24 Ekim 2017 Salı

Tüm Dünyanın Kendine Servis Verdiğini Zannetmek | Savaş Çağman

Belki de bin kere yazdım ve yazmaya da devam edeceğimi düşünüyorum, ki iki münferit olay oldu… Bilindiği üzere yıllarımı Astroloji başta olmak üzere Spiritüalizm hakkındaki konulara adadım. Birçok danışanım oldu, sanırım da olmaya devam edecek. Mesleğin gereği midir, kadınların dişil enerjiden dolayı daha bu konulara açık olduğundan dolayı mıdır, yoksa ülkemde kadınların daha çok sorun yaşamasından mı kaynaklıdır bilmem bu danışanların %90'ı kadındır. Her yazımda ve dünya görüşümden dolayı hep Dişi enerjinin yapıcı gücüne inandım. Ama olay Erkek ve Kadın değil, bu kapitalist tüketici sistem her şeyin anlamını çarpıtıyor, içini boşaltıyor ve en kaba şekle getiriyor.
Bu son iki ayda bunları yaşadım durdum. Az önce de yazdığım astrolojik yorum sitesinde aynı şey oldu. Ben bu sendroma Tüm Dünyanın Kendine Servis Verdiğini Zannetmek diyorum, çoğu zaman gülerek. Hele ki bu kadınlar arasında o kadar yaygın ki. Sistem olma bürün diyor insanlara. Onlar gerçekten nazik ve iyi olmak yerine, sadece bir kimliğe bürünüyorlar; bir marka giyerek, saçı başı yaptırarak, toplumda bir statü edinerek… Sonra da evrene açık büfe muamelesi yapmaya başlıyorlar.
Verdiği hizmet için herkes saygıyı hak eder. Anında, çok hızlı, emeksiz, ucuz ama en kaliteliyi talep edip karşılığında en kaba, en görmemiş olmak? Sizce adil midir? Derslerimiz hayli ilerlemiş bir öğrencimi anımsıyorum (genelde bunları hiç paylaşmam ama yeri geldi). Kendisinin büyük bir odak sorunu ve öz inançsızlığı vardı. Ona sadece ezoterik bilgi aktarmıyor, bir yandan da öz değer bilgisini yükseltmeye gayret ediyordum. Çok ilginç derslerden kaçmaya başladı ve haftalık programımı aksatmaya, günlük düzenime keyfiyen zarar vermeye başladı. Ders gününü nerdeyse iki saat önce iptal ediyor, tüm diğer randevuları da alt üst ediyordu. Ona biraz da sitemle, bunun böyle yapmayacağına söz verdiğini anımsattığımda da, bana ödediği ders ücretine atıfta bulunarak sanki tüm bu çaba onun özgüven yapılanması ve öğretiyi kavraması çabası değilmiş gibi benim maddi çıkar sağladığımı kastetti. Burada çok varlıklı olmasına rağmen ödediği ücret için benimle limoncu gibi pazarlık ettiğini yazmıyorum bile. Ki maddiyat hep ikinci sıradadır, bilen dostlar bilir, bahsetmeye bile gerek yok. Bu büyük çirkinliği yaşattığında “ama biz arkadaşız” demesine rağmen hayatımdan sildim, böyle çirkinliklerle yaşamayı sevmediğim için…
Dediğim gibi mayıs ayından beri birkaç münferit olay yaşandı buna benzer. Az önce sabahın bu güzel saatinde, bu yağmurlu havaya bakıp sabah meditasyonu sonrası, bilgisayarımı açıp böyle tüketici şikâyet postası gibi bir yorumla karşılaşmak, bencilliğini ve kabalığını hatırlattığınız kişinin (ki en nazik dille) size sabah sabah saldırması… İyi de danışılan benim, siz size yardım etmeye çalışanı ısırıyorsanız neye dönüşüyorsunuz farkında mısınız? Beni adab-ı muaşeret hocasına dönüşdürmenizden hiç hoşlanmıyorum, ama ne yapsam da karşılaştığım budur… 

