu sezmiş ki, soruvermiş "Derviş baba, sen bilirsin, ben bu dağ başındayım, cahilim, bir tanecik dua bilirim. Ama isterim ki Rab'ın hoşuna gidecek birkaç tane daha öğreneyim, sen bana öğretir misin?" Yunus meraklanmış; "Bir yol deyi ver, nedir o bildiğin tek dua?" Çoban Yunus'a bakmış, şöyle dua ederim demiş "Allahım, bana o kadar büyük bir beden ver ki, cehenneme bir ben gireyim, kimseler giremesin" Yunus ağlamış, ağlamış, ağlamış. "Ben sana dua öğretemem, sen en güzelini kılmışsın" demiş. 
Cennetin heveslileri ne anlar ki Yunus'un Çobanı'nın dininden... Feda'yı bilmeyen insanı bilebilir mi? Böyle bir Aşk'ın ülkesindeki nefrete bakıp insan nasıl üzülmesin?

Kayadez Mi? Wu Wei Mi? | Savaş Çağman

Savunmak, taraf tutmak, taraf olmak, onlar, biz, gitsin, ülkem, ben... ve daha niceleri; güvende olmayan yeni Azınlık olan bizlerin çığlıkları. Evet Azınlık! Bir acı karma'nın sonucu bir azınlık, mecazi bir azınlık; etnik veya dini değil. Dünya ile bütünleşmiş, seküler, biraz mürekkep yalamış, az dirsek çürütmüş, az duyarlı, okuyan, dinleyen, sorgulayan, hakka hukuka güvenen... Azınlığız! Azınlıksınız!  Ne yazık, ne yaparsanız yapın olanı biteni acizlikle izlemeniz gerekiyor... 
Sefarad Yahudileri, İspanya'dan buraya bir fiil getirdiler; Kayadez... Yahudi İspanyolcası'nda bu fiil susmak, karışmamak, görünür olmamak anlamına gelir. Yaşadıkları kötü tecrübeler, onları etliye sütlüye karışmayan, kendi cemaatleri içine kapanıp soyutlayan bir hale getirmişti. Olanı en az müdahale ile izlemek de Çin Bilgeliği Taoculukta Wu Wei, yani eylemsizlik olarak tanımlanıyor. Kayadez, korku ve kaygının sonucu bir güvencede kalma durumu iken, Wu Wei, izleme gözleme ama katılmama durumu olan bir tür yansızlık. Düşünce olarak size muhakkak taraf olmanız pompalanıyor. Buna direnin. Önce kırmanız gereken zinciriniz bu... Eylemsiz kılındık, bunun şansını kullanın, gücümüz bu olsun... Eylemsizlik su sabrını taşır; bir nehrin kayayı sabırla oyduğu gibi, yılları da alsa sonucuna ulaşır. Kayadez ise sizi sadece var eder, değiştirmez...
Olan biten karşısında acizlik hissi yaşıyoruz, ki bu çok doğal. Çünkü yenildik, çünkü kuşatıldık. Bu acizlik içinde başımıza gelecek en kötü şey insanlığımızı da unutmak. 
Çinliler "Düşmanın senin en büyük öğretmenindir" der. Ama biz bu şansı iyi kullanamıyoruz. Ve en kötüsü zıttımıza benziyoruz gittikçe... Onun gibi sert, hınç dolu, acımasız oluyoruz... İnsanlığımızı unutturmaya çalışıyorlar! Ve biliyor musunuz? Bunu da başarıyorlar! Bu olunca bir kez daha yenileceğiz! Ve insan olmaktan vazgeçtiğiniz an, onlara benzediğiniz an, onlara yenilmeye devam edeceğiz! Biraz bunun üstüne düşünmemiz lazım, geciken kredi kartı ödemeleri, mülteciler, iktidar falan yerine...
Ne yapmalı; her sabah anımsamalı, içimizden tekrar etmeli, bu şuurda olmalı... "Düşmanına benzeme, hınçta değil sevgide kal, bir kerede değil defalarca düşün, haklı olamaya tapma, Yeni Bir Hayat için planla, insan kalmak için elinden geleni yap" ve en önemlisi tavrın konusunda seçimini yap Kayadez mi? Wu Wei mi?

