Bir Başkadır
Benim Memleketim,
sadece bir şarkı olarak mı kulaklarımıza aşinadır. Bu şarkıyı Ayten Alpman’ın
sesinden işittiğimizde ortalıkta muhakkak bir hamaset rüzgârı vardır; ya darbe
olmuştur, ya savaş ilan edilmiştir, ya hamasi bir milliyetçi goygoyculuğu
yükselmiştir. Bu şarkıda çok şey kristalize olur. Şarkının orijinal ismi Rabbi Elimelekh’dir. Şarkı bir Klezmer
yani Yiddiş Almancası, Aşkenaz Yahudi Kültürüne ait bir Bohemya
şarkısıdır. Aşığı ile karısını bir divanın üstünde basan bir bakkalın, mahalle
Haham’ına danışmaya koştuğu komik bir hikâyeyi anlatır. Ne memleketten, ne
yurttan, ne de milli bir değerle ilgilidir. Şarkı zamanında söz yazılıp Türk
Popüler Müziğine kazandırılmıştır. Klezmer ezgilerinin hem Doğulu hem de
Batılı tınısı, 1970’lerin kimlik konusunda olabildiğince yansızlaştırılmaya
çalışan kültürel ortamında karşımıza çıkar; Türkiye’nin Batılı Yüzü! Kostümlü
provamızda fire veren başka biçemler, eğilimler belirmeye başlayan 1980’lerde, kimliklerin
tanımı artık aksandan arındırılmış TRT Türkçesi ile kendine ifade
bulamamaktadır. Ve olan olur… 1980’lerden itibaren artık tam tersi ayrışan
kimlikler kendini belli etmeye başlar… Bu ayrışım, bu sen-ben kavgası,
etnik, dini, ideolojik çeşitlemelerle su üstüne çıkar. Son yirmi senede bu
ayrışma, ötekileştirme, kendi kimliğinin çirkinleşen teşhirciliği abartılı hale
gelir de gelir. Artık çok daha belirgin biz ve onlar söz konusu olur. Taraftar
olmayanı bertaraf ederiz diyen bir Siyasal Holiganlık’tan hepimiz
kendi payımıza düşeni aldık. Saf tuttuk, safları sıklaştırdık. Hepimiz ama
hepimiz, biz ve onlar tanımı içine kendimizi sığdırmaya çabaladık
durduk; peki aslında aklımızı mı kaçırdık? Niçin birlikte yaşamak refleksinden
bu kadar kolay vazgeçtik? Onlar değil! Niye biz vazgeçtik?
Tüm bu girizgâh, o bildiğimiz şarkı
adının tesadüf olmayacak şekilde yarım bırakıldığı Netflix dizisi ile
ilgili; Bir Başkadır… Netflix’te Kasım 2020’de gösterime
girdiğinde reklamları ile her yerde karşılaştım; Johannes Vermeer’in İnci
Küpeli Kız fena halde benzeyen bir tesettürlü genç kız yüzü… İlk duygum “Hah
bu sıkmabaşlar Netflix’e dek girdi” oldu. Ve hop tongaya düştüm. Dizinin
başarısı da burada başlıyor işte; orada anlatılan yaftalar, önyargılar günlük
hayatta yaşıyor ve tüm Türkiye’de yaşayan bizlere ait. Berkun Oya’nın
yazıp yönettiği, yapımcılığını Krek Film adına Ali Farkhonde ve Nisan
Ceren Göçen’in üstlendiği dizinin kurgusu Ali Aga’ya Senarist ve
yönetmen Berkun Oya’ya ait Bir Başkadır, oyuncu seçimi, müzik kullanımı,
konuya yaklaşımı ile benzeşsiz mükemmel bir kurgu bize, kesintisiz sunuyor.
