13 Temmuz 2016 Çarşamba

Yunus'un Çobanı | Savaş Çağman

"Aman, sen de tutturmuşsun bir Çin, bir Kabala gidiyorsun, yahu yok mu bu ülkenin bilgesi?" diyenler var elbet. Oysa göğün altında Bilge'lerin, Aziz'lerin yolu hep bir, onlar aynı ülkenin evlatları... Ama meraklanan için, gevezeliğimin kanıtı kısa bir hikayem de var doğrusu...
Bu toprakların ismi olan bilgeleri var, bir de isimsizler... Onlardan biri de Yunus'un Çobanı'dır. İlk öğrendiğimde döktüğüm gözyaşı kadar gözyaşı döktüm her anlattığımda; çünkü içindeki feda, erdem ve güzellik çok dokunur bana. 
Yunus Emre, ovalar aşıp, ırmaklar aşıp bir dağ başına vasıl olmuş. Bakmış orada genç bir çoban sürüsünü otlatıyor. Selamlaşmışlar. Çoban, Yunus'un derviş olduğunu, dağ taş gezdiğini, bilge oluğunu sezmiş ki, soruvermiş "Derviş baba, sen bilirsin, ben bu dağ başındayım, cahilim, bir tanecik dua bilirim. Ama isterim ki Rab'ın hoşuna gidecek birkaç tane daha öğreneyim, sen bana öğretir misin?" Yunus meraklanmış; "Bir yol deyi ver, nedir o bildiğin tek dua?" Çoban Yunus'a bakmış, şöyle dua ederim demiş "Allahım, bana o kadar büyük bir beden ver ki, cehenneme bir ben gireyim, kimseler giremesin" Yunus ağlamış, ağlamış, ağlamış. "Ben sana dua öğretemem, sen en güzelini kılmışsın" demiş. 
Cennetin heveslileri ne anlar ki Yunus'un Çobanı'nın dininden... Feda'yı bilmeyen insanı bilebilir mi? Böyle bir Aşk'ın ülkesindeki nefrete bakıp insan nasıl üzülmesin?