9 Temmuz 2016 Cumartesi

R'leri Söyleyemiyor | Savaş Çağman

Daha birkaç hafta oluyor, Maçka Parkı'ndan çıktım, elimde yoga ped'im vardı. Kestirmeyi kullanıp eskiden Gezi Parkı'na dahil olan ama şimdi binalar arasına sıkışmış bir parktan geçiyorum. Malum sol ayağıma vuran bel ağrısı, biraz dinlenmek için oturuyorum. Yanıma yaklaşıyor, 20-25 yaşında, R'leri söyleyemiyor, Suriyeli. Bana elimdekinin ne olduğunu soruyor. İngilizce anlatıyorum. İngilizcesi fena değil. Bilgisayar oyunlarını seviyormuş, bir de Japon çizgi dizilerini. İngilizcesi çok akıcı değil ama anlatıyor sonuçta derdini. O da bedende bir enerji var biliyorum diyor, karnına bastırarak. Arap ya hani şaşırıyorum, bilmesi tuhafmış gibi. Kendime suç üstleri yapmaya başlıyorum bir bir. Çocukken sol kolu soğuk sağ kolu sıcak diye hocaya bile götürmüşler. Sonra bir çizgi filmde duymuş, araştırmış, yoga falan... R'leri söyleyemiyor, kıvırcık kısa saçlarını düşündüğünde kaşıyor, gülümsüyor. 
Aç mısın? diyorum, oruçluymuş. Taksimde iftar açacakmış, ben de eve yürüyeceğim, benle yürüyor meydana dek. Soruyorum, bir rüyasını anlatıyor. Türkiye'ye üç ay önce gelmiş. Gelmeden Humus'un yerle bir olduğunu görmüş, ona kimse inanmamış. R'leri pek söyleyemiyor, zaten diyor, rüyamı anlattıklarım hayatta değil... 
Sonra vedalaşıyoruz. Eve kalan yolda, gücüm olduğunda yardım etmeye, en azından dertlerini dinlemeye çalıştığım başkaları aklıma geliyor. Biri şimdi Kanada'da Irak'lıydı şimdi hukuk okuyor, biri İranlı'ydı, şimdi New York'ta, diğeri de Suriyeli bir çocuktu arkadaşımın arkadaşı kısa bir sohbette ağabeyim Bulgar sınırını geçelim diye zorluyor, sanırım yürüyeceğiz diyordu, onu sonra hiç görmedim... 
Beyoğlu'nda oturunca komşunuz, sokakta rastladığınız, gittiğiniz kafede garson bir çok Suriyeli var,  temas ediyorsunuz, karşılaşıyorsunuz. Sohbet ediyor musunuz? Ben ediyorum. Anlamak istiyorum. Çünkü insan hep kendini ayrı, hep kendini başka sanıyor ve kolayı seçiyor. Sosyal medyada Suriyeli mülteciler hakkında birçok olumsuz yazı okuyorum ve biliyorum ki hiçbiri onlarla sohbet etmemiş. Ya da yersiz yurtsuz olmak, mülteci olmak nedir hiç düşünmemiş. Anlamak için sormak gerekiyor, siz soruyor musunuz? Ki anlatsınlar!


7 Temmuz 2016 Perşembe

Dionysos’un Gizli İsimleri | Savaş Çağman

Bacchus veya Dionysos, şarabın ve esrimenin tanrısı, Eski Yunan’ın kırlarında ona kaçan çoban eşleriyle, sanki Hinduların Krishna’sını anımsatan kapkara bir gecenin de tanrısı… O bereketin, deliliğin, sarhoşluğun efendisiydi. Yunan Mitolojisinde, ölen ve tekrar dirilen bir tanrıydı; tıpkı diğer mitolojilerdeki Osiris, Tammuz, Baldr, QuetzalcoatlAdonis, Attis gibi… 
Onun birçok lakabı vardı; Acratophorus “sınırsız şarabı sunan”, Adoneus “hükümdar”, Aegobolus “keçi boğazlayan”, Aesymnetes “efendi”, Agrios “vahşi”, İzmir’deki adıyla Briseus “galip gelen”, Bromios “kükreyen”, Chthonios “yer altı sakini”, Dendrites “ağaçlardan gelen”, Dithyrambos “zamanından önce, erken doğurulmuş”, Eleutherios “özgürleştirici”, Endendros “ağacın özünde olan”, Enorches “testisleri olan”, Erikryptos “bütünüyle saklı, gizli”, Iacchus “Iakhe diye seslenen”, Liknites “harmanı savuran”, Lyaeus veya Lyaios “endişeden kurtaran”, Melanaigis “siyah keçi derili”, Morychus “kirlenmiş, pislenmiş”, Oeneus “üzüm ezen”, Pseudanor “sahte kişi” şeklindeydi...
Ona ibadet edilirken kullanılan gizli on altı ismi de şöyledir; ερίβρομον “yüksek sesle kükreyen”, πρωτόγονον διφυή “başlangıçta var olan iki kıvrımlı biçim”, ευαστήρα “Evoah! diyerek haykıran”, τρίγονον “üç defa doğmuş”, άγριον “tarlalarda yaşayan”, άρρητον “gizlenen” κρύφιον “gizemli, esrarengiz”, ερνεσίπεπλον “yeşil yapraklardan elbise giyen”, ευβονλεύ πολύβονλε “Eubouleos’un birçok nasihatı”, άμβροτε δαίμον “doğanın ölümsüz gücü”, δικέρωτα “iki boynuzlu”, δίμορφον κισσόβρυον “sarmaşık ile iki değişik biçimde taçlanmış”, ωμάδιον “çiğ etin efendisi”, εύιον “Evoi diye seslenen”, τανρωπόν “boğa yüzlü olan”, Διός καί Περσεφονείης αρρήτοις λέκτροιοι τεκνωθείς “Persephone ve Tanrı’nın gizli gerdeğinin saklanmış çocuğu”
Dionysos'ın tapkı isimlerinden biri olan άμβροτε δαίμον “doğanın ölümsüz gücü”, yani ambrote demon, kelimesindeki demon doğa ruhları veya güçlerini anlatır. Sonradan bu kelime Erken Hıristiyanlıkta paganların tapındığı doğa güçleri yerine kullanılmış, bu güçlerin hepsi kötü sayıldığı için demon kelimesi bir süre sonra Şeytan kelimesi ile yer değiştirmişti. Dionysos'a yakıştırılan boynuzlu olma, teke derili gibi benzetmeler de Erken Hıristiyan ikonografsinde Şeytan'ın fiziksel özellikleri haline dönüştü. Şarabın kanla ilgisi, kurbanı anımsatmasının kökenlerinde bu var mıdır bilemiyorum ama olumsuzlanan bu ikonografi kötülüğün kişileştirilmesinde bir simge olarak karşımıza çıkar.

