30 Mart 2008 Pazar

Evcilleşme Mekaniği | Savaş Çağman | Ankara 2005


     Evcilleştirmek ya da eski dilde karşılığıyla ehlileştirmek ıslah edilenin sürünün parçası edilmesi, yenir yutulur hale getirilmesi, işe koşulur duruma indirgenmesi anlamlarını da taşır. Ehil kökü içinde iyelik anlamını barındırır. Ehlileşen aynı kalsa da değişime uğrar, anlamlarından sıyrılır.

     Müziğin ve daha kapsamlı anlamıyla sanatın değiştirici gücünden hemen her çağda söz edilmiştir. Özellikle müzik kitlenin sesi olduğunda politikleşir ve değişime zemin hazırlarlar. Wagner’in işaret ettiği armonik yapı, Alman romantizmi ve milliyetçiliğiyle örtüşmektedir. Belki de İsrail’de filarmoni orkestralarının ona rağbet etmemesinin başlıca nedeni de budur. Kısaca müzik çoğu zaman değişimin kendisi olurken, değiştirdiğinin de altını çizer.

     1968’de üniversite kampüslerine sığmayarak sokaklara taşan eylemci, değiştirme ruhuna sahip olduğunu düşünmekteydi. Yanlarında hazır tuttukları değiştirme sözü veren müzikleri ise çok geçmeden evcilleşerek raflarda yerini aldı. Zijderveld “muhaliflerin kualisyonuna neden olduğu içindir ki romantik mutlakçılık insan için uygun bir deva olamaz” der acımasızca. Gençliğin içten gelen değiştirme isteğiyle birleşen romantizm geleneksel realite ile çarpıştığında bu evcilleşme süreci devreye girer, ister istemez...

     İkinci Dünya Savaşı sonrası piyasa koşullarının hemen tüm dünyaya yayıldığı dönemdir. Bir dans müziği olarak caz, tangoyu saymazsak tam anlamıyla bir dünya müziğine dönüşür. Bu dönem kitlesel yayın araçları müziğin formunu, durumunu, bahsettiklerini belirlemeye başlamıştır bile. Bir ortaçağ İngiliz baladında deliler evinden bahseden icracı, çocuk baldırlarını kesip aya sunmasından söz edemez artık, çünkü kitlesel iletişim kendince tutucu bir kültürel kodu da yaymaktadır. İşte bu anda Avrupa kültüründen ve diğer kültürlerden söz etmek zorlaşır.

     Bu koşullar şarkıları da belirler. Üç dakikadan uzun parçaları radyodan çalmak yayın akışı için zor olduğu için artık bu bir sınırlayıcı olarak bestecinin karşısına çıkar. Deneysel olanla alışkıl olan arasındaki ayrım belirgin hale gelir ve ilerlemeyi temsil eden çağdaş sanat halkla yabancılaştırılır. Sonuçta tekrarların çağı başlar İkinci Dünya Savaşı sonrasında.

     Piyasa koşullarıyla Batı Sanatının kabız oluşunu adım adım izleyebiliriz kolayca. Bu dönemde dans müziği için oluşturulan endüstri tüm dünyada kök salar. Daha sonraları caz içinden muhalif bir duruş yükselecektir; “hayır biz Afrikalıyız!”. Belki de bu fark ediş ilk kırılmayı oluşturur. Ama piyasa bunu kolaylıkla kendine yem yapar ve yutar.

     Belki de 1968 ve 1979 iki birbirine zıt ama ortak kaderi paylaşmış akımın çıkışıyla piyasa beğenisi bir miktar sarsılmıştır. Hippi Hareketi alışkıl müziği (folk müzikleri, blues ve rock) kendine söylem aracı olarak seçmişti. İmgelem gücünü sonuna kadar kullanan Iron Butterfly ve Grateful Death gibi grupları saymasak neredeyse tüm 1968 sonrası güya devrimci müzik topluluğu kavramsal olarak baktığımızda yeni bir şey söylemiyordur aslında.

     1970’lerin sonlarında gelişen Punk ise piyasanın bu sınır tanımaz iştahının kurbanı olmamak için belki de en büyük mücadeleyi verir. Ama sonuca baktığımızda onun da kaderi afiyetle yenmek oldu. İçinde belirli bir miktar her türlü gnostik doğayı bulunduran anarşizmi temel edinse de Punk, bir giyim biçimine ya da bir tür modaya indirgenecekti. Bir kimsenin kendi dünyasına çekilmesi ve kendi dışında kalan kültürel her türlü oluşuma kızgınlık duyması kolaylıkla rastlanılabilir. Ama Punk sadece bir buluğ çağı öfkesinden öte bir şeydi. İçinde gerçekten müziğin içsel yapısı değiştirecek düşünsel yenilikleri taşımaktaydı. Bu da üretenle alıcının arasındaki alış veriş durumunun silikleştirilmesinden tutunda, şarkı formlarına, sahne gösterilerine ve müzikle edilen danslara dek birçok konuda benzersiz yenilikler demekti.