19 Ekim 2017 Perşembe

İlişkilerin Yalın Kuralı Almak ve Vermek | Savaş Çağman

Bugün, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde şiir dersimizin çok değerli hocası sevgili Abidin Emre, bir Bilge Karasu paylaşımı yaptı Facebook’ta. O kadar ilham vericiydi ki, gün boyu aklıma takılı kaldı. Çizimden ve zorunlu okumadan artan şu akşam vakti, yazmam gerektiğini düşündüm. Ustamız, gönül rehberimiz Bilge KarasuGeçmişimizi özümlemesini öğrenirsek andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri -gerektiğinde- koparabiliriz diyordu.
Andaçlarımız yani ajandalarımız ne kadar yığılı değil mi? Amaçlar, kariyer, başarı, hedefler? Bazılarımız adeta ajandamızın askeriyiz. Oysa ustamın da işaret ettiği gibi, bazen ilişkileri koparmak, kendi içsel bağlarına güvenmekten geçiyor. Manevi ihtiyaçları dâhilinde birçok yol arkadaşı ile yolum kesişiyor. Ama en başından biliyorum ki, onlar amaç tükenince uçup gidecekler. Çoğunda benim onlara yetebildiğim süreç tamamlandığında adeta ellerini sildikleri bir havlunun durumuna düşerim. Benim de hayatta belki de bir imla işaretinden öteye gidemeyen izim de bu olabilir. Burada bir bencillik yoktur. Çünkü yanında kustuğunuz kişi ile hastalığı özdeşletirebilir, bir daha o ana, o anıya dönmek istemeyebilirsiniz. Yol boyunca buna alıştım doğrusu. Bu da yaptığım hizmetin yan ürünüdür diyorum, başıma da gelmeye devam edecek. Bilir misiniz iyileşme süreçlerini asla paylaşmadığım onca insanın çoğu süreç tamam olduğunda tümden hayatımdan çıktı? Dediğim gibi illüzyona kapılmamak lazım, baştan buna hazırlıklıyım, hepsinin canı sağ olsun.
Yalnız tek bir şey var önemli olan, o da en önemli evrensel yasa; Alma-Verme Yasası. İlişkilerin türü ne olursa olsun, anne-baba, kardeş, dost, sevgili, iş ortaklığı muhakkak bu yasaya uymalıdır. Bu yasa basitçe şunu der; aldığın kadar ver, verdiğin kadar al… Çünkü bu şekilde hak yemeyiz, bu şekilde kötü karma yaratmayız. Doğanın dengesi bu şekilde kurulmuştur, bir yan ağır bastığında muhakkak rahatsızlık oluşur. Bu bir çıkar ilişkisini, her şeye fiyat biçmeyi anlatmaz, yanlış anlaşılmasın. Ne oldu şimdi karşılıksız olana? diyenleri duyuyor gibiyim. Karşılıksızlık muhakkak hizmete kendini adayanı tüketir. O kişilerin verdiği kısım karşılıksızsa kendine aldığı kısmı yaratmalıdır. Yardım veriyorsa, yardım almayı kabul etmelidir ki bu dengedir.
İlişkileri bu denge üzerine kurmak lazımdır. Bir dost sizi sadece bir şeye ihtiyacı olduğu için arayıp, sizin ihtiyaç duyduğunuzda yok mudur? Bu kişi dost mudur? Dostluk bu mudur? Alma-verme Yasası büyük bir nezakettir, manen bir karşılıktır. Uygulanmadığında sadece kabalığı oluşturur. İşte o zaman yani ustamın dediği gibi gerektiğinde, o ilişki koparılmalıdır. İşte onlar bunu küs olmak, alınganlık zanneder. Oysa bu kabalığı hayattan çıkartmaktır sadece. Ajandalarının köleleri, hayatı çok kutsayan ya da yerin dibine sokanlar, evet siz aşırı uçlar, unutmayın bir noktasınız. Bir nokta, ki tüm evren onun çevresinde dönüyor, bir nokta evet, ufacık ve önemsiz. 