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Burçların Sınavı | Savaş Çağman

Bazen kader noktaları aynı günler, aynı saatlerde kendini gösterir. Eğer benim gibi günlük tutan, işaretlere inanan kişilerdenseniz açıklanmaz bir simetriyi de fark edersiniz. İşaretler her yerde var, bazısı da burç titreşimlerimizde mevcut... Kabala Bilgisi Hayat Ağacını anlatırken pilar da denilen üç sütundan bahseder. Soldaki pilar negatif ve dişil, sağdaki pilar pozitif ve erildir. Soldaki pilar'a Boaz, sağdakine de Jachin denir. Bir de Orta Pilar vardır ve ruhsal çalışma bu pilar'da yapılır.
Orta Pilar, yani aydınlığa giden yol, üç Sephira arasında üç ana kanala sahiptir. Bunlar Gimel, Samekh ve Tav harfleri ile simgelenir. Kanalların astrolojik karşıtlıkları sınavın özünü de anlatır; gimel harfi Ay'ı, samekh harfi Yay Burcunu, tav harfi ise Satürn'ü anlatır. Satürn tüm bu kanalın sonunda en sert sınavı simgeleyerek bir engel ve aynı anda bir şans olarak durur.
Bu simge hayatlarımızda, güneş konumumuzun hangi burçtan kişilerle zorlu ama bizi geliştirici deneyim yaşayacağımıza işaret eder; Koç Burcu'ndan kişiler Akrep Burcu'ndan kişilerle, Boğa Burcu'ndan kişiler Yay Burcu'ndan kişilerle, İkizler Burcu'ndan kişiler Oğlak Burcu'ndan kişilerle, Yengeç Burcu'ndan kişiler Kova Burcu'ndan kişilerle, Aslan Burcu'ndan kişiler Balık Burcu'ndan kişilerle, Başak Burcu'ndan kişiler Koç Burcu'ndan kişilerle, Terazi Burcu'ndan kişiler Boğa Burcu'ndan kişilerle, Akrep Burcu'ndan kişiler İkizler Burcu'ndan kişilerle, Yay Burcu'ndan kişiler Yengeç Burcu'ndan kişilerle, Oğlak Burcu'ndan kişiler Aslan Burcu'ndan kişilerle, Kova Burcu'ndan kişiler Başak Burcu'ndan kişilerle, Balık Burcu'ndan kişiler Terazi Burcu'ndan kişilerle yerle bir olacakları, ama yenilenip kendilerini tekrar kuracakları ilişkiler yaşarlar. Bu en zorlu sınavımızdır. Bu sınavı geçtiğimizde başka bir ben olarak yolumuza devam ederiz... 