     Değiştirici güç belki de sadece Rus Devrimi sırasında deneysel sanatı kendine araç olarak seçmiştir. Rus Fütürizmi Blok ya da Mayakovski sayesinde dilin de yenilenmesi, bir provokasyon cihazı haline gelmesine yardımcı olmuştur. Dönemin ortak beğeniye biteviye saldıran bu sanat anlayışı ne yazık devrimin hemen sonrasında Toplumsal Gerçekçiliğe yenilecek ve silinip gidecektir.

     Devrimler söylemlerini alışıla gelmiş sanat düşüncesiyle sunduğunda ne kadar devrim olur? Toplumsal paylaşım ütopyası, paylaşılan nesnenin anlamı değiştirilmedikten sonra ne kadar başarılı olur? Durutti’nin Katalonya’sında kamusallaştırılan oteller ve lokantalar, içyapı olarak değiştirilmiş ortak barınaklara ve kantinlere dönüştürülmüştü. Ama İspanyol Anarşizmi neredeyse hiçbir sanatsal devrimci düşünce sunmamıştır.

     Şu herkesin diline pelesenk olan devrim, ne yazık ki kendi sanatsal tümcesini kurmadığında, özgün bir karşı kültür oluşturmadığında dönüşemez bir katılığa mahkum olur. Hemen her masa başı toplantısında ilerici bir güç olarak kendini sunan aydınların ülkemde hala içyapısı değiştirilmiş bir müzik anlayışını “protest” olarak sunmalarını sırf bu yüzden anlamakta zorlanıyorum.

     Ülkemde aydınların ya da devrim imanlılarının fark edemediği şey, İkinci Dünya Savaşı sonrası üç dakika sınırına indirgenen, nakaratı olmak zorunda bırakılan ve estetik sınırları çizilmiş bir şarkı formuyla değişimden dem vurmanın nasıl bir çelişki olduğu. Belki de masa başında tartışıla tartışıla kekremsi hale gelmiş olan bu konu koşulları değişmiş şu dünyada yeni şeyler söylemenin zamanı gelmesiyle de ilgili.

     Bu yazı amaç üzerine amaç bindirenlerle karşılaştığım bir Salı günü düşünüldü. Alternatif yaratmak için bir araya gelen müzisyenlerle karşılaştığım, ama sonucunda mutsuz olduğum bir tecrübeydi bu. Alternatif ama neyin alternatifi? Günümüzde revaçta olan küresellik karşıtlığı kendini tanımlarken acaba tarih içinde yapılan büyük hataları tekrarlıyor mu? AB karşıtlığı ya da küreselleşen piyasa koşullarının karşısında durmak Zijderveld’in acımasızca altını çizdiği romantik mutlakçılığa ne kadar göndermede bulunuyor? Sonuçta kurum ve örgüt karşıtı olduğum radikal yıllarımdan nostaljik anekdotlar aktarabilirim burada. Ama bu bir çözüm olmaz.

     Aklı başında olanlar dünyanın pek de iyiye gitmediğinin ayrıtında. Buradan yeni bir müziğin, yeni bir estetiğin doğması pek muhtemel. Ama bu üç dakika sınırında şarkı formlarıyla yapılamaz, bu kesin. Yoğurdu üflemeden önce, neyin radikal, neyin yeni bir şey söyleyen ve neyin değişim vaat eden olduğunun farkına varmakta fayda var.

     Sorun sanırım son yirmi yılda müziğin değiştirici gücünün iyice kırılıp, kaşı gözü patlatılarak ehlileştirilmesi. Her konuda kırk katır mı kırk satır mı seçiminin müzisyenlere, genelde de tüm sanatçılara piyasa koşullarıyla dayatılması. Belki sırf bu yüzden Simon Weil’in sözüne ettiği “örgütlü yalan” kolayca hortladı, belki de “örgütlü yalan” hiç vefat etmemişti.

     Üç dakika kotasının altında kalan şarkı formu yerine tüm içyapıları piyasa koşullarının dışına çıkmış, pazarlanma taktiği tümüyle değiştirilmiş bir tarz şu dünyada tekrar değişimi ve yeniliği vaat edebilir bize. O yüzden bu çağın prodüktörlerinin aynı Rönesans dönemi sanatçılarının açlığıyla hareket etmesi gerekmekte. Üretimlerinin denenmişten öteye geçmesini isteyen müzik adamlarının da form ve doku olarak müziği tekrar yapılandırmalı. Daha entelektüel ama ukalalık etmeyen bir yaklaşım sergilemek zorunda çağımın sanatçısı. İşte bu noktada sentetik ve doğal seslerin birbirine hükmetmediği, yan yana barınabildiği yeni bir müziğin eşiğinde durmamız gerekiyor...

     Değişimi beklemek yerine değişimin ta kendisi olan zeka sahibi müzisyenlerle karşılaşacağımız bir çağın özlemiyle imlecin bilgisayar ekranında yaptığı çizgiye bakıyor ve Mayakovski’nin “Pantolonlu Bulut” şiirinde söylediklerini düşünüyorum nihayetinde;

Siz çıtkırıldımlar!
Kemanlara geçirenler sevdayı.
Siz geçirenler hamhalatlar dümbeleklere.
Derinizi kolaysa tersyüz edin benim gibi,
Ortada baştan aşağı dudaklar kalsın bir kere!