13 Ekim 2017 Cuma

Fibonacci Dizisi ve Hermetik Astroloji | Savaş Çağman

Pythagoras’tan bu yana sayılar Gizemcileri ve Matematikçileri bazen birleştirmiş, bazen çatıştırmıştır. Yeni Platonculuk ile başlayan evrenin bir geometriden ibaret olduğunu savunan görüşler, harfe, sese ve sayıya özel anlamlar yüklemiştir. Evrenin kusursuz bir güzellik olarak yaratıldığını anlatan ve Rab Aşktır da diyen, Yedi Evrensel Enerji’nin altıncısı olan Venüs Işığı ile ilgili kısa bir yazı kaleme aldığımda, bu yazıyı kaleme almayı düşündüm.
Evrende ve sanatta karşımıza çıkan Altın Oran, canlı ve cansız birçok varlığın yapısında, hatta insan bedeninde bulunan kendini tekrar eden bir algoritmadır. Bu oran eski Mısırlılar ve Yunanlılar tarafından keşfedilmiş, mimaride ve sanatta uygulanmış Altın Oran, yani Fi (Φ) sayısı olarak bilinir. Matematiksel bir kavramdır ve değeri de 1,618 olarak belirtilir. Fibonacci dizisi, yani Fi, altıncı yüzyılda Hintli matematikçiler tarafından bulunmuş olan bu sayı dizisi Liber Abaci kitabında tavşanların üremesiyle ilgili problemin hesaplanması sonucu Fibonacci tarafından 1202 yılında ortaya konmuştu. Dizinin ilk sayı değeri 0, ikincisi 1 ve her ardışık elemanı da önceki iki elemanın değerinin toplamı alınarak bulunur. Bu, 0, 1, 1(1+0), 2(1+1), 3(2+1), 5(3+2), 8(5+3), 13(8+5), 21(13+8) ve bu şeklinde artarak gider… Bir Fibonacci sayısının kendinden önceki sayıya bölümünden elde edilen sonuç, 1,618’dir. Buna da Altın Oran denilir.
Biraz kitabi bilgi; Ayçiçeğinin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru tane sayılarının birbirine oranı Altın Oranı verir. Papatya Çiçeğinde, ayçiçeğinde olduğu gibi bir Altın Oran mevcuttur. İnsan Kafasında her insanın kafasında saçların çıktığı düğüm noktası denilen bir ya da birden fazla nokta vardır. İşte bu noktadan çıkan saçlar doğrusal yani dik değil; bir spiral, bir eğri yaparak çıkmaktadır. İşte bu spiralin ya da eğrinin tanjantı yani eğrilik açısı bize Altın Oranı verecektir. İnsan vücudunda Altın Oranın nerelerde görüldüğüne bakalım; boy ve bacak boyu, beden boyu ve kol altı beden boyu, tam kol boyu, boyun - parmakucu, dirsek - boğaz, parmakucu - omuz, parmakucu - dirsek, göbek - omuz, göbek - bel oranlarında gözükür. İdeal ölçülere sahip bir insan yüzünde de sayısız Altın Oran örnekleri görmek mümkündür. Mimaride, sanatta ve diğer alanlarda Mısır Piramitleri, Mona Lisa tablosu, Çam kozalağı, deniz kabuğu, salyangoz, Mimar Sinan’ın birçok eserinde bu bilgiye rastlanır.
Buraya kadar olan konu Bilimsel Matematiği ilgilendirir, Ezoterik Matematiğe ve onun alanına giren Gematria ilmine gelirsek bu diziye birçok anlam yükleyebiliriz. Kabbalah yani Yahudi Mistisizmi’ne göre 10 Sefirot ve 22 İbrani Harfi ile 32 yaratım basamağıyla Evren tamam edilmiştir. Bu 32 derece her türlü ruhani çalışmada çıkılması gereken basamaklardır. Burada tüm sayılar asal tek sayılara tek indirgenerek yorumlanır.


32nci Derece: 3.524.578 sayısına denk gelir. 0-9 tüm sayıları yazacağımız sayısal dizide; (0 1 2 3 4 5 6 7 8 9) 5 iki defa tekrar eder, 0, 1, 6 ve 9 sayısı dışında tüm sayı dizisindeki sesler burada tekrarlanır. 0 sayısı, hiç olan Ayn Sof olarak, Altay Şamanizm’inde Telkem olarak adlandırılan hiçbir varlığın olmadığı boşluktur. 1 sayısı tek olan ilk varlığı Rab’ı işaret eder, burada 0 sayısı 1 ile cisimleşir, ama özünde 0 olarak kalır, aynı Tao’nun tanımı gibi. Yani yaratılmışta hariç olan 0, 1 cisimler dünyasında Hiç Olma ve Rab olmanın hariç olduğuna işaret eder, 6 sayısı Aşk sayısıdır, o da varlıklar ile görünür, ama cisimsel değildir, salt kötülüğün yani 3 kere 3’ün olmadığı gibi. Şimdi bu sayılara Gematria uygulayalım;


