30 Mart 2008 Pazar

Niye Bu Kadar Çok Kargo Var? | Savaş Çağman | Ankara 2004

     Niye saptamak? Sanırım bu sorunun yanıtı bulmak için, uzak bir geçmişin gölgeli vadilerine uzanmamız gerekmekte. Sadece insanın kültür oluşturduğu savının (ki maymunların da bir nevi kültür geliştirdiği biyologlar tarafından kanıtlanmıştır) bir yana bırakıldığı bu çağda, zaman makinemize atlayıp ilk insanın tecrübesi aktarmak için hatırlamak zorunda olduğu zamanlara gidebiliriz. Bu çağda insanın her şeyi taşıyabildiği ve hatırlayabildiğiyle sınırlıydı. Tecrübe edilen aynı anda ezber edilen olagelmiştir. Ezber edilenin fazlalığı onun sıralanması, bir düzen içinde barındırılmasını getirir. Bu da sadece hafızaya dayanmanın güçlüğüyle karşımıza çıkar. İşte tam da bu anda saptamak ve ölçütlendirmek devreye girer. Saptamak saptanılan şeyin aslında değişkenlerinden arındırılması, böylelikle değişmeden, değiştirilmeden aktarılmasını kolaylaştırır. Saptamanın sınırlarını ise ölçüt çizer. Peki ölçüt nasıl oluşur?

     Saptamak için saymak gerekliydi. Yetmişli yıllarda Papua Yeni Gine’ye bir araştırma yolculuğuna çıkan ünlü antropologa yerlilerden biri, yanında çantalar dolusu taşıdığı alet edevatı göstererek niye bu kadar çok kargo var? diye sormuş. Yerliler giyim dahil her türlü kullanım nesnesine kargo demekteymiş. Antropolog aydınlanma çağı sonrasını yaşayan uygarlığının bu kadar çok hatırlama ve kolaylaştırma nesnesine niye sahip olduğunu yerliye açıklayamamış.

     Bu duruma çok şaşmamak gerekir. Herkes bizim gibi biriktirmeye kafasını takmayabilir. Saymakla üstün körü ilgilenebilir. Papua Yeni Gine’de birçok kabile dilinde sadece iki sayı bulunmakta. Örneğin Asmat dil grubuna giren Kamoro dilinde énakoa ve jamané olmak üzere sadece iki sayı sıfatı bulunmakta. Yaklaşık olarak çevirirsek, birinci sayı sıfatı bir ve ikincisi ise birden fazla anlamını vermekte. Yine aynı dil grubunda yer alan Merkezi Asmat dilinde de yine iki sayı sıfatına rastlanmakta take ve yamnuk. Hesaplamayı fena halde kafayı takmış bizleri afallatan bir durum bu. Ayrıca bize atalarımızı da hatırlatmakta. Hindistan’a bağlı olan ve Birmanya açıklarında yer alan Andaman adalarında konuşulan yerli dillerinde de aynı duruma rastlamaktayız. Altısı günümüze ulaşmayan bu dokuz ada dilinde yine iki sayı karşımıza çıkıyor tüm nesneleri sınıflandırmak için; örneğin Aka-Cari dilinde bir anlamına gelen tolbó ve birden çok anlamına gelen nérpól sayı sıfatlarında olduğu gibi. Peki bu neye işaret eder? Bu saymakla, saptamakla ne zaman ilgilenmeye başladığımızı ya da niye başladığımızı düşündürmekte. Sanırım sahip olunan kargo artınca oldu bu...

     Eski çağlardan beri ölçü birimleri ilkin insanın uzuvlarını örnek almaktaydı; kulaç, ayak, karış. Başka olguları ölçütlendirmek söz konusu olunca işte burada bambaşka yaklaşımlar karşımıza çıkar. Ölçüler somut birimlerdi ama sonradan soyut olanların ölçülmesi gerekti. Günlerin, zamanın ölçülmesi, takvim için ölçülerin saptanması tarihi de başlattı. Tanrı-Kralların, Rahip-Kralların çağlarında tarih yazını oluştu. Tabi bundan önce de sesin işarete dönüşmesi gerekmekteydi.