Küskünlük | Savaş Çağman

Küskünlüğümü anlatmayacağım, biliyorsun, çünkü yüzümde. Parkta oturuyorum bugün, elimde "Mikrokozmik Yörünge" Taocu usta Mantak Chai'nin. Bu kitabı okumaktan çok haz alıyorum, öğrenmek istediklerimle dolu, akıl açıcı bir kitap. Dharma Yayınları'ndan ama bendeki PDF'ten devasa bir fotokopi, kolay okuyorum, hatta gözlüğüm olmadan.
Karma Silme çalışmamın sonuna geldiğinde üç oruç adamıştım. İlkini bugün tuttum. Sakinim. Ama içimde yenilmişlik ve küskünlük. Bir yandan çok mutluyum. Nedenini yoklaya yoklaya buluyorum ağaçların altında. Küskünüm çünkü beklediklerim olmadı, beklentimi yüksek tuttum. O tümceyi anımsıyorum Ruh Rehberim olarak gelmişken kendini saçma sapan bir aşk deneyimine indirgeyen Sevgili'nin cümlesini "seninle bir çatı altında bile yaşayabiliriz ama beklentini yüksek tutma..."
Bu sözün yıllar sonra yaşanan tecrübesi de sonuçta aynı tümceyi kurdurtmuştu. Beklentim sevdiğim gibi, sevdiğim kadar sevilmek idi. Bazen bu bile fazladır. Küskünlük artık yeni biri ile aynı deneyime tümden kapanmaktı. Deneyimlerin yolunu tıkamak idi, çünkü her şeyin ödenmesi gereken bir karması var. Ruh Rehberim bana geldiğinde ne rolünü biliyordu, ne rolüne hazırdı, hoş ben de hazır değildim.
Ruh Rehberiniz, size, sizde sizi silmek için gelir. Başka biri göverir içinizden, geriye bir şey bırakmaz. Kalandan yeniden inşa edersiniz, o molozlardan ben bir Tapınak inşa ettim. Küsmemeliyim, kimseye küsmemeliyim... Sadece şükran dolu içim, olacak olması gerektiği gibi olmuş. Çocuk gözlerinde o gülümsemeyi özledim, ama bu başka bir zamanın özlemi sadece; kaybedilmiş ve geri getirelemeyecek bir zamanın...

2 Temmuz 2016 Cumartesi

İki | Savaş Çağman

İki Temmuz, iki gündür sabahı sabah ediyorum; suçlusu Ramazan davulu değil elbet... Düşünceler... Düşünceler... Bir'lik içindeki İki'likler. Tüm o ruhani şeylere temasıma rağmen hala şu sahip olma, yenme, kazanma hırsım. Hala hınç, hala ego... Utanıyorum...
İki Temmuz, ne çok anlam barındırıyor. Tammuz yazın ve ölüp dirilmenin tanrısıydı İki Nehrin arasında. Ki iki nehrin ortasındaki ülkeye Mezopotamya deniyor. Her türlü güzel şeyin evcilleştirildiği, her türlü fanatizmin beşiği. İbrahim, orada Ur şehrinde doğdu ve Ur'dan çıkıp Rab'ın emriyle halkının babası oldu. İbrahimi Dinler o iki ırmağın arasından solukla oluştu. O soluk can da yaktı, kanat da taktı, hayat da verdi, bazen de en büyük kötülüklere gebe kaldı...
Şu an Güneş, Yengeç Burcu'nda, Yengeç Burcunun yıldızı Ay, ve onun sayısı da İki... Tesadüf mü bu? İki Temmuz otuz beş canın diri diri yakıldığı bir gün ülkemde. Hep iki olmalar bunlar bir olamamalar. Diğerini ötekileştirme, o kavuşmadan yan yana akan İki Nehir gibi. Birleştiğinde nehirden fazlası olacak iki nehir...
Şimdi biliyorum ki sadece bir var, iki dediğimde ise başlayan sadece acı. Öyle bir şey yerleştirilmiş ki içimize ben ve o diye ayırıyor her şeyden, belki de sol beynimizin bir oyunu olarak. Oysa Bir'iz, hem biricik, hem aynı...
İki Temmuz, uykusuz ve tuhaf geldin. İçimde bir umut ile geldin. Çünkü her meselede bu Bir ve İki'yi anlatmak için geldin. Ama Bir'in diğer yüzünün Tekçi, birden fazlası yok diyen, kıran yıkan olduğunu da anlatmak için geldin. Bir içinde hiç olduğumuz bir yaşı olmayan bilinç. Ama Tekcilik, tek bir kitap, tek bir doğrunun yapayalnızlığı. Bu şekilde Bir, İki'nin kaynağı... Oysa asıl Bir, ki her şey ve katılacağımız şuur. Ona ne isim verdikleri çok önemli değil, bizim onun içinde kaybolup kaybolmadığımız önemli... 