Oyuncular; Öykü Karayel (Meryem, Yasin’in kız kardeşi), Fatih Artman
(Yasin, Meryem’in abisi), Funda Eryiğit (Ruhiye, Yasin’in eşi, Meryem’in
yengesi), Göktuğ Yıldırım (İsmail, Yasin ve Ruhiye’nin oğlu), Cemre
Zişan Sağbir (Esma, Yasin ve Ruhiye’nin kızı), Settar Tanrıöğen (Ali
Sadi Hoca, Tarikat Lideri), Bige Önal (Hayrunnisa, Ali Sadi Hoca’nın
kızı), Esme Madra (Burcu, Hayrunnisa’nın kız arkadaşı), Gökhan
Yıkılkan (Hilmi, Tarikat şakirdi), Defne Kayalar (Peri, Beyaz Türk
psikiyatr kadın), Tülin Özen (Gülbin, Kürt kökenli psikiyatr kadın), Derya
Karadaş (Gülan, Tülin’in başı bağlı kızkardeşi), Alican Yücesoy
(Sinan, plaza çapkını), Nesrin Cavadzade (Melisa, dizi oyuncusu) rollerinde
inanılmaz bir performans sergilemekte… Şimdi dilimize geçen deyimle dersek;
fazla spoiler vermeden anlatmaya çalışalım;
Bölüm I, ilk on beş dakikanın
sıradanlığı ile tekrar bir tongaya düşüyorsunuz. Sonra psikiyatrın gittiği
psikiyatrın sorusuyla uyanıyorsunuz; “Nasıl hissettin?” Yanıt gecikmiyor
“Bok gibi!” İşte ondan sonra size renk seçimi, müzik hatta tanıtma
yazısı fontları, insana bir yerden Türkan Şoray çıkacakmış gibi hissetmemize
neden oluyor. Hayır, bu Türkan Şoray, Kadir İnanır’ın gecekondu
filmi Sultan değil. Burada aksansız TRT veya TDK Türkçesi yok,
bazılarımızı dehşete düşürebilecek, yıllarca kulak tıkadığımız bir dilde; Kürtçe
replikler bile var. İlk şokumuz bu, aynı Peri’nin Gülbin’in, tesettürlü
ablasını gördüğü anki dehşetli yüz ifadesi gibi. Gülbin’in kız kardeşi
kocasını arabada Kürtçe azarlarken uğradığımız şokla aynı duruma biz de
düşüyoruz. Demek ki bir dizide iki kelime Kürtçe duymakla gökyüzü
başımıza yıkılmıyormuş. Netflix and relax insanı Sinan ile Gülbin’in,
ilişkisini gözlemliyoruz. İçini dökmek için Gülbin, karşısında ona
sadece cinsel obje olarak bakan vücut geliştiren, tipik, çakma Kazanova Sinan
ile karşı karşıyadır. Her Salı sabahı olduğu gibi Meryem de
gündelikçi olarak eve gelmiştir. Gülbin ile kapıda karşılaşırlar. Ve
bölüm sonu kararıyor Ferdi Özbeğen o ajite edici glisandolarıyla
söylüyor; Aşkımı bir sır gibi senelerce sakladım, geceleri rüyamda ismini
sayıkladım…
Bölüm II, aslında modern dansçı Mihran
Tomasyan’ın çılgın müşteri dansı yapmaya çabalamasına rağmen modern
dansvari performansı ile başlıyor ve kadınlar tuvaletinde âlem yapan Hayrunnisa
ve Burcu WC’den tartaklanarak Meryem’in abisi, barda korumalık yapan Yasin,
tarafından atılması ile sonuçlanıyor. Burada tüm dizi boyunca tüm gördüğümüz
karakterlerin birbirine bağlandığını ilerleyen vakitte daha iyi kavrıyoruz. Bu
iç içe sık ve bağdaşık kurgu mekân seçimi ve öykünün gidişatı Pedro Almodóvar
filmlerini fena halde çağrıştırmakta. Almodóvar’da hep gördüğümüz kitsch
estetik çözümlemeleri bu bölümün jeneriğinden sonuna dek bizi alıp götürüyor.
