14 Ağustos 2016 Pazar

Jean Genet Bir Aziz Bir Suçlu | Savaş Çağman

Jean Genet ile ilgili bir yazı yazmak yerine, onun yüzünün , masum ifadesinin bütün bir karesini kapladığı kısa metraj bir film yapılmasını daha iyi olurdu. Masumluk onun da söylediği gibi her zaman aldatıcır. Hayatının büyük bir ksımını hapisanelerde, kalanını da otel odalarında geçiren bir lanetli şair için nedenilebilir ki! “Poète maudit” (lanetli şair), Verlaine tarafından geçen yüzyıl sonlarında, hibir akıma sokulamayacak, marjinal bir yaşam sürmüş, hatta suçlu, aykırı şairler, yazarlar için bulunmuş bir deyim. Genet düzyazılarıyla, Uyumsuz Tiyatro (absurd) örnekleriyle eserleriyle tanınmıştır. Ama birgün ıslahevi kütüphanesinde ortaçağın büyük şairi Ronsard’ı keşfettiğinde şiir yazmaya ve okumaya karar vermişti. Başlangıçta en büyük tutkusu okumaktır, daha sonra da kitap çalmak… Tutukklanmalarının birçoğu kitap çalmak yüzündendi. İlk uzun şiiri Pecheur du Suquet ‘de Ay’la sohbete den bir hırsızın öyküsü geçer… Bir opera librettosu olabilecek durulukta ve edebiyat kalitesinde. Genet argoyu Paris’in sperm, marihuana, ucuz kadın parfümü kokan arka sokaklarından, kanalizasyonlarından çekip çıkarmış, kullanılır hale getirip edebiyat malzemesi yapmıştır. Şiir için Cenaze Töreni, adlı kitabında bakın ne diyor; “Şiir ve ya artıkları kullanma sanatı, boku kullanma ve size yedirme sanatı….”
Bu yazıyı onun sadece edebiyat kişiliğine değinelecek. Onun politik yanı, dine bakışı, hayatla ilgili gözlemelri,, felsefesi edebi kişiliğiyle zaten hep uyum içinde olduğu için hayatına çok değinilmeyecek. O yazdığının adamı olmamış, bizati kendini yazmıştır. Bütün romanlarında başkişi neredeyse o’dur veya olmak isteiği kişiyi yazar. Erotik, çoğu zaman da aşağılanış serüvenini şiirsel-müstehcen bir dille anlatmıştıur.
Öyküsü, Camille Gabrielle Genet’in gayrimeşru oğlu olarak dünyaya gelmesiyle başlar. Babası belli değildir. Bir köylü ailesi tarafından büyütülür. Aşağılanmayı ve kaba şiddeti orada öğrenir. Mutsuz çocukluğu uzakta bir deniz feneri gibi parıldayan bir şeyle apaçık aydınlanır. Bu okuduğu kitaplardır. O macera romanları okuyup köşesinde pinekleyen küçük bir burjuva ala olamaz. Tam tersi kendi macerasını kendi yaratır. Evden kaçar, hırsızlık yapar. On yaşındayken tutuklanır ve kötülüğüyle ünlü Mettray Islahevine gönderilir. Ona göre bir hapishanedeki en iğrenç şey bir masum’dur. Ruhunun ta derinliklerinde başka bir gedik fark eder. İşte o an aşağılanmayı bir aziz inceliğiyle bezediği felsefesi haline getirir; “Kendimi beni gördükleri gibi alçak, hain, hırsız, ibne olarak görüyorum,” Bu özleri sarf ederken asla bir kabul ediş gözlenmez onda. Bu bir dokunulmazın Hindistan’ı terk edip uzun yollar ve yüzyıllar kat ettikten sonra çingene gururuna sahip olması gibi bir şeydir. Aşağılanmayı Hindistan’ı terk eden bir Parya’ydı o. Dokunulmazdı, toplumdışıydı. Bunu değiştirmek için uzaklara kaçsa bile başkaları ona bu sefer de Çingene diyecekti. Aşağılanmanın ismi değişecek ama özü değişmeyecekti. Bu ruhsal göç sırasında keşfettiği, bu durmadan ona bir ad yakıştıran düşmanının diliyle konuşmasını öğrenmek oldu. Ve bunu da edebiyat yaptı.
1945’de (dilimize bu roman ilkin, Ekin Yayınları tarafından çevrildi) Miracle de la Rose (Gülün Mucizesi) adlı eserini hapishanedeyken yazdı. Daha çok geriye dönüşlerle ıslahevindeki eşcinsel deneyimlerini, hapsedilmenin ve suçluluğun, ayrıca aşkın içten, dolaysız, canlı bir resmini çizer bu romanında. Islahevinden firar ettikten sonra Avrupa’nın pek çok şehrindi gezdi. Kaçakçılık ve hırsızlık mesleklerini profesyonelce icra etti. Tam bu serseri hayatın sürdüğü yıllardı (1930-1939) Journal de Voleur (Hırsızın Günlüğü) adlı eserinde anlatacaktı pek sonraları. Estetikçiliği, Varoluşşçuluğu ve Uyumsuz anlayışını bu dokuz yıllık süre içinde yaşayarak keşfetti, bu bilgileri kitaplardan edinen entelektüel burjuvaların tam tersi.