30 Haziran 2016 Perşembe

Hizmet | Savaş Çağman

Hizmet etmek, önce hayata saygının, sonrası da devir-daim'de olmanın ilk şartıdır. Hayat'a saygı, Hayat'ı kutlamak var olduğumuzu kutlamaktır. Devir-daim ise ışıkla karanlığın, olumlu ile olumsuzun, dişiyle erilin, kısaca iki zıttın bir uyum içinde yer değiştirip akmasıdır. Evet, hepimiz hep iyilik, güzellik olsun isteriz, ama kötü olmadan iyi de olamaz, daha da önemlisi her iyinin içinde bir kötü, her kötünün içinde de bir iyi vardır...
Hayata saygı yani Ahimsa, devir-daim ise Karma veya Ying-Yang olarak da açıklanabilir. Buna birçok isim takabiliriz, bu dönüşüm içinde iyi ve kötünün değişkenliğinde Hizmette Olmalıyız...
Hizmet, İsa'nın Havarilerinin ayaklarını yıkaması, Gandhi'nin Parya kastının tuvaletlerini temizlemesi, Cayna'cıların yaralı hayvanlar için barınaklar kurması, Azize Teresa'nın cüzzamlılara bakması şeklinde de olabilir, karıncanın yolunu bozmamak, duştaki örümceği kaçışını beklemek, haftanın bir günü mülteciler için 1-2 tane sandwich yapmak, yolda küçük bir kedi yavrusuyla oynamak da olabilir. Ama hizmet Kadiri Tekke'sinde pilav yapıp sonra kendi aranızda yemek değildir. Hizmet senden olmayana yapılır, hatta sana en karşıt, sana en düşman olana yapılmalıdır. Hizmet gizli yapılınca egodan azade olur. Hizmet için gönül zengini olmanız lazım, kesenizde olana bakmayın. Bilgi vererek de hizmet edilir.
Yunus Emre, Moğol'lar Anadoluyu kasıp kavururken hizmet verdi, Mevlana herkes ona cephe almışken, eskiden de bu duyarsızlık ve hınç vardı. Siz, o küçücük hizmetinizle ilgilenin.Gözlerden, sözden koruyun, mükafat için yapmayın, cennet için hiç yapmayın, onlardan olmayın; bırakın onlar cennete gitmek için Müslüman olsun, siz bunlarla değil Hayat'la ilgilenin... Yol hiçbir şey yapmaz, çünkü her eylem, akışın içinde akışla beraber yapılan eylemdir. Eğer kendini onlar ve ben, siz ve biz diye ayırırsan bu körlük şu an ülkemde yaşananların yaşanmasına neden olur. Onlar kendilerini Kötü kabul etmiyorlar, zaten Hacı Bektaşi Veli ne demiş; Kişi kötü deme, işi kötü de...

29 Haziran 2016 Çarşamba

Unsurlar ve Beden Hakkında | Savaş Çağman

Unsurlardan Hava, bedende nefese, konuşma ve düşünmeye denk gelir, meleği Rafael'dir ve Samkhya düşüncesinde Mavi Daire olarak simgeleştirilir. Su unsuru bedende bağırsaklara, kilüs adı verilen bağırsaklardaki yağlı lenfe ve lenf sıvısına denk gelmektedir; bunun yanında bedensel anlamı beslenme ve bedende su tutmadır, aynı zamanda Samkhya düşüncesinde Gümüşi Hilal olarak simgeleştirilir, meleği Gabriel'dir. Ateş unsuru hareketi anlatır, bedende kana denk gelir; Samkhya düşüncesinde Kırmızı Üçgen olarak imajine edilir, meleği Mikael'dir. Toprak unsuru bedende katı yapılar (örneğin kemikler) ve dokulara karşılık gelir; salgılama, öz ve madde olarak Samkhya düşüncesinde Sarı Kare olarak simgeleşir, meleği ise Auriel'dir. Samhkya'da Siyah Yumurta imgelemi döl, ilik ve bedende üretimi işaret eder. Unsurların imgelerle, beden parçaları şekil, ses veya renkleri ile çağrılması çok eski bir iyileşme düşüncesinin de temelidir...