Derece Toplamı: 11+22+26+25+14+19+11+22 = 150 = (2+4+8+7+5+1+2+4 = ) 33 = 6
Yukarıdan aşağı toplam: 36+33+42+39 = (150) 9+6+6+12 = 9+6+6+3 = 24 = 6

Tüm sayı toplamı 34 ve onunda küçük sayı toplamı 7 olarak bulunur. Bu evrensel 7 ışığı, yani Yedi Evrensel Enerjiyi açıklar. Bunların gezegen ışığı olarak anlatımı Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn olarak karşımıza çıkar. Canlı, cansız tüm cisim ve kavramlar bu yedi ışığın altında adlandırılabilir. Altın Oran 1618 sayısını toplarsak 16 ve 7 sayılarını elde ederiz. Gematria ile elde ettiğimiz sayıları, Hermetik Astroloji ile belirlenmiş Gezegen Işıklarının küçük sayılarına uygulayalım;


32 basamaklı dizileri hazırlanırken 8 basamağın oluşması ve bunun bazı Şaman İnançlarında 8 evrensel yol olarak adlandırılması, 8 sayısına verilen önemle başka bir gizemcilik kavramına daha işaret ediyor. Bu kavramlar evrensel ışıklara uyarlandığında, karşımıza ilginç bir hikâye çıkıyor. Bunun daha ayrıntılı çözümlenmesini konunun uzmanlarına bırakıyorum. Zaten taşı atan yankının nasıl geleceğini hiç tahmin edemez.

İyiliği Unutmak | Savaş Çağman

Koç Burcunda Dolunay beni inanılmaz huysuz, öfkeli yaptığı şu günlerde maalesef toplu taşım araçlarına binmek durumunda kaldım. Tek sevdiğim vapurdur oysa… Uzun süredir sabahları uyanabiliyorum. Bir ibretlik olsun; birlikte yaşadığınız arkadaşlara dikkat, eğer kendi yaşam anlayışları içi boş, yoz partileme kültürüyse sabah uyanmalar size haram olabilir. Evet, bazıları doğuştan junky’dir. Ben Punk’ın dibiyken bile olamadım. Sadece gözlerim fal taşı gibi açılmış biri neden meyve suyu içtiği bardağa sigara söndürür düşüne dururken tam bir yıl geçmiş. Ne kadar yorulmuşum, nedeni de iyiliği unutmuş olmak...
Çoğumuz unutmadık mı zaten? Dostlar, arkadaşlar, sevgililer, ev arkadaşları, iş arkadaşları hepsi kocaman bir kostümlü provadaymış gibi botokslu mimikler mi yapıyor size? Kötü ve bencil davranış o kadar kanıksanmış ki biri düzgün davranınca yadırgıyoruz. Dün bir dost bana taze fasulye pişirmiş. Sade, sıradan bir eylem… Ama beni şaşırttı. Sosyal temaslarımızda en steril şekilde kalıp aslında kimseye dokunmuyoruz. Evet, bildiğim taze fasulye zeytinyağlısı, ama hala şoktayım. Çünkü iyiliği unutmuşum; bir karşılık beklemeden davranmayı. Arkamda bıraktığım şu bir yıla terastan Süreyya Operasının sırtına bakarak dalıp gidiyorum. Her canım dediğimde, canın çıksın denilmeye o kadar alışmışım ki… Birlikte çalıştığınız, birlikte yaşadığınız insanlar çok önemli dostlar, onları iyi seçin, çünkü bu seçim iyi yapılmazsa kendi cehenneminizi kendiniz inşa ediyorsunuz demektir. Bu öğüt de en çok kendime verdiğim bir öğüt... Rab en çok bana beni anımsat, kendini bilmezden uzak kıl...