Yazmaya 1943’de Fresnes Cezaevi’nde başlamıştı. Notre-Dame-Des-Fleures (Çiçeklerin Meryemanası) burada yazıldı. Bir gardiyan yazdığı defteri alınca, o da tuvalet kâğıdı üzerine yazarak tamamladı romanını. Kitabın başkarakteri Wiedmann, ki ona Çiçeklerin Meryemanası adını takmıştır Jean Genet, altı kişiyi öldürmüş ve infazını bekleyen bir katildi. Romanda muhabbet tellalları, fahişeler, işgal öncesi Paris’inin en uç tiplerini, yeraltı dünyasını anlatır. Bu romanda Genet dinsel ikonografiyi kendi mastürbasyon fantezileri için kullanır. Bu kitapla, Sartre’ın, Simone de Beauvoir’ın ve Cocteau’nun ilgisini çekti. Ama onun aslında istediği kitaplarının sadece bohem aydınlar arasında değil, bu metinleri okudukları zaman dehşete kapılacak, Hıristiyan Ahlakları zedelenecek ortasınıf insanlarının eline ulaşmasıydı.
1947’de onuncu kez tutulandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Yazarların çoğu, ki başlarını Sartre çekiyordu, bir bildirgeyle Fransız Cumhurbaşkanına başvurdular ve Jean Genet’in affedilmesini istediler. Ve nihayetinde Genet bu girişimlerle affedildi. Pombes Funèbre (Cenaze Töreni) ve 1983’de filme de uyarlanan Querelles de Brest aynı yıl, 1947’de yazılmıştı. Genet daha sonra birçoklarına (bunların arasında öncü yazarlar Ionesco ve Beckette de vardı) ilham verecek tiyatro oyunları yazamaya yöneldi. Yeni-Klasikçi anlayışla yazdığı tek perdelik oyunlarında Sartre etkisi gözlemlenir.
Haute Surveillance (Gözetim Altında) 1949 yılında kaleme alındı ve hapishane konusunu tekrar ele aldığı bir oyundu. Bu oyun dilimize Yazko Çeviri tarafından 1981’de kazandırlmıştır.
Jean Genet, iktidar ve hükmedilen ilişkisini işlemeye başladığı bir dizi oyunla karşımıza çıkmaya Les Bonnes (Hizmetçiler) ile 1947’de hemen özgür kaldıktan sonra başladı. Daha sonra bu temayı Le Balcon (Balkon, 1956), Le Nègres (Zenciler, 1958) ve Fransa’nın Cezayir bağımsızlık savaşındaki tutumlarını eleştirdiği için şimşekleri üzerine çeken Les Paravanents (Paravanlar, 1961) ile sürdürdü. Bu oyunlarda karakterler, kendilerini bir başkasının kimliğinde algılamaya çalıştıkları için belirsizlik içinde geçen bir atmosfer hakimdir. Öykünmeler, oyun içinde sahte rollere ve onlara denk düşen sahte işlevlere dönüşür. Genet’in amacı dışavurunmcu bir çabayla seyirciyi şaşırtmak ve böylelikle ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaktır. O izleyiciyi değil suç ortağını arar. Bir bakıma Tiksinti Tiyatrosu da denen bu oyunlarda savaş sonrası Fransız sağ ve solunun politik yavanlıklarına başvurmadan dramatik bir yoğunlukla ele alır.
Hiçbir akımın, hiçbir görüşün yanında açıkça yer almamıştır Genet. Politik tavrı her zaman içten, dürüst ve dolaysızdır. Gerçek bir asinin ve anarşistin tavrına sahiptir; hiçbir toplumsal disiplin ve siyasi bağlantı onu ilgilendirmez. Alçaltıcı erotik serüveni ve cinsel kimliğinin hep örselenmiş oluşu onu mistik bir alçakgönüllülük kavramının kıyısına taşımıştır. Kendini küçük düşürme girişimleri, kendi kendini aşağılaması bir çilecinin, bir azizin çabasından çok farklı değildir. Sartre’ın kitaplaştırdığı bu çana Saint Genet, Comédien et Martyr (Aziz Genet, Oyuncu ve Kurban) adlı çalışmada kendine ifade bulur.
Playboy Dergisi onunla bir röportaj talep etmişti. Muhabirle bir otel odasında sohbete derken; “Bir piçtim, toplumsal düzende yer almaya hakkım yoktu. Ayrıksı bir kader istediğimde geriye bana ne kalıyordu? Özgürlüğümü, imkânlarımı ya da sizin dediğiniz gibi yeteneklerimi –yazarlık yeteneğimin olup olmadığını henüz bilmezken– azami kullanmak istediğimde? Bana bir aziz olmayı istemekte kalıyordu, başka bir şey değil, yani insanın inkârı olmayı istemek
Azizle suçlu arasındaki benzeşmeyi yalnızlık olarak kurguladı. Azizler de suçlular gibi toplumu başa yönlerle de olsa hep korkutmuştur. Toplumla aziz arasında bir uyuşma yoktur. Genet, ne yazık ki kurbanı olduğu bir kültürün ürünüydü. Fransızca yazıyordu. Fransa ise onu tümüyle kabullenmemişti.  1986'da, Mart ayı Jack’s Hotel’e yerleşti. Hiçbir zaman evi olmadı Jean Genet’in. Ondört nisanı onbeşine bağlayan gece bu otel odasından öldü. İsteği üzerine Fas’ta Laraş kentindeki Roma Katolik İspanyol Mezarlığına gömüldü. Mezarlığın bir başını belediye hapishanesi, bir başını genelev beklemekteydi.
Yazının başında söylediğim gibi, bu onun yüzünün, masumluğunun vurgulandığı bir kısa film karesi olmalıydı. Endişeyle kırışmış alnı, üç numara traşlı başı ve elinden düşürmediği sigarası…. Bitirdiğim şu yazıya bakıyorum. Onun hayatı, yazıları gibi şaşırtıcı; gülümsüyorum çünkü Jean Genet’in de dediği gibi: “Tamamlanmış en basit iş bile mucizevidir” | 1997 Ankara