Kuğu'nun Söyledikleri | Savaş Çağman

Şaman'ların yeraltı ve göğe yaptıkları ruhani yolculuklarda, şifalandırma eylemlerinde daima yardım aldıkları bir güç hayvanı vardır. Bunlardan biri de Kuğu'dur. Kuğu doğrudan Su elementi simgesiyle örtüşür; suya yakın yuvalanması, su kuşu oluşu yanında özellikle birçok Şaman efsanesinde yeryüzü henüz yokken dipsiz suların üstünden uçan çifte kuğu (veya turna, balıkçıl vs) söylencesine bağlandığı içindir bu. Kuğu, Kelt Şaman geleneğinde (Druid) akışkanlık, sezgi, düş görme, duygular, yaratıcılık kavramlarını simgeler, tıpkı Su elementinin anlattıkları gibi. Kuğu, denge duygusunu da doğrudan anlatmaktadır. Kuğu, kehanette Hava ve Su dönemlerine (özellikle Şubat, Mart, Kasım) işaret eder. Yine  Kelt Bilgeliğinde Kuğu simgesi ile; aşk, lütuf, ortaklaşa işler, saflık, güzellik, rüyalar, denge, zarafet, ortaklık ve dönüşüm temalarını da anlatılmaktadır.
Hindu Tantra geleneğinde Kuğu çifte bir semboldür, Ham ve Sa ismindeki bu çifte kuğu Soundarya Lahari (Güzellik Dalgaları) isimli kutsal metinde, ilahi aklın eftarında yüzen bir imgeyle anlatılır. Bu kitapta Hindular için kutlu sayılmış birçok mantra da vardır. Kuğu Hint-Avrupa folklorunda ruh değişiklikleri (su) ve kalp (aşk) ile ilgili anlatılarda kendini açığa vurur. Özellikle Kelt mitolojisinde Kuğu yükselen Güneş'i anlatır; yeni yükselen zaferlere, Aslan Burcunda yükselenlere, lütfa, şiir yazmaya, şarkılara, bolluğa işaret eder. Kelt tanrıçası Bridgid da kuğu ile ilişkilidir. Kısacası Kuğu, rüya'da, imgelemde, seziş gücünü arttıran kutlu bir simgedir...

Gezegen Vibrasyonları ve Ses | Savaş Çağman

Dünyanın dönüş sesinin Do Diyez (C#) olduğu artık bilimsel bir ölçüm; ama bu ses ile Tibet Budist'leri neredeyse yüzyıllardır arınmakta. Hermetik'te gök ile yerin kopmaz ilişkisinden bahsederken Zümrüt Tablette aynı ifadenin karşılığını buluruz "Gökte ne varsa yerde de o vardır..."
Hermetik, Kabala, Taoculuk ve bazı Şaman Geleneklerin yer-gök birlikteliği insan bedenini bir evren şablonu ya da küçük modeli olarak benimsemesine neden olmuştur. Kadim Yedi Gezegenin sesleri mevcuttur, bunlar bedende muhakkak bir organa ya da bölüte denk gelir. Do (C) sesi, Güneş vibrasyonu taşır dolayısıyla Aslan Burcu üstünde etkilidir. Re (D) notası Venüs, Mi (E) notası Ay, Fa (F) notası Jüpiter, Sol (G) notası Mars, La (A) notası Satürn, Si (B) notası ise Merkür titreşimleri taşımaktadır. 
Güneş vibrasyonu bedende Kalp organını yönlendirmektedir. Güneş vibrasyonu taşıyan Do (C) notası ile yapılan renk, beden ve ses uyumlamaları kişide kan akımını hızlandırmak, kalpte biriken hırs, aşırı gurur, bencillik gibi olumsuz hislerin giderilmesinde, kişiye bir yol göstermektedir. Ses organlarımıza ve bedenimize biriken kötü enerjiyi kırmakta en önemli rola sahiptir...





Çakralarla Çalışmak | Savaş Çağman

Bedende akan ve bizi evrenle birleştiren enerjinin birçok kültürde farklı isimleri vardır; Taocular buna Qi (Çince bu kelime Çi olarak telaffuz edilir) demektedir, Hindistan’da ismi Kundalini’dir. Bu, enerji bedende belli bölgelerde yoğunlaşır; Hindu Mistisizminde, Samkhya-Yoga uygulamalarında 7 adet kabul edilen, çakra noktaları denilen, girdap şeklinde devinen enerji bölgeleridir. Bedenimizde omur çizgimize paralel uzanan bu enerji bölgelerine odaklanarak yapılacak renk, ses ve niyet çalışmalarının kökleri Şamanizm, Taoculuk, Samkhya, Hinduizm, Caynacılık, Sih DiniBudizm'e dek uzanmaktadır. Kısaca bu çakralarla yağılacak ses, renk ve imajinasyon çalışmalarını kısaca anlatalım;