12 Ekim 2017 Perşembe

Ton Hakkında Serbest Çağrışımlar | Savaş Çağman

Uzun yıllar karşıma çok çıkan, hatta bir keresinde işten ayrılmama neden olan şu “Kızılderililer Türk’tür” tartışması ile uğraştım. Tüm Kuzey Aysa halkları ile kültürel öğe benzeşmesi dışında Amerikan Yerlileri (Kızılderililer) ile Sayan-Altay toplumları veya diğer Türk Halkları arasında bir bağ göremedim. Şimdi buna Q Haplogrup ile genetik bazı doğrulayıcı kanıtlar gelmiş olsa da tartışma sürüyor gidiyor. Öncelikle Kızılderili Dilleri diye bir şey yok çünkü kıtada 500’ü aşkın dil ve 25 dil ailesinden söz edebiliyoruz. Bu dil ailelerin de birbiriyle alakası Dravid dili olan Tamilce ile Ural-Altay dili olan Estonca ne kadar yakınsa o kadar yakın.
Neredeyse tüm Amerikan Yerli Dilleri fonolojik olarak ve dilbilgisi olarak Ural-Altay dillerine benzemese de, en önemli ayrım Tonlu Diller sınıfında oluşu, yani aynı Çin-Tibet ve bazı Afrika Dillerinde olduğu gibi.
Ton nedir? Ortak kelimeleri ayırmak için onlara belirli müzikal bir tını vermek diyebiliriz en basit biçimi ile. Tek heceli Çince’nin bir müziği anımsatan ritmini hepimiz biliriz. Çincede bir kelimeyi tamamen farklı bir anlama götüren 4 ton bulunmaktadır. Bu tonlar; bas, tiz, düşen ve yükselen şeklindedir ve kelimeleri vurgulu hale getirir.
Bu çok eş anlamlı olma durumu Klasik Çin Edebiyatında, kimsede olmayan bir söz oyunu yapma sanatını da doğurmuştu. Yuen Ren Chao (1892–1982) ismindeki Çinli şair, Klasik Çince kaleme aldığı “Bay Shi’nin Aslan Tarafından Yenilmesinin Hikâyesi” isimli eserinde 92 karakterle bir pasaj kurdu ve bu tüm kelimeler shi sesini verecek şekilde tasarladı. Bu eserde, “Aslan şairi taş kulübede yedi” kelimesinin Çince yazılışı施氏食獅史 iken, bu “Shī Shì shí shī shǐ” olarak okunmaktaydı. Çince’nin içerdiği tüm tonları kullanarak kurulan bu tümce, sadece ton değişerek her şeyin değiştiğine çok güzel bir örnektir. Bu özellik şu an konuşulan Amerikan Yerli Dilleri ve Çin-Tibet dillerinde devam eder, ama tarihin hiçbir devrinde bir Ural-Altay dillerinde görülmemiştir.