Hatta bu bölümdeki bahçe sahnesindeki çocuk oyuncu İsmail (Göktuğ
Yıldırım) hemen her küçük esnaf dükkânında gördüğümüz Ağlayan Çocuk namı
değer Çiko resmine tıpatıp benzemesi ya da meyve yiyip tükürme
sahnesinin Hülya Koçyiğit filmi Susuz Yaz filminde, tecavüzden
sonra baktığı saksıyı kırmasını çağrıştırmakta. Ortak Bilinçaltımıza
küçük dokunuşlar ilerleyen bölümlerde Jung alıntıları ile daha da
kendini belli edecek, az daha sabır izlemeye devam…
Bölüm III, Ruhiye’nin, gördüğü
bir rüya ile başlıyor. Burada sık kurgu gereği bir karşılaşma köpek ısıran Hayrunnisa
ile Yasin’in karşılaşmasını izleriz. Yasin bardan arkadaşıyla
yaka paça dışarı attığı Hayrunnisa’yı tanımaz. Ama onu hastaneye
götürür. Dizinin yine sembol repliklerinden biri tarikat şakirdi Hilmi’nin
ağzından dökülür “Yoksa takdiri ilahidir yani! Ona çok da yapacak bir
şey yok yani… Şimdi çoğusu diyor kişi kendini geliştirecek. Eh, din o manada
engelleyicidir diye bir laf konuşabiliyor yani. Jung var
İsviçreli bir bilim adamı, diyor ki, hani İslam’dır, misal konuşuyorum yani,
Tevrat’tır, Hıristiyanlıktır, Kuran’dır gibi değil yani… Bir yüce varlığın
olduğuna inanma meselesi gibi söylüyor. O da o manada çok önemlidir yani.
Kişinin bireyleşme meselesi, bak dikkat edersen, bireyselleşme demiyorum, ne
diyorum? Bireyleşme diyorum. Şimdi toplumsal bilinçaltı olayı var yani orda,
kolektif diye söylüyor onu Jung… Hani, hepimizin ortak bir manada
bilinçaltı durumları var. Öyle değil mi? Misal konuşuyorum. Biri doğuyor
Türkiye’de, biri doğuyor İran’da biri doğuyor Uruguay’da… E şimdi bunlar bir
dine, bir amaca tutunmak istiyorsa tutunuyor da. E bunların inandığı inancın
bir diğerinden bir farkı mı var? Elbette var! Fıtratı farklı olabilir. İbadeti
farklı olabilir fakat Kolektif Bilinci bugün yok saymak akla mantığa sığacak
bir şey değil…” Hilmi’nin kıraathanede bu konuşmayı yaparken
yolda, Meryem’i görür ve âşık olur. Meryem ise vejetaryen
psikiyatrına kıymalı börek getirmiştir. Meryem artık bu seanslarda
açılmıştır. Ama Peri kendi terapisi için gittiği psikiyatr arkadaşı Gülbin’e
Meryem konusunda yaşadığı çaresizliği anlatmaktadır. Çünkü Meryem tesettürlüdür
ve Peri ona öğretilen değerler ile yapması gereken arasında kalmaktadır.
Bu arada Peri ve aynı Gülbin gibi Sinan ile cinsel ilişkisi
olan dizi oyuncusu, ünlü olan, Yoga sınıfından arkadaşı Melisa ile
arkadaş olarak yakınlaşmaktadır. Yine sıkı düğümler atan Armadovar kurgu
tekniğini burada görmekteyiz. Bu karşılaşmalar bölümünde, Hayrunnisa ile
Yasin karşılaşması gibi, Sinan’ı bilmeden paylaşan Melisa
ile Gülbin karşılaşmasına tanık oluruz. Bu bölümde sevgi istemek,
sevgi gösterememek ile ilgili birçok şeye rastlarız hem Gülbin-Sinan
hem de Yasin-Ruhiye cephesinde… Bölümün sonu Ali Sadi Hoca,
eşi Mesude, kızı Hayrunnisa ve aile hayatının sakinliği üzerine
bir dondurulmuş zaman ile sonlanır.
Bölüm IV, tarikat şakirdi Hilmi ve
Meryem’in karşılaşması ile başlamakta. Meryem psikolojik
tedavisi için icazet alacağı hocanın köyüne gittiğini öğrenir, temizlik için Sinan
beyin evine gider. Burada dizi oyuncusu Melisa ile karşılaşır. Peri
ise Gülbin’in muayenesine gittiğinde, onu bulamaz ama ablası,
tesettürlü Gülan’ın orada her şeyi kırıp dökmesine tanık olur. Gülbin’in
ailevi durumu hakkında bir şeyler öğrenir. Peri hastanedeki odasının
kapısına rahatsız etmeyin yazısı asıp içeride Palo Santo tütsüsü
yakıp bir Perulu Şaman edasında odasında havaya dört yön çizerek
kendini arındırmaya uğraşmakta ve meditasyon yapmaya tam başlayacaktır ki, cep
telefonunu alıp Melisa hakkında internetten araştırmaya yapmaya başlar.
Bu görüntüden hemen sonra çocuk bahçelerinin olduğu bir sahneye geçeriz.
Hepimizin güvende hissetme duygusuna ama bunun bir oyun, bir oyalanma
olabileceğinin de altı harika bir şekilde çizilmektedir. Bölüm IV, dizinin en
can alıcı bölümü. Halkalı’dakileri anımsatan o İstanbul’un bildik toplu
konutlarının birinin penceresine zoom yapılırken çalınan Batılı chill
out müziğin içinde beliren Doğu Anadolu ezgili bir kabazurna namesi, biraz
sonra karşılaşacağımız ve önyargılarımızı yerle bir edecek sahneye doğru bizi
hazırlıyor. Bir aile dramının adım adım önümüze serildiği bir Türkiye gerçeği…
Bu görmezlikten geldiğimiz konu hiç ajitasyon yapmadan öyle yalın ve insanı
anlatılmış ki, gözyaşları işte burada akıyor. İki kız kardeş Gülan’ın
ve Gülbin’in büyük bir nefret ve şiddetle birbirlerine
saldıklarını görüyoruz. Konu; sakat olan erkek kardeşin tedavisinde bir
maddenin kullanılması olduğunu görüyoruz. Anladığım kadarıyla bahsedilenin nörolojik
rahatsızlıklarda alternatif bir yöntem olarak kullanılan Hintkeneviri Yağı
olduğunu düşünüyorum. Ki dizide bundan hiç bahsedilmiyor. Tesettürlü olan ve
dindar olan abla Gülan bu tedaviye karşı. Gülbin ise doktor
olduğunu, kendinin doğruyu bildiğini söylemesi kavgayı derinleştiriyor. Kavgayı
yatıştırmak için anneleri bir şeyler söylüyor, Kürtçe tekrar duyuyoruz.
Anadolu’nun dillerinden bir dil, yıllarca duyulmasın diye uğraşılan dil, ama
bir dil işte, dünya yüzündeki 7000 küsür dilden biri sadece; her anadil gibi,
kendine has güzelliğiyle sanki bir dağ gelinciği gibi baş eğiyor; Êdî bese!
Ko bese! (Yeter artık). Kavga bir türlü bitmez, Gülan “Git o
dağdaki dinsiz imansız arkadaşlarına sor!” sözü ile Gülbin ablasına
saldırır. O sırada sakat erkek kardeşin sesini işitiriz. İçeri sökün ederler.
Kardeşleri babasını istemektedir. Babası Kürtçe bir uzun hava söyler,
sakat oğlu ancak bununla sakinleşmektedir. Acı çekmenin ne dini, ne dili, ne
milliyeti olduğunu izleriz, buradaki oyunculuk Türkiye’de izlediğim en
iyi oyunculuklardan biri. Resimler, fotoğraflar, objeler… O gizli öyküyü, Türkiye’nin
hâlâ konuşamadığı öyküyü sessizce fısıldar. Bu bölümde Ali Sadi Hoca’nın
eşi Mesude çıktıkları yolculukta vefat eder.
Bölüm V, Sadi Hoca’nın eşi
Mesude’nin cenaze töreni ile başlar. Yasin’in, Ruhiye’nin
köyüne gitme kararı alır. Yolda Ruhiye sinir krizi geçirdiği için
geri dönerler. Bölüm V’de, Peri’nin ailesine göz atarız. Facebook’tan
pasif-agresif alıntılar okuyan bir baba, Yılmaz Özdil dinleme rutininde,
iletişimsiz, tipik Beyaz Türk bir aileyi izleriz. Televizyona bakarken,
gördüğü bir tesettürlü oyuncu için “Şimdi de moda bu illa birisi kafasını
kapatacak bütün dizilerde” diyen Peri’nin annesi ile bir yansımamızı
daha görürüz. Hayrunnisa ile kız arkadaşı Burcu cenaze evinden
uzaklaşır, burada aralarındaki ilişkiye dair ipuçları ediniriz. Bölümün sonunda
ölen eşi için ağlayan Ali Sadi Hoca’yı görürüz.
Bölüm VI, Meryem’in abine
yengesini evde bulamadığını söylemesiyle açılır. Ruhiye küçük oğlunu da
alıp evden ayrılmıştır. Meryem psikiyatrı Peri’ye durumu
paylaşmak için gider. Hasta doktor ilişkisinin samimiyetine güvenen Meryem teşekkür
ettiğinde, Peri “Olur mu Meryem benim vazifem bu” der. Meryem buna
çok bozulur, kendini değersiz hisseder. Odadan çıkar gider. Peri onu
koridorda bulur, ama ismini yanlış söyler Meryem ikinci kez bozulur. Bir
sahne sonra Peri danıştığı psikiyatrı Gülbin’in odasında hüngür
hüngür ağladığını görürüz; her şeyden nasıl sıkıldığını ve ne kadar yalnız
olduğunu anlarız. Gülbin ise terapiye son vermek istediğini söyler. Peri
yerle bir olur. Ruhiye onu herkes ararken köyüne gitmiştir. Bir
kapıyı çaldığını görürüz. Konuştuğu kadın Semiha, çocukken aynı adam
tarafından tecavüze uğradıklarını öğreniriz. Burada öykünün temelini öğreniriz;
Ruhiye ona tecavüz eden adamın öldüğünü, topraklarını satmak için köye
iki sene önce gelmiş eşi Yasin’den öğrenince tüm dengesi bozulmuştur.
Bütün depresyonunun ona tecavüz eden adamla yüzleşmemek temelli olduğunu görürüz.
Semiha çocukken onlara tecavüz eden adamın ölmediğini söyler. Meryem’in
evinde bekleyiş sürmektedir. İnsanlar nasıl Tarikatlara kapılıyor
anlamıyorum sloganımız var ya hani! İşte bu sahnede Yasin’in, Ali
Sadi Hoca’nın ziyareti ile içinin nasıl rahatladığı, önemsendiğini, bir
yere ait hissettiğini nasıl duyumsadığına tanık oluruz. Spor salonunda Sinan,
tesadüfen Gülbin’in aynı salondaki kız arkadaşlarına onun dedikodusunu
yaparken kulak misafiri olur. Sinan duyduklarından çok rahatsız olur. Burcu,
kız arkadaşı Hayrunnisa’yı ziyarete gelir. Otobüste Yasin onu
fark edip izlemiştir. Evin önünde bir itiş kakış olur, Burcu, Yasin’i
bacağından bıçaklar. Bölüm yine bir Ferdi Özbeğen konser görüntüsü ile
biter; “Beni böyle yapayalnız bırakmasan olmaz mı?”
Bölüm VII, Yasin’in bacağından
yaralı olarak hastanede yattığı sahne ile başlıyor. Ali Sadi Hoca’nın
kızı olaya karıştığı için polise gitmeme kararı alır. Hayrunnisa ise
babasına Konya’ya geri dönme kararını açıklar. Gülbin, ablası Gülan’la
yine tartışmaktadır. Tartışma kavgaya dönüşüp yerini suskunluğa bıraktığında Gülbin’in
dizi içindeki başka bir sembol repliğini işitiriz; “Otuz beş sene önce gebe
anamın karnına o tekmeyi kim attıysa, bugün de birileri atıyor o tekmeyi. Kim
sürüklediyse buraya bizi, yerimizden yurdumuzdan edip otuz beş sene önce,
adamın yüzü değişiyor, adı değişiyor, ama bir yerlerde birileri yiyor o
tekmeyi. Ve sen benim kardeşim, otuz beş sene önce o tekmeyi yiyen kadının
evladı, içerdeki garibin kardeşi, bugün kim atıyorsa o tekmeyi gidip
ayaklarının altını öpüyorsun. Görmüyor musun? Nasıl bu kadar sağır olabildin,
nasıl dönüştü benim kardeşim, buna nasıl dönüştü? Görmüyor musun? Görmüyor
musun bizi nasıl birbirimize düşürdüklerini görmüyor musun?” Belki de 1980
sonrası yakılan köylere, bizim kulak tıkadığımız onca işkenceye, olup da
olmamış gibi yaptığımız her şeye bir haykırıştır bu. Burada Kürt, Türk o bu
değil? İnsanın hikâyesi vardır. Bu yıllardır çözülemeyen soruna ilk kez insan
merkezli bir bakışı görürüz. İzlerken gözyaşımızı siler silmez şapkamızı
çıkardığımız gibi. Ruhiye ise köyde, olayın vuku bulduğu Roma
Döneminden kaldığı belli olan sütun ocaklarına gider. Burada tecavüzcüsü
ile karşılaşır. Tecavüzcüsü topallamaktadır ve yüzünde derin yara izleri
vardır. Tecavüzcüsü cebinden bir silah çıkartıp kayanın üstüne koyar ve Ruhiye’ye
“Al, al sık da sen de rahat et, ben de edeyim Ruhiye, yirmi yıl önceki bir
hadise. Bir cahillik etmişiz, etmişiz bir kere n’apam. N’apam Ruhiye. Allah’ını
seversen n’apam. Benim iki çocuğum var Ruhiye…” der. Burada belki de en
uzlaşamayacağımız durum karşımıza çıkar. Bir tecavüzcüyü görürüz, ama aslında o
da acı çeken bir insandır. O bile duyguları olan acı çeken biridir. Tüm hayatı
pişmanlık olmuş biridir. Ruhiye, eşi Yasin’in köye gelip köy
meydanında tecavüzcüyü rezil ederek dövdüğünü, ayağını sakat bıraktığını
öğrenir. Ruhiye ilerde, köyden ayrılmadan tecavüzcünün diğer tecavüz
ettiği Semiha ile evlendiğini de fark edecektir. Sahne tecavüzcünün o
dağ başında ağlaması ile son bulur. Bölümün bu kısmında Sinan’ın ev
kazası geçiren annesini ziyaret ettiğini, tıkış tıkış dolu bir orta sınıf evi
görürüz. Anne oğul ilişkisinin, ailevi bağlarının ne kadar zayıf olduğunu
izleriz. Hilmi, Meryem’in yollarını gözlerken, Necmettin
Erbakan’ın ünlü Gulu Gulu Dansı yapıyorlar anekdotuna gönderme
yapılan hindi sahnesi Hilmi tarafından sergilenir… Bu sırada annesi Peri’yi
arar. Telefon konuşması sırasında anne hizmetli kızda Hazal diye
seslenir. Peri annesine “Hazal değil anne onun adı Reşide” derken, Meryem’e
dili sürçüp Hazal dediğini anımsar. Beyaz Türk Laik kesimin
aslında karşı tarafı gündelikçi, cahil, yardımcı, ikinci sınıf, kendilerini de
efendi görme kibrine, kendisi de şok olur. Hilmi ve Meryem
birlikte otobüs durağına yürürken yine Jung alıntıları görmekteyiz. O güne
kadar hep suskun kalan Yasin ve Ruhiye’nin küçük oğlu İsmail de
konuşmaya başlamıştır.
Bölüm VIII, Meryem, Hilmi’nin
hediye ettiği değil ama başka bir Eti Puf yerken görürüz, sonra da tamaşasını
tırnağı ile düzeltir ve gülümser. O sırada mutfağa Ruhiye döner,
değişmiş, yüklerinden kurtulmuş ferahlamıştır. Ruhiye ve Yasin
nihayet iletişim kurar, nihayet birbirlerini anlarlar. Dizi oyuncusu Melisa
ile Peri de buluşurlar ve aralarındaki gerginliği rahatlatırlar. Ali
Sadi Hoca, kızı Hayrunnisa ile kahvaltı ederler, Konya’ya geri
dönecek Hayrunnisa, evden çıkarken başını örtmez, babasına “Ben evden
çıkmaya hazırım baba” diyerek kararını anlatır. Ali Sadi Hoca da
kızının kararına sessizce onay verir. Otogarda Hayrunnisa ve kız
arkadaşı Burcu’nun birlikte Konya’ya döndüğünü görürüz. Meryem hocayı
görmeye Kuran Kursuna gelir, ama orada sadece Hilmi vardır. Meryem,
Hilmi’nin hediyesine karşılık ona çorap almıştır. Ali Sadi Hoca
ise karavanı ile bir geziye çıkar, dağda karşılaştığı bir yabancı ile sohbet
ederken kızı Hayrunnisa’nın evlatlık olduğunu, “Hani öz evladım olsa
bu kadar sever miydim, bilmiyorum” diyerek anlatır. Meryem, Hilmi’nin
Eti Puf tamaşasına sarılı hediyesini açınca Hilmi’nin ona tektaş
yüzük aldığını görüp bayılır. Az sonra ayılan Meryem’in sevinçle
gülümsediğini görürüz.
Dizinin sekiz bölümü su gibi akarken
en özündekilere dokunuruz; İnsan yanıt arar, çünkü güvenliği için yanıta
ihtiyacı vardır. Bu yanıtları; dinle, ideolojiyle, yaşam biçimiyle, her hangi
bir yolla varmaya çabalar. Bu en insani şeydir. Yanıt ararken Ali Sadi Hoca,
bir yapay çiçek ve bir gerçek çiçekle örnekleme yaparken, iki psikiyatr Gülbin
ve Peri, öğrenmişlikleriyle yanıt aramaktadır, Hilmi ise tek
bir gelenekte ısrar etmeyip Jung’dan bahsediyor. Ve dizideki herkes bir
yanıtın peşinde koşuyor, tıpkı hepimiz gibi. Ve hepimiz gibi kendi bulduğu
yanıtı en iyi yanıt zannediyor. Yanıt ne olursa olsun aslında kaskatı kesilmiş.
Asla Türkiye’de olup bitene göre akışkan, tekrar üzerine düşünülmüş değil,
sadece ezber ve tekrarlanan; hem de her kesim için Kürt olsun, Beyaz
Türk olsun, İslamcı olsun, Ülkücü olsun, Atatürkçü
olsun, ne olursa olsun! Bir Başkadır işte fena halde bunun üzerine.
Dizinin İngilizce isimi Ethos da bu durumun gayet iyi altını çiziyor.
Yani tesadüfi değil bu dizide her şey en ince ayrıntısına dek düşünülmüş. Bu
işte çok hayranlık verici…
Hepimiz muhakkak birbirimiz ile
karşılaşırız, yüzleşiriz, hoşumuza gitsin veya gitmesin. Bir Başkadır, bir
olmanın çok başka bir deneyim olduğuna bir sözcük oyunuyken, bu bir olma, ortak
değerlerden dem vurmanın unutulduğu bu son yirmi yıla da Neden peki?
sorusunu soruyor. Dizide en büyük sorunun iletişimsizlik, yanlış anlama olduğu
sessizce belirtilirken, durum komedisini yanlış anlama üzerine kuran Hacivat-Karagöz
geleneğimizin, hep kutuplu ama yine de birlikte yaşama refleksi olan bir toplum
olduğumuzu anlatıyor. Peki, bu niye unutuldu? Çünkü basitçe düşünüp yaftalama
karşımızda insan olduğunu kolayca unutmamamızı sağlıyor. Dizide klişe örnekleri
olan karakterler, dizi sonuna dek tamamen gözümüzde insanlaşıyor; hiçbirine bir
hıncımız kalmayana dek. O yüzden bu bir şifa dizisi, bence. İyileşmeyi isteyen
bir toplumun talebi... En azından ben öyle umuyorum. Olan bitene içten bir
yanıt olan Susamam ile başlayan yeni bir yanıt arama, iyileşmek istemeye
odaklanan yepyeni bir ruh halinin ürünü; Bir Başkadır… Ve bir başka
yanıtlara ihtiyaç var, bir gün bu ülkenin hepimizin ülkesi olmasını sağlayacak
yanıtlara…