Kök Çakra – Muladhara: Kök Çakra, kuyruksokumunda, üreme organları ve makat arasında bulunur. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Kök Şakra Ay yönetimindedir ve sesi Si Bemol (Bb) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 228, 456, 912 Hz olarak ölçülebilir. Hermetik sistemde bu çakra Mi (E) sesine denk gelmektedir ki aynı sesler 4’lü ve 5’li uygulara denk gelmektedir. Kök Çakra’nın Uzakdoğu’da matrası Lang sesidir. Bu Samkhya’da Lam mantrasına denk gelir. Bu çakranın rengi Kırmızı’dır. Ses ve renklerin bu çakra ile etkileşime geçirilmesiyle cinsel organlar, kan, kemik, hücreler ve böbreküstü bezleri etkilenmektedir. Özellikle bu çalışmalarda adrenalin salgısı da denetlenebilir.
Göbekaltı Çakrası – Swadhistana: Bu çakra göbeğin alt kısmındadır. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Göbek-Sakral Çakrası Merkür yönetimindedir ve sesi Mi Bemol (Eb) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 303, 606, 1212 Hz olarak ölçülebilir. Hermetik sistemde bu çakra Si (B) sesine denk gelmektedir ki aynı sesler 4’lü ve 5’li uygularının augmented aralıklarına denk gelmektedir. Göbek Çakrası’nın Uzakdoğu’da matrası Vang sesidir. Bu Samkhya’da Vam mantrasına denk gelir. Rengi turuncudur. Bu notalar ve renklerle çalışıldığı zaman karaciğer, dalak, bağırsaklar, böbrekler, mesane, kan dolaşımını etkilemek mümkündür. Bunun yanında cinsel salgı bezleri de bu çakra tarafından uyarılabilir.
Göbek Çakrası – Manipura: Bu çakra göbeğin iki parmak üstündedir, diğer ismi de Solar Plexus olarak geçmektedir. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Göbek Çakrası Venüs yönetimindedir ve sesi Fa Diyez (F#) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 182, 364, 728 Hz olarak ölçülebilir. Uzakdoğu’da matrası Rang sesidir. Bu Samkhya’da Ram mantrasına denk gelir. Rengi sarı’dır. Bu çakra ile dalak, karaciğer, safra kesesi, sinir sistemi, pankreas etki altında bırakılabilir. Bunun yanında pankreas salgısı ile de ilgilidir.
Kalp Çakrası – Anahata: Bu çakra, gövdenin ortasında, kalp dolaylarındadır. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Göbek Çakrası Güneş yönetimindedir ve sesi Do (C) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 128, 256, 512 Hz olarak ölçülebilir. Uzakdoğu’da matrası Yang sesidir. Bu Samkhya’da Yam mantrasına denk gelir. Rengi yeşil’dir. Bu çakra doğrudan kalp, ciğerler, kan dolaşımnı etkiler. Bunun yanında timüs bezini ve bu organın salgısını etkilemektedir. Negatif enerji ve üzüntülerin timüs bezinde toplandığı da birçok kültürdeki yas ayinlerinde göğse vurulması şeklinde karşımıza çıkar.
Boğaz Çakrası – Vishuddhi: Bu çakra, boğazın ortasındadır. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Göbek Çakrası Mars yönetimindedir ve sesi Sol (G) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 192, 384, 768 Hz olarak ölçülebilir. Uzakdoğu’da matrası Hang sesidir. Bu Samkhya’da Ham mantrasına denk gelir. Rengi mavi’dir. Bu çakranın etkilediği organlar: ense, boğaz, troid ve paratroid bezleridir.
Alın Çakrası – Ajna: Bu çakraya Üçüncü Göz Çakrası da denir ve alnın gerisinde, iki kaşın ortasında, burun kökündedir. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Alın Çakrası Jüpiter yönetimindedir ve sesi Re (D) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 144, 288, 576 Hz olarak ölçülebilir. Uzakdoğu’da matrası O-o-o-o sesidir. Bu Samkhya’da Om mantrasına denk gelir. Rengi çivit mavi’dir. Bu çakra’dan etkilenen organlar: gözler, beyin ve hipofiz bezidir
Taç Çakrası – Sahasrana: Bu çakra kafatasının en üst noktasındadır. Samkhya ve Hermetik öğretilerde, özellikle Pythagoras’ın ses sistemine göre, Taç Çakrası Satürn yönetimindedir ve sesi La (A) sesine denk düşer; eski sistemde bu nota tizlik-pezlik skalasında 216, 432, 864 Hz olarak ölçülebilir. Uzakdoğu’da matrası M-m-m-m sesidir. Bu Samkhya’da Ogum Satyam Om mantrasına denk düşer, genelde sessiz meditasyonda açılır. Rengi mor’dur. Bu çakra’dan etkilenen organlar: beyin, sinir sistemi ve epifiz bezidir.