     Ses ve sesin saptanması konusunda ise ölçütlerimiz gerçekten karışıktır. Tarihin başlarında ses görünen, dolayısıyla somut bir biçimde ölçülebilecek bir şey değildi. Sesin saptanması konusunda tanımlanması gerekmekteydi, bunu da ilk çalgılarda telin şu bölgesi, nefeslinin şu deliği olarak bir tür somutlamayla sağladı eski insan. Ama yine de müzik yazısı (geniş bir tanım gerektiği için nota kelimesini kullanmaktan kaçındım) ortaya çıkana dek müzik parçaları da ezber yoluyla aktarılmak zorundaydı.

     Sesin kelimeye, kelimenin işarete dönüşmesiyse daha karışık bir saptama sürecinin sonucudur. Genelde dilbilimcilerin bir kısmı işaret edilenle işarete dökülenin bağlantılı olmadığını düşünür. Yunan alfabesindeki alfa Fenike alfabesindeki inek anlamına gelen aleph işaretinden türemiştir. Alfabenin ilk harfi tamamen bir inek çizmekten ibaretti. Resim yazı burada soyutlanarak sadece sese bürünen işaretlere dönüşüyordu. Bu devrim aslında insanın icat ettiği belki de en karışık aygıt olan dilin saptanması için uzun bir deneme sürecinden sonra pratik bir çözüm olarak oluşmuştu.

     Pek çok uzman müzikolog ve antropolog insanın niye müzik yaptığını araştırmıştır. Çoğunun vardığı sonuç bir kelimeye varır; ayin. Tarih içinde müziğin anlamdan anlama girerek kat ettiği yol dillerin serüveni kadar ilginçtir. Bazı araştırmacılar insanın ilkin bir sabit nota buldukları, sonra bununla uyuşan ikinci sese yöneldikleri, bu sayede aralıkların, dizilerin, makamların ortaya çıktığını söyler. Sovyet bir müzikal antropolog Büyük Okyanusa dökülen Amur nehri ağzında yaşayan Gilyak göçebelerine ziyarette bulunup müziklerini manyetik banda kayıt etmeye karar verdiğinde ilginç bir şeyle karşılaşmıştı. Gilyak müziği içinde Asya’nın birçok bölgesinde karşısına çıkan pentatonik ezgiler vardır. Bunun yanında haydi şarkımızı söyleyelim diyerek başladıkları tek notadan oluşan alışılmamış ezgileriydi asıl ilginç olan. Çoksesli müzik evrenseldir sabit fikrine sahip olanları gerçekten hayrete düşürecek bir şey bu. Çünkü asıl ve meşru anlamıyla bu gerçekten de tek sesli bir müzikti; dünya üstündeki birkaç tek sesli müzikten biriydi Gilyak müziği. Hemen meraklılarına belirtelim Türk müziği tek sesli değildir. Bunu sonraki yazılarımızda uzun uzadıya tartışacağız.

     Saptamanın önemi şudur; bir değerin, bir tecrübenin bozulmadan aktarılması. Peki saptamak yeni kavramlar, tanımlar oluşturmuş mudur? Tabi ki evet. Saptanmış olan belirlenmiştir. Bu insana güven verir. Tecrübe sabitlendiği için tekrar edilebilir. Peki niye bu kadar önemsenmiştir şu saptamak? Anın içinde birbirine çok yakın birçok benzeşi üretilebilir. Yazıya dökülen ya da ezber edilen insanın en büyük derdini çözmüştür; ölüm! Aktarılan ölümsüzdür...