2 Ekim 2017 Pazartesi

Gutai Hareketi ve Fluxus | Savaş Çağman

Ülkemde son yıllarda Sanatbazlığına süslü kılıflar arayanlar, sıkça Fluxus, Dada, Non-Art, Non-Music gibi kavramların sosu altında kokmuş etlerini müşterilerine pazarlama telaşında… Onlara Töz’den, yani manevi kökün değerinden, sanatın değiştirici özelliğinden söz ettiğimde anlamadıklarını gördüm. Çünkü şia edindikleri Batı Çağdaş Akımları ve Avangart, Töz’den ve kısacası manevi güçten ibaret Doğu Asya’nın kötü replikalarından öteye gitmediği içindi. Hoş burası fotokopi bir kültür olduğu için, son seksen yıldır şark çıbanlarını Paris fondötenleri ile kapatıp o bitmek bilmez yapmacılığıyla devam eden kostümlü provanın düşünsel travestileri oldukları için; aslında şu Sanatbazların sahteliklerine hiç de şaşırmamak lazım.
Yirminci yüzyılın başında anlatıcı sanat yerini, ruhçözümleyici, konusu insan olan bir eğilime bıraktı. Ama Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımları özellikle ikincisinde kişinin yok olması, figürün ölümü ile karşılaştı. Sonsuz soyutlamalar bizi Neolitik Çağ insanının, Asya’nın veya İlkellerin Soyutlamacı, Bezemeci anlayışına götürdü. Bu anlatım ilk katılım savaşında Dada, müzikte Serializm gibi akımlara yönelirken. 1960’larda bir Yeni Dada tekrarı gibi karşımıza çıkan Fluxus oldu. Ama burada gizli bir tarihe, başka bir öncel olarak Gutai Hareketi’ne bir göz atmamız gerekiyor.
Gutai Grubu (具体美術協会 Gutai Bijutsu Kyōkai) Japonya’da İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk köktenci sanat grubuydu. 1954 yılında, Osaka’lı ressam Jiro Yoshihara önderliğinde dönemim sanatsal bağlamına ve bağlantılarına bir reaksiyon olarak başladı. Kökenden tamamen kopma eğilimi gibi görülse de Gutai, vücut ve cisim arasındaki ilişkiyi araştırırken son derece manevi olan Zen Geleneği’nin hareket kuramlarından yararlandı ve bir dizi keşifte bulundu. Gutai, özellikle birçok yayın aracını kullanarak, büyük ölçekli işlerinde, performanslarda ve tiyatro etkinliklerinde özgünlük arayışı içinde vücut ve madde arasındaki ilişkiyi vurguladı. Gutai Hareketi, geleneksel sanat stillerini performatif aciliyet lehine reddetti.
Shozo Shimamoto ve Jiro Yoshihara, 1954'te Gutai'yi birlikte kurdu ve Gutai adını öneren Shimamoto idi. Gu (), anlam ifade aracı, ölçütler veya bir şeyler yapma biçimini, “vermek, sağlamak, sahip çıkmak, sahip olmak” fiilini anlatırken, ikinci sözcük Tai () beden, sağlık, form ve biçimi ifade etmekteydi. Bu iki soyut karakter sanatın merkezinin insan bedeni, haline getirirken nükleer yıkım sonrası hayatın ve cesedin anlamsızlığı, manevi köke yönelmeyi hızlandırmıştı. Bu kavramları Yoshihara bunu "uygulama" ve "somutlama" olarak değerlendiriyor. Grup resmi olarak bu tarihlerden sonra Gutai Bijutsu Kyōkai (Gutai Sanat Derneği) olarak bilinmeye başladı ve bu sanat grubu, sanatın vücut, madde, zaman ve mekân arasındaki ilişkilere dikkat çekerek yeni kavramlar bulması için hayal gücüne meydan okudu.
İşgal Japonya’sında zorunlu sanat değişim programları ile 1951'den hemen sonra San Francisco Antlaşması ile Japonya’nın Batılı Müttefikleri arasında işbirliği arttı ve Gutai kısa sürede denizaşırı ülkelerde sergiler açmaya başladı. Yeni oluşan fikirlerle, doğu ve batı kültürünün yanı sıra modern ve geleneksel birleşerek yeni sanat formları yaratmak için bir düşünsel taban oluşturuldu. Yoshihara'nın ana odak noktası sanat dünyasında, Japon geleneği ile tanınmayı sağladı. 1952-1957 arasında Fransız sanat eleştirmeni Michel Tapié ile Avrupa’da Gutai tanınmaya başlandı, grup daha sonra Yoshihara'nın çabaları ile Jackson Pollock gibi sanatçılarla iletişim kurdu. 1963'de Solomon R. Guggenheim Müzesi'nin küratörü Lawrence Alloway'ın, sanatının evrenselliğini örneklendirmek ve kendi kültürünün özgüllüğüne hayran olmak için gösterisinde Gutai sanatını seçmesini sundu. Gutai sanat performans ve resim özelliklerine meydan okuyor ve ikisinin karmaşık bir karışımı olarak basitleştirilebilir.
Bu özgün ruh, Beuys’ün herkes aslında sanatçıdır, önerisi, Batı’da yükselen Yeni Dada, Non-Art akımı ile kendini göstermeye başladı ama sonradan Fluxus olarak evrilen bu akımlarda Gutai’nin çok önemli katkıları, öncel fikirleri mevcuttu. Peki, bu son derece manevi köklü derinlerde olan Gutai’nin, Fluxus ile bu köklerden arındırıldığı ve sonrasının sadece parodi ve pastişe dönüşen Batı Çağdaş Sanatı’nın Sanatbazlığına zemin hazırladığını söylemek mümkün müdür? Abramowitz’in bir tür Lady Gaga’ya dönüştüğü şu son hallere bakarsak, evet belki de işte tam da böyledir… Batı’da biri öksürse buradakilerin verem olduğunu işin içine katarsak, kültürel kostümlü provasını, gösteri ve teşhirci fantezisini, batı-doğu ortasında kamış o hilkat garibesi ruh halini anlamak, sunulanında sadece Sanat Öldü sloganını desteklediğini görmek, hiç de şaşırtıcı değil. Ama ne yazık sanat ölünce geriye kalanın bir Sirk Gösterisinden ibaret olduğunu da acı acı gülümseyerek izliyoruz. Manevi Kökleri Gutai mi? Çoğu zaman parodiden biçilmiş, karahindiba poleni gibi dağılan Fluxus mu denilince, benim yüzüm hep Gutai’nin ışığına dönüyor. Çünkü ben ressam değilim, sanatçıyım diyen bu akımın izleri, sanatın sınırları konusunda son derece ilham verici…