Olumsuz Enerjiden Azade Bir Beslenme | Savaş Çağman

Vegan veya Vejeteryan olmayı genelde hayvan hakları yüzünden benimseyenler olmuştur. Ahimsa, Wu Wei kavramlarını benimsemek eylemsiz-barışçıl bir hayat tarzını benimsemektir sadece. Hayata Saygı son derece önemlidir. Ama şiddetsiz olması gereken Vegan bilincin bir tür ırkçılığa dönüştüğünü de, ne yazık ki görmekteyim. İçindeki şiddet tükenmemiş kişilerin vegan olması ne yazık bir işe yaramamakta.
Beslenme biçimi sizin hayat duruşunuzu, bilincinizi doğrudan belirler. "Ne yersen o'sun" boşuna söylenmiş bir söz değildir. Peki neden gizemciler, mistikler belli yasaklara riayet ederek beslenmektedir? Neden alkol, uyuşturucu, seks gibi şeylerden uzak durmaktadırlar? Bunun nedeni sadece, evrensel kurallarla belirlenmiş bir dizi yiyecek içecekten uzak durulması gereğidir. Evrende Yedi Vibrasyon odağı bulunur, bunlara her kültür başka isimler vermiştir, ben daha kolay bir algı oluşturduğu için Astroloji kökenli olanlarını benimsemekteyim. Bu titreşimler; Güneş, Ay, Merkür, Mars, Venüs, Jüpiter ve Satürn vibrasyonlarıdır. Bu titreşimlerden bazılarının kötücül-bencil, bazılarınınsa iyicil-cömert özellikleri vardır... 
Mars Vibrasyonu, eril cinsellik, kan ile ilgilidir, onun yönetimindeki demir kana kırmızı rengi verendir. Kırmızı zaten doğrudan Mars’a işaret eder. Dünya sub-lunar düzlemde olduğu için, yani tüm evrensel enerjiler ondan süzüldüğü için Ay Vibrasyonu'nun ikircikli ve kötücül şeylere neden olabilen bir yapısı vardır. Satürn, tıpkı Mars'ın iki oktav büyüğü olan Plüton ve Mars gibi kötücül etkilerin ana kaynaklarından biridir. 

MARS YİYECEKLERİ: Alıç, Ananas, Defne, Devedikeni, Fesleğen, Hardal, Isırgan otu (Plüton), Karaturp, Keten, Kişniş otu, Kırmızı Biber, Muz (Güneş), Papatya, Pelin, Sarımsak, Şerbetçi otu, Şakayık, Sinameki, Soğan, Tütün, Yabanturpu, Apsent, her türlü kan dökülerek elde edilen et ürünü, her türlü acı, yumurta, seksüel eylemler Mars yönetimindedir...
AY YİYECEKLERİ: Alıç, Balkabağı, Gelincik, Ihlamur, Suteresi, Hindistancevizi, Lahana, Mısır (Satürn), Papaya, Papatya, Salatalık, Zerdeçal, Badem, Fındık, Ebegümeci, Haşhaş, Nar, Yeşil Biber, Süt ve süt ürünleri, Şeker, Bal, her türlü deniz ürünü Ay yönetimindedir...
SATÜRN YİYECEKLERİ: Alıç (Mars ve Ay), Arpa, Ayva, Beyaz Pancar, Çavdar, Çemen otu, Demirhindi, Dulavratotu (Venüs), Gelincik (Ay), Karakafes, Karaman Kimyonu, Keklik üzümü, Kenevir (Neptün), Keten (Jüpiter ve Mars), Mısır, Muşmula, Muz, Sinameki, Soğan (Mars ve Ay), Şahtere, bütün uyuşturucu ve sarhoş eden şeyler Satürn yönetimindedir... 

Yukarıda adı sayılan yiyecekler, eylemler birçok spiritüel çalışmada yasaklanmış veya tüketilmeleri en aza indirilmiştir. Vegan beslenme, ruhsal çalışmalarda onu seçenlere avantajlar sağlamaktadır, özellikle de ruh barışı, iç huzuru konusunda kötücül titreşimlerden azade olması yüzündendir bu.


Bir Sabah Virti | Savaş Çağman

"Onun, ona takılan isimlere ihtiyacı yok. O'na yönelmeye aşk deseler ya, demezler, çünkü hınçtan bir din yontmuşlar, tapınaklar kurmuşlar! Kusura bakmayın, cennet için iki takla atamam, cehenneminizde konaklayamam, Yürek Kabe'sine hacıyım ben, onu uzaklarda arayamam..."
Bilmiyor; kaşının bir teli kıvrıldığında ona bin rekat kıldığımı, bilmiyor meleklerin kanıtı olduğunun, bilmiyor öpüş zannettiğinin dualar olduğunu, bilmiyor onu giyindiğimi, bu aşkı din eylediğimi bilmiyor... Bilmiyor Rab buna günah demez tahtın basamaklarına buyur ettiğimde. Bilmiyor kusuru yok bu aşkın, bilmiyor çamurda pırıldayan elmasın suyla pür-ü pak olduğunu. O heves zannediyor, sadece haz zannediyor, bilmiyor bunun apaçık ibadet olduğunu. Cancağızım, benim mükemmelim, tomurcuğun sırrıyla pırıldayan, bir tanecik yıldız, bilmiyor teninde Kudüs'ler kurulduğunu, Puthane'mde put olduğunu, benzersiz olduğunu. Bilmiyor bu aşktan bir inanç biçtiğimi, şayak biçen dilsiz terzi gibi, Yusuf'un kuyusunda yılanın dinlediği dua gibi, en karanlığımda bir kıvılcım olduğunu bilmiyor... Canı sağ olsun... Varsın bilmesin...