     Sesi saptamak için ilk insanın ne tür çalgılar yaptığı, ilk çalgının ne olduğu bugün hala en önemli tartışma konusudur. Bazıları bu soruya ilk çalgı vurmalıydı, kimi nefesliydi, kimi de telliydi demekte. Sonuçta yaylı sazların da geç bir dönemde geliştiği su götürmez bir gerçek. Peki çalgılar niye yapılmıştı? Belli doğal seslerin taklidi için mi? Bu taklidin önemi neydi. Çalgıların dini işlevi olduğu Çatalhöyüğe dek birçok yerleşme yerinden elde edilen örnekle kanıtlanmıştır. Belki totem hayvanının sesini taklit etmek ya da av sırasında hayvan sürülerini şaşırtmak için yapılmıştı ilk çalgılar. Büyük olasılıkla bunlar ıslıksı sesler çıkaran flütler ya da düdüklerdi. Nefeslilerin birçok coğrafyada bilinmeleri bunu güçlendirmekte. Bazı müzikologlar ise müziğin gelişebilmesi ve sistemleşmesi için telli çalgılara gereksinim olduğunu vurgular. Çünkü nefeslilerde sağlanamayan ölçütlendirme tel üzerinde mümkündür. Telli çalgılar ilk müzik teorilerinde baş rolü oynar. Sonraki yazılarda Pithogoras’ın tellilerle giriştiği deneylerden söz edeceğiz.

     Bu sap üzerinde telin gerginliğinden elde edilen sesin, sonradan çakılan perdelerle sabitlenmesine dek götürecektir ilk insanı. Eski Mısır’ın kollu kutu arplarında, uzun saplı tambur benzeri tellilerinde sıcak yüzünden akort kaçırmaması için düşünülmüş bir mandal sistemine rastlanır.

     Saptamada rastlantının sonuçları muhakkak olacaktır. Bazı müzikologlar çalgıların oluşumunda rastlantının önemini vurgular. Perdesiz bir telli çalgıda iki ayrı sesi belirlemek bilinçten çok rastlantının ürünüdür. Sabit bir değer biçilmesi gereken ses sonradan hatırlanmalı ve kaydedilmelidir. Kaydedilen nesne de hemen tüm geleneksel müziklerde icranın beynidir.

     Sesin tel ya da nefesli üzerinde saptanma konusunda ilk teoriler Yunanlılara aittir. Bunu ilk matematiğe döken de Pithogoras olacaktır. Sayıların cambazı filozof, ağırlık ile ilk kez ses birimlerini ölçülebilir kılmıştır. Tel gerginliğinin tellilerde, delik arasındaki uzaklığın ve deliğin büyüklüğünün nefeslilerde önemli olduğunu ilk o saptamıştır.

     Telaffuz edilenin şekle bürünmesi, duyulanın işaretle somutlaştırılması, çok sonraları akıl edilecektir. İlk nota sistemleri Ege kıyısında yaşayan İonlara atfedilmektedir. Alfabelerinden yola çıkarak her ses değerine bir harf karşılık gelecek bir sistem geliştirmişlerdir. Ama bu sistemde sesin tartım değeri, pesliği, tizliği, yüksekliği belirtilemezdi.

     Zaman içinde ses ve ses birimleri için saptama konusuna kafa yoran kişiler, yani alfabe ve dil keşfedenler ortaya çıkacaktır. Aziz Krillios’tan Aziz Lusoroviç’e, Rahip Braille’den daha pek çok kişiye dek bu listeyi uzatabiliriz. Ses birim karşılığın saptama biçimleri tarih içinde değişir durur. Çünkü bu, insanın doğal olana yüklediği değişken anlamdan ibarettir. Doğada yer alan ham sesin sanat unsuru olarak kullanılması 1940’lara dek bekleyecektir. Bu döneme dek insan doğadan anladığı kadarıyla, onu istediği gibi kurgulamaya çalışarak yani yabancılaşarak, belki bir nebze kontrol altına alma kaygısıyla ondan sesler aşıracak, bunların benzerlerini üretecek, ürettiklerini çıkarımlarıyla ölçütlendirecek, saptayacak, kaydedecek ve aktaracaktır. Sonuçta bu konuda kişisel delilikler mevcuttur! E ne yaparsınız? İnsan biriktirir! Aslında tüm memeliler